Türkiye’de 2018’in 18 Mart günü öncekilerden farklı bir iklimde “idrak edildi”. Belli ki AKP/MHP ittifakı ÖSO çeteleriyle birlikte Afrin merkezini fethetmeyi 18 Mart’ın yıldönümünde kutlamayı hesaplıyordu. Beklenenin aksine, TSK ve ÖSO’nun paralı askerleri YPG ve DSG tarafından boşaltılan Afrin’e 18 Mart’tan önce girdi. Buna rağmen bu sözde zafer yine de hazırlanan senaryoya göre 18 Mart’ta ilan edildi.
Afrin seferinin bir zaferle sonuçlanıp sonuçlanmadığını başka bir bağlamda ele almak üzere 18 Mart vesilesiyle “Çanakkale Zaferi” hakkında öteden beri tekrarlanagelen şovenist kampanyalar ve bunlar karşısında adeta dut yemiş bülbül rolü oynayan sosyal şoven akımlar üzerinde durmak daha anlamlı.
AKP/MHP ittifakı ilk 2018 yıldönümünde Çanakkale Savaşı’nı “yabancı (hatta kafir) güçlere karşı her ulusal kökenden Osmanlı tebaasının şanlı bir zaferi” olarak andı ve bunu Mehmet Akif Ersoy’un aynı içerikteki ünlü şiiri eşliğinde kutladı.
Bu kutlama TC’nin alışılmış resmi kutlamalarından açıkça farklı bir içerikte idi. Sözde ana muhalefet rolü oynayan CHP’nin bu kutlamalarda Tayyip Erdoğan’ın yaptığı konuşmalara (Çanakkale efsanelerine dokunmamaya özen göstererek) yönelttiği tek eleştiri resmi efsanelere göre bu savaşın asıl kahramanı olan (“Anafartalar kahramanı”) Mustafa Kemal’in rolünden söz edilmemiş olmasıydı.
Erdoğan’ın popülist/islamcı söylemi çerçevesinde daha çok islam ümmetinin ve isimsiz kahramanlarını öne çıkardığı elbette bir olguydu. CHP’nin de kurucusu olan Mustafa Kemal’in rolünden bahsedilmemesine sitem etmesi de gayet tabii idi. Zira kendilerine özgü üsluplarıyla şovenizmin başlıca temsilcileri olan bu partilerin başka türlü davranması tuhaf olurdu.
Kuşkusuz AKP/MHP ittifakının Afrin seferine rağmen şovenizmi köpürtmeyi başaramadığı koşullarda solu oluşturan akımların herhangi birinin Çanakkale zaferinin yıldönümü vesilesiyle bu şovenist koroya (hele Afrin’deki işgal hareketine koşut olarak yükselen koroya) katılmasını beklemek saflık olurdu.
Zaten solun oldum olası “Çanakkale zaferi” konusunda ön alma gayretinde olmadığı bir vakıadır. Bu bakımdan sosyal şovenizm daha çok ve bazı akımlar bakımından bir ulusal kurtuluş hareketi olarak kabul edilen Kuvayı Milliye hareketi karşısında kendini göstermektedir. Çünkü sol hareketin büyük çoğunluğu tarafından farklı nüanslarla da olsa, emperyalist işgale (“7 düvele”) karşı meşru bir ulusal kurtuluş mücadelesi olarak kabul edilir. Osmanlı İmparatorluğunun artıklarının işgal ve ilhaklara uzanan bir beka kavgası olarak nadiren görülür. Oysa Çanakkale savaşı (“7 düvelin hiç değilse yarısına” karşı bir savaş olduğu halde) sol tarafından aynı ölçüde meşru görülüp sahiplenilmiş değildir.
Bu bakımdan solun Çanakkale savaşı karşısında yükselen şovenist koroya katılmaması bugüne özgü ve geçmişine aykırı bir durum değildir. Bununla birlikte bu duruma bakarak solun şovenizme mesafeli durup sosyal-şovenizm sıfatından kurtulduğuna mı hükmetmek gerekir?
Bu sosyal-şovenizme düşmemenin şovenizmden ayrı durmakla sağlanabileceğini sanmak olur. Sosyal-şovenizm zaten düpedüz şovenizmden ayrı olduğu için ayrı bir kavram olarak tarif edilmiştir. Bu itibarla da sosyal şovenizme düşmemenin koşulu şovenizm ve sosyal-şovenizme karşı Komünist Enternasyonali kuranların çizdiği proleter enternasyonalizmi çizgisinde durmaktır; “düpedüz şoven” olmamak değil.
Komünist Enternasyonal’in Bolşevik çizgisi benimsenmediği zaman ise şovenizmin muhtelif temsilcilerinden birinin yahut diğerinin dümen suyuna karışmak kaçınılmaz olur. Sosyal şovenistler de bunlardır.
