Türkiye’de burjuva devrimi 1923’te değil 1908’de gerçekleşti. Emperyalistlerin Ekim Devrimi’ne karşı tahkim ettiği Türkiye Cumhuriyeti 1908’le birlikte gelen şekilsel demokratik usulleri bile süpürerek işçi ve ezilenlerin üzerine yürüdü. Kemalistler devrimci değil karşı devrimciydi. Uluslararası burjuvazinin ve işbirlikçilerinin önüne koyduğu görevleri sadakatle yerine getirdi.

Bu yıl Türkiye Cumhuriyeti’nin (TC’nin) 100. kuruluş yıldönümü kutlanıyor; devlet bürokrasisi ile daha çok kendisini Millet İttifakı’nın yanında konumlandırmış, çoğu TÜSİAD üyesi şirketler parçası oldukları bu gerici ve katliamcı yapıyı “Cumhuriyet nostaljisi” eşliğinde şakşaklayıp alkış yarıştırarak ezberledikleri teraneleri dillendiriyorlar. Bunlara göre Türkiye Cumhuriyeti devleti, ulusal önderin arkasında kenetlenen halkın “yedi düvel”e karşı verdiği “Kurtuluş Savaşı”nın ardından, “laik” ve “demokratik” bir devlete giden yolu 29 Ekim 1923’te perçinlenen bir devrimle kurulmuştur. Her biri Köz’ün birçok sayısında da gösterildiği gibi birer çarpıtmanın ürünü olan bu lafızlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekim Devrimi’nin önüne emperyalistlerin onay ve talebiyle tahkim edilmek istenen bir setin parçası olup yine onların kendi aralarındaki paylaşım kavgası sayesinde Türkiye Cumhuriyeti adını alarak ayakta kalabildiğini gözlerden saklayamamakta; bu karşı devrimci yapının Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde, II. Meşrutiyet’in 1908’de ilanı sonrası gerçekleşen burjuva devrimini takip eden iç savaş sürecinde burjuvazinin devletli, asker, bürokrat ve Müslüman/Türk kanadını temsil eden İttihat ve Terakki’nin burjuvazinin sermaye, üretim ve ticaret alanına yoğunlaşmış çoğu gayrimüslimlerden oluşan kanadını sindirip imha ederek başlattığı sürecin devamcısı olduğu gerçeğini örtememektedir.

Türkiye’nin Bulunduğu Topraklarda Burjuva Devrimi 1923’te Değil 1908’de Gerçekleşti

Tarihte her devrim toplumun belli bir sınıfını iktidara getirir, devlet aygıtını o sınıfı hâkim kılacak şekilde yeniden örgütler. Devrimlere adını veren, hâkim kıldıkları sınıflardır. Dolayısı ile örneğin bir ülkede burjuvazi bir devrim yapıp hâkim olan aristokrasiden iktidarı almayı başardıysa, 1789’da Fransa’da olduğu gibi bu bir burjuva devrimi olarak adlandırılır. Bu devrime proleterlerin ve köylülerin de destek vermiş olması, hareketin sonunda kurulan devletin bir burjuva diktatörlüğü olduğu gerçeğini değiştirmez. 1789’dan bu yana, burjuva devlet tipinin ayırt edici özellikleri değişmediği için Fransa’da burjuvazi hep iktidarı elinde tutmuş, gerçekleşen iktidar değişiklikleri burjuvazi içi darbeler ve bir kısmı başarısız proleter ayaklanmaların istismar edilmesiyle şekillenmiştir. 1908’de burjuva devrimine sahne olan (TC’nin selefi) Osmanlı’da da benzer bir süreç söz konusudur.

Burjuva devriminin temel ölçütü otokrasinin yıkılıp yerine yasa yapma yetkisine haiz bir parlamento egemenliğinin kurulması ise, 1908’de II. Abdülhamit iktidarına karşı gerçekleştirilen şey tam olarak budur. Lenin’in 1917 yılında belirttiği gibi: “Örnek olarak 20. yüzyıl devrimleri alınırsa, Portekiz ve Türk devrimlerini [1908 devrimi kastediliyor -ç.] burjuva devrimleri olarak kabul etmek besbelli kaçınılmaz bir şey olacaktır.” 1908’de Türkiye topraklarında burjuva devriminin gerçekleştiği Mustafa Suphi TKP’sinin programında da yer alır. 1908’den itibaren gayrimüslim burjuvaziyi imha edip saf dışı bırakan Türk ve Müslüman burjuvazi, iktidarı iktisadi güçle