Erdoğan’a karşı halk muhalefetini yahut üçüncü cepheyi gerektiğinden, seçim sürecinde 7 Haziran 2015 seçimleri öncesi ve sonrasındaki hataları tekrarlamamak gerektiğinden söz edenler nedense 7 Haziran’dan 1 Kasım’a oradan 15 Temmuz darbe girişimine uzanan süreç boyunca en kitlesel ayaklanma olan Hendek Savaşları’ndan hiç söz etmezler yahut bu süreci her şeyi tersine çeviren büyük bir hezimet olarak tanımlarlar. Bu yaklaşımın ardında bir tarih yatmaktadır. Türkiye’deki sol hareketlerin 12 Eylül değerlendirmeleriyle, hatta daha da önemlisi onu takip eden on yıl içindeki yönelimleriyle yakından ilişkilidir.

Hendeklerdeki tutumun ucu 12 Eylül’e uzanır

Günümüzde pıtrak gibi çoğalan “yasal mevzilere” tünemiş, “yasal partilere” sığınmış sol akımlar kendi kendilerine değil tasfiyecilerin mücadelelerinin ürünü olarak ortaya çıktılar. 12 Eylül değerlendirmeleri farklı mecralarda seyreden tüm tasfiyeci girişimlerin ortak kalkış noktasıydı. Buna göre 12 Eylül’le birlikte devlet devrimci hareketi ve işçi hareketini ezmişti. Bu yanlış tespite göre 12 Eylül darbesine karşı hiçbir direniş gösterilememiş, devrimci militanların direnci kırılmış; bunun sonucu olarak da darbe örgütlerin tasfiyesine yol açmış, devrimci mücadele kademeli olarak son bulmuştur. Yeni bir yükseliş için işçi hareketin tekrar toparlanması, demokrasi mücadelesi vermesi, bu mücadelenin içinden geçmişteki gibi “sekter” yahut “maceracı” şekilde hareket etmeyen “sınıfla olan bağı kuvvetli” bir sol akımın çıkması gereklidir.

Halbuki gerçek bundan farklıdır. Örgüt merkezlerinin hareketine bakıldığında, 12 Eylül öncesindeki akımların neredeyse hiçbiri cunta rejimine karşı politik bir mücadele başlatmamış olsa da yerel düzeyde örgütlü militanlar düzeyinde bu direniş gerçekleşmiştir. Dahası örgütlerin iç işleyişleri büyük oranda felç olsa da söz konusu militanlar devrimci arayışları bırakmamıştır. Tutsak devrimciler ise önce zindanda dışarı çıktıklarında da, açıktan devrimci bir girişimin öncüsü olmasalar da devrimci örgüt fikrini reddetmeden, kendi örgütlerinin yeniden toparlanacağı beklentisiyle, bulundukları alanda siyasi mücadelenin içinde yer almışlardır.

Buna karşılık sol akımların örgütsel merkezlerinin yönelimi kendi militanlarıyla aksi istikamette olmuştur. Legalist tasfiyeciliğin doğuşunda da bu önderliklerin asli rolü söz konusudur. Tasfiye süreci 12 Eylül’ün hemen ardından baskıların en yoğun yaşandığı dönemde değil, sıkıyönetimlerin kalktığı, siyasi yasakların hafiflediği “yumuşama” döneminde gerçekleşmişir. Legalist tasfiye girişimleri, “açık parti” tartışmaları 87 affından sonra başlamıştır. Kitlesel legal bir parti girişimleri ile devrimci örgütler parça parça tasfiye edilmiştir.