Somut olarak bugün de Çanakkale savaşı karşısında proleter enternasyonalizmini öne çıkarmayıp suskun kalmakla yetinmek yetmez. Böyle yapanlar AKP/MHP’nin karşısında gibi duran şovenizmin diğer kanadının gölgesinde kalmaktan ve ona yedeklenmekten kurtulamaz. Nitekim geride bıraktığımız 18 Mart’ta olan büyük ölçüde budur. Afrin’i işgal hareketine karşı çıkmak da bu nedenle sosyal şovenizmden sıyrılmaya yetmez.
Bu bakımdan Afrin’in işgalinin tamamlanmasıyla aynı zamana denk gelen 18 Mart vesilesiyle Çanakkale savaşı konusunda sosyal şovenizmin üzerini örttüğü gerçeklere ışık tutmanın sırasıdır.
Çanakkale Savaşı
“Emperyalistlerin İşgal Girişimine Karşı Meşru Bir Ulusal Direniş”
Değildir
İşin doğrusu Çanakkale Boğazı’nı geçip İstanbul’a ulaşmak için seferber olan donanmaların İngiliz ve Fransız emperyalizminin donanmaları olduğu bir gerçektir. Ama bu donanmalar şu ya da bu devletin donanması olmaktan önce Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın bir tarafı olan İtilaf Devletleri’nin donanmalarıdır. Çanakkale’yi savunup bu donanmayı geri püskürten de mazlum bir milletin fedakâr orduları olarak adlandırılmaz. Söz konusu olan savaşın öteki kampı olan İttifak Bloku’na bağlı Osmanlı ordusudur. Nitekim Çanakkale Savaşı’nın komutanı da bu ittifakın önde gelen gücü Alman İmparatorluğu’nun generali olan “Liman Von Sanders”tir. Savaşın başında yarbay rütbesinde olan ve savaş sırasında albay (miralay) rütbesine erişecek olan Mustafa Kemal de onun komutasında bir küçük subaydan başka bir şey değildir.
Öte yandan Çanakkale efsanelerinde sık sık vurgulandığı gibi orada alman generalinin komutası altında ölenlerin, “Kürt, Türk, Çerkez, Arap vs.” kökenli olmasının da bir ehemmiyeti ve özel bir anlamı yoktur. Hepsi Osmanlı Ordusu’nun askerleridir. Zaten “İngilizler” diye sözü edilen askerler de daha çok Birleşik Krallığın sömürgelerinden devşirilmiş askerlerdir.
Bu bakımdan herşeyden önce Çanakkale’den ve 18 Mart’tan söz ederken bahis konusu olanın iki emperyalist kamp arasındaki paylaşım savaşının bir muharebesi olduğunun altı çizilmelidir. Bu savaşın bütününde olduğu gibi tek tek muharebelerinde de “mağlup olanlar” kadar “muzaffer olanlar” da emperyalist ordulardır. Bunlardan herhangi biri saldırıya uğradığında da “mazlum bir milletin emperyalist saldırıya maruz kalması” gibi tarif edilemez. Tıpkı Fransız birliklerinin Birinci Paylaşım Savaşı’nın sonuçlarını kayda geçiren Versailles Anlaşmasına uygun olarak 1923 ve 1924’te Ren ve Ruhr bölgelerine girmeleri Nazi hareketinin de ilk adımlarını atmasına yol açmıştı. (Ne yazık ki o zaman Alman Komünist Partisi de buna bir işgal diyerek karşı çıkmıştı.) Oysa söz konusu olan komünistlerin bir emperyalist devlete karşı bir diğerinin yanında yer almaması gereken paylaşım savaşının sonuçlarından biriydi. Bu tutumun “emperyalist savaşta kendi devletimizin yenilgisi ehveni şerdir” diyen Bolşeviklerin tutumundan farklı olduğu apaçıktır.
Çanakkale Savaşı’nda da bir tarafta saldırgan işgalci güçler öte tarafta da “saldırıya uğramış vatan savunması yapan güçler” yoktur; o zaman henüz hangisinin galip çıkacağı belli olmayan iki emperyalist kamp vardır.
İşte sosyal şovenizm diye adlandırılan oportünizm türü de tam bu demagoji ve savaşın emperyalist karakterinin ört bas edilmesi üzerinde şekillenmiştir. Örneğin Fransız oportünist sosyalistleri “emperyalist Almanya’nın saldırılarına karşı vatan savunması meşrudur” bahanesiyle kendi devletlerinin ve ordularının yanında yer almayı savundukları için sosyal-şoven olarak tanımlanmıştır. Tıpkı “Almanya’yı düşmana karşı savunmak meşrudur ve cephede savaşan öldürülen Alman askerleri proleter kardeşlerimizdir” diyerek savaşa ve savaş kredilerine destek veren Alman sosyal şovenleri gibi.
Oysa vatan savunmasının sosyal şovenizmle ilişkisi olmayan müstesna bir örneği de sosyalistlerin ve komünistlerin dağarcığında yer alır. Söz konusu olan Paris Komünü’dür. Tesadüfe o da 18 Mart’a denk gelir. Tartışmasız bu örnek de Fransa’yla Prusya arasındaki bir savaşın ardından Paris’in Prusya birlikleri tarafından kuşatılması ve işgal tehdidi altına girmesi üzerine gelişmiştir. Paris Komünü Parislilerin kentlerini Prusya işgaline karşı savunmak üzere silahlanıp tedbir almasıyla başlamıştır. Bu bakımdan tartışmasız bir tür “vatan savunması” örneğidir. Ama bu savunmanın şoven yahut sosyal şoven bir çizgiden ayırdedildiği temel husus şudur: Komünarlar doğrudan doğruya Prusya birlikleriyle karşı karşıya gelmeden önce kendi hükümetlerinin askeri birlikleriyle yüz yüze kalmışlardı. Daha sonra da sözümona birbirleriyle savaşan Prusya ve Fransa ordularının işbirliğiyle ezildiler. Bu bakımdan komünarların vatan savunması aynı zamanda kendi devletlerine ve hükümetlerine karşı buir savunma olarak, “asıl düşman kendi yurdumuzda” tespitini doğrulayan ilk büyük örnek oldu. Şovenizme düşmeden vatanı savunmanın doğru örneği olarak belleklere kazındı.
İşin doğrusu sosyal şovenizmden söz edildiğinde bu saptamaları genel olarak tekrarlayan Türkiyeli sosyalistler az değildir. Ama bahis konusu olan somut olarak Türkiye olduğunda iş değişebilmektedir. Bu durumda benzer bahaneler bulup kendi devletlerinin yanında olmayı, en azından açık ve kesinlikle karşısında olmamayı savunanlar az değildir. Türkiye solunda sosyal şovenlerden söz ederken özellikle bu konuya odaklanmak gerekir.
Kürdistan Sorunu ve Sosyal Şovenizm
Hiç kuşkusuz günümüzde özellikle de Kürt hareketinin kazandığı boyut ve etkiyle Kürtler ve Kürdistan konusunda devletin yanında yer almayı savunan sosyalist pek azdır. Bu açıdan sosyal şovenizmi burada aramak beyhude olur. Sosyal şovenizm Kürdistan’ın kendi kaderini tayin hakkını ayrı bir devlet kurma hakkı olarak savunmaktan imtina etme noktasında kendini gösterir. Bağımsız birleşik bir Kürdistan için mücadele eden bir ulusal devrimci hareketin olmadığı koşullarda da kürtlere yönelik baskı ve saldırılara taraftar olmama hatta karşı çıkma tutumu sosyal şovenizm ithamından kurtulmayı kolaylaştıran bir nesnel durumdur.
Bu nedenledir ki, sosyal şovenizmin teşhisi için genel olarak Kürtler, özel olarak Afin’in işgali karşısında gösterilen tutumlara bakmak yeterli olmaz. Sosyal şovenizmin daha genel ve kapsayıcı bir tarifine ihtiyaç vardır. Aksi takdirde şu ya da bu konuda sosyal şovenizmden arınmış gibi gözükenlerin bir başka vesileyle sosyal şoven bir çizgiye oturması sürpriz olmaz.
Bu bakımdan işin doğrusu sosyal şovenizmle ilintisini kesinkes ve mutlak surette koparmanın koşulu başkadır. Bunu görmek için evvela Komünist Enternasyonal’in bu konudaki saptamalarını kayıtsız şartsız ve her durumda benimsenip benimsenmediğine bakmak gerekir. Proleter enternasyonalizmi çizgisinde durmanın birinci ve olmazsa olmaz koşulu budur. Bu yapılmadığı takdirde şu ya da bu durumda şu ya da bu nedenle sosyal şoven bir tutuma düşmüş gibi görünmeyen akımlar söz konusu olabilir. Ama bunların proleter enternasyonalizmi çizgisine geldiğini sanmak yanılgı olur.
Tam da bu nedenle bugün sosyal şovenizmin etkisini teşhis etmek sadece Afrin’e bakarak mümkün değildir. Tam tersine sadece söze bakmadan başka durum ve örneklere bakmak ve bu bakımdan şovenizmin etkisinden ari bir tutum olup olmadığını görmek gerekir.
Bu da sosyal şovenizmden sıyrılmaya yetmez. Çünkü gerekli koşul sosyal şoven olmamak değil Komünist Enternasyonal’in kıstaslarına göre proleter enternasyonalizmini temsil eden bir komünist partinin parçası olmak, günümüz koşullarında da böyle bir partinin yaratılmasını öncelikli ödev olarak benimsemek gerekir.