Geçmişteki hatalardan söz etmek bu tasfiye sürecinin iki nedenden ötürü ayrılmaz bir parçası olmuştur. Birincisi, 12 Eylül öncesindeki siyasi farklılıkları öne çıkaran tutumun, “darbe tehlikesini küçümsemenin” bu yenilgide belirleyici olduğu ifade edilmiştir. “Bir araya gelmekten kaçan sol” ise “ezilmiştir.” 12 Eylül dönemindeki baskıları abartan, işkenceleri öne çıkaran mağduriyet edebiyatı bu bakımdan tasfiyeci projelerin vazgeçilmez parçası olmuştur. Yaratılan yenilgi psikolojisi ile militanlara “bir daha yenilmek istemiyorsak siyasi farklılıklara takılmadan birleşmemiz gerekir” fikri aşılanmıştır. İkincisi, 12 Eylül döneminin baskılarını, solun bu baskılar karşısındaki çaresizliğini abartanlar bu tutumlarıyla “neden 12 Eylül öncesindeki siyaset ve eylem çizgisini benimsemiyoruz?” sorusunun da önünü kesmişlerdir. Verilen yanıt açıktır: 12 Eylül öncesindeki gibi hareket edemiyoruz, çünkü baskılar çok fazla, çünkü emekçiler korkuyor, çünkü emekçiler siyasetten uzak duruyor, çünkü 12 Eylül toplumu yozlaştırdı vs.vs.

Kuşkusuz seksen sonrasının tasfiyeciliği gökten zembille inmemişti. 12 Eylül’ün peşi sıra 12 Eylül’den 9 yıl önce gelen 12 Mart müdahalesi, örgütlü bir tepkiyle karşılaşması açısından 12 Eylül’den farklı bir yerdedir. 71-72 kopuşuyla devrimci bir çıkış yapan THKO, THKP/C ve TKP/ML; 12 Mart’a karşı örgütlü bir mücadele vermişlerdir. Tasfiye süreci söz konusu örgütlerin merkezi düzeyde darbe almasından sonra yapılan “muhasebelerle” başlamıştır. 71-72 kopuşunun devrimci mirasına tasfiyesi 74’te başlamıştır. 12 Eylül’den sonra hakim olan yenilgi edebiyatının ve tasfiyeci iklimin baş aktörleri de 74’tekiler ile bir bakıma aynıdır: “Silahlara sarılmak, ayaklanmak yanlıştı, henüz erkendi”, “öncü savaşı değil sınıf devrimciliği gerekiyordu”. Elbette bu çizginin olgunlaşması için zaman gerekiyordu.” 12 Eylül darbesinden sonraki dönem, ihtiyaç duyulan zamanı ve sessizliği tasfiyecilere fazlasıyla sundu.

12 Eylül sonrasında sol akımlar Türkiye’de ve Kürdistan’da farklı bir seyir izledi. Türkiye’de sınıf mücadelesi yetmişlerin sonuna doğru bir geri çekilme dönemine girerken, başka bir siyasi coğrafya olan Kürdistan’da aynı dönemde itibaren bir yükseliş başlamıştı. Ve bu yükseliş seksenlerde ivmelenerek devam etti. Seksenli yıllar, hatta sonrasındaki doksanlı yıllar Kuzey Kürdistan’da, programatik bakımdan giderek bağımsız birleşik Kürdistan fikrinden uzaklaşan, devrimci diktatörlük fikrini lafzen dahi sahiplenmekten kaçınan bir çizgiye kaysa da, güçlenen, kitleselleşen, savaşma kabiliyetini arttıran bir örgütlenmenin ortaya çıkmasına yol açtı. Dolayısıyla Kuzey Kürdistan’da 12 Eylül’ün ardından Türkiye’de olduğu gibi bir mağdur edebiyatı üretilmedi, üretilemedi. Bu durum bir bakıma Türkiye’deki tasfiyecilerin de işlerini zorlaştıran, onların kendilerini Latin Amerika’daki gerilla hareketlerin gibi tasfiye etmesini olanaksız kıldı. Aslına bakılırsa tam da bu yüzden iki binlerin ortasına kadar Türkiye sathında kapsamlı bir tasfiye gerçekleşmedi.

Hendek Savaşları, Kürdistan’da 12 Eylül sonrasındakine benzer bir tasfiye tasarlayanların gökte ararken yerde bulduğu bir fırsat oldu. Devletin Hendeklerdeki askeri başarısızlığı, silahlı bir kalkışmanın yenilgiye mahkum olduğunun kanıtı olarak kullanıldı. Kürdistan’daki devrimci dinamikleri tasfiye etmek isteyip de bunu açıktan söylemeye dili varmayanlar, hendekler vesilesiyle bilindik şarkıları söylemeye başladılar: Hendeklerin devletin elini güçlendirdi, Kürt kitlelerinin moralini ve maneviyatını bozdu, Kürdistan’daki emekçilerin özellikle de gençliğin siyaset dışına çıkmasına yol açtı, vesaire vesaire.

Lenin’in sert bir dille eleştirdiği Plehanov çizgisinin bir örneği olan bu tutumun ucu elbette her zaman legalist tasfiyeciliğe çıkmıştır. Ancak TSİP, TBKP, ÖDP gibi isimlerle sayısız kez denenen çatı parti fikri bugün zaten siyasi mücadelenin ayrılmaz bir parçası olarak tabloda yerini HDP ismiyle çoktan almıştır. 12 Eylül’ün tövbekâr legalist tasfiyecileri bugün de siyaset sahnesindedir. Dolayısıyla HDP projesinin destekçilerinin “Hendekler yenilgisini” öne çıkarmaktan hesabı bunlar olmasa gerekir. Söz konusu hesap bir yönüyle elbette genel geçer reformist bir hesaptır: Erdoğan rejimiyle kitlesel bir halk muhalefetini seferber ederek, devrimci bir temelde hesaplaşmak mümkün değildir. Çözümü sandıkta aramak gerekir. Hendekler başkaldırısını baskı ve mağduriyet edebiyatının parçası haline getirmek isteyenler bir maksadı budur.

Ama “Hendeklerin ezilmesin”den, “Hendek maceracılığından” söz edenlerin ikinci ve doğrudan reformizm bahsinde ele alınamayacak hesapları daha vardır. Hendeklerde savaşta harekete geçenler her ne kadar Türkiye’nin siyasi sorunları çerçevesinde harekete geçmiş olsalar da, onları harekete geçiren güç Kürtlerin ulusal bağımsızlık mücadelesi idi. Hendeklerde çarpışırken, doğrudan bir savaş örgütünün disiplini altında olmasalar da böyle bir örgüte bağlanmanın hevesi ve hayaliyle, yerel düzlemde militanca örgütlenerek hareket ediyorlardı. İşte hendekler sonrasında mutlak ve karanlık bir yenilgi tablosu çizenlerin amacı bu örgütlenmeleri tasfiye etmek, bir daha doğmalarına engel olmaktır. Bu adımı atabilmek için esaslı bir psikolojik operasyon yürütmek, Kürdistan’daki 12 Eylül’ü püskürtmüş olmanın verdiği moral üstünlüğü tersine çevirmek ve bir yenilgi psikolojisini hakim kılmak şart. “Hendeklerden sonra her şey değişti.” diyenler tam da bunu amaçlıyor. Bu çerçevede hareket edenlerin politik kimliği durumu değiştirmiyor. “Türkiyelileşme şart” diyerek bölgedeki tüm dinamikleri HDP’nin parlamenter mücadelesine bağlamak isteyen de, Türkiyeli sol partiler olarak kendine alan açmak isteyen de, Kuzeydeki devrimci dinamikleri ve girişimleri Güneydeki bölgesel yönetimin Erdoğan hükümetiyle barışık çizgisiyle değiştirmek isteyini de ortak tasfiyeci saiklerle hendek savaşlarını yerden yere vuruyorlar.

Tüm bu kesimler bugün hükümete ya da Türk devletine karşı bir şey yapılamaz çizgisinde de birleşmişlerdir. Zira HDP’nin dayandığı Kürt proleter tabandaki devrimci dinamik ve Kürdistan sorununun farkında oldukları için, gerek Türkiye’de gerekse de Kuzey Kürdistan’da bir kıvılcımı istemeden de olsa ateşe çevirmekten imtina ederler. Hendekleri bugün hala anamamalarının nedeni de budur: Hendeklerin üstüne toprak atılmış olsa da bu Hendekler kapandı demek değildir. Türkiye devleti tamamen silahlı kuvvetlere dayanarak, Kürt belediyelerine kayyum atayarak bölgede hakimiyet kurmaya çalışmaktadır. 12 Eylül rejiminin kriziyle boğuşan Erdoğan, hareket edememektedir. Zayıfladıkça zayıflayan Türkiye devleti, Kürdistan’daki devrimci dinamiği bastıramamakta, “nokta”yı koyamamaktadır. Kıvılcım tekrar çakıldığı takdirde kontrolü altına alamayacağının da hem Erdoğan hem Erdoğan karşısında birleşen Millet İttifakı hem de Millet İttifakına yedeklenmiş HDP ve çevresindeki legalist akımlar farkındadır. Hakeza, bugün hendekleri anmaktan imtina edenler; Erdoğan’ın bir çıkışının peşine “Fatsa Fikri Sönmez” demekte bir beis görmemekte, dünyanın muhtelif yerlerinde kitleler ayaklandığında ilk destek açıklamasını kimin yapacağı yarışına girmektedirler. Zira “Fatsa fikri sönmese de” hareket sönmüş, dünyanın muhtelif yerlerindeki ayaklanmalarında ise aradaki mesafeye bakılarak kıvılcımın buraya ulaşıp ateş olamayacağına güvenilmiştir. Hendekler bu kriterlere uymamakta, dolayısıyla anmaktan geri durulmaktadır. En azından yenilene dek. O günün ne zaman geleceği ise meçhuldür.

Komünistler Hendek Savaşlarını anmaya devam edecekler

Komünistler ile legalist tasfiyecilerin 12 Eylül’den de Hendek Savaşlarından da çıkardıkları dersler birbirleriyle örtüşmemektedir. Zira komünistler ile legalist tasfiyecilerin sınıf savaşında durdukları taraflar farklıdır. Manifesto’da “İki sınıf var: burjuvazi ve proletarya” denirken burjuva sosyalistleri proletaryanın karşısında konumlandırılmıştır. Alınan derslerin farkı buradan gelmektedir. Biz komünistler, 12 Eylül’e baktığımızda bir yenilgi değil, devrimci çizgiden sapmayan militanlar görüyoruz. Devrimci militanlar mücadeleden vazgeçmezken, bu militanların bağlı oldukları örgütler legalist tasfiyeciydi. Hendeklerde de durum farklı değildir. İnançlı militanlar ile onları Türkiye’yi demokratikleştirmek için parlamenter mücadelenin dehlizlerinde kaybolan bir partinin peşine takmak isteyenlerin gitmek istediği yol aynı değildir.

Hendek Savaşları yaşanmış, proleter bir ayaklanma gerçekleşmiştir. Bu ayaklanma öncelikle Kürdistan’da devrimci bir partiyi var etmek isteyenlerin ama aynı zamanda onlarla enternasyonal bir zeminde buluşmak isteyen tüm devrimci güçlerindir. Bu ayaklanmayı anmak, anarken ondan dersler çıkarmak, sadece edilmiş ve parçalanmış bir ulusun kendi vatanında egemen ve birleşik bir devlet yaratma mücadelesinde değil aynı zamanda Türkiye’de de proleter devrim yolunda bu derslerden faydalanarak; Lenin’in deyimiyle “devrime neler öğreteceğimizi” bulmakla yükümlüyüz. Bırakalım sınıf işbirlikçiler Hendekleri unutturmak için çabalayadursun; biz Komünistler, Hendek Savaşlarını anmaya devam edeceğiz. Hendek Savaşlarını anmak için ayaklanmanın yenilgisini bekleyen burjuva sosyalistleri bir yanda dursun; biz komünistler, ayaklanmaları proleter devrime vardırmak için Hendek Savaşı gibi yenilememiş proleter ayaklanmaları anmakta ısrar edeceğiz. Ayaklanmaları devrimci bir önderlikle buluşturmak için sınıf savaşının bu tarafında, emekçi ve ezilenlerin yanında; burjuvazinin ve onun hizmetkarı burjuva sosyalistlerinin tam karşısında mevzilenmeyi sürdüreceğiz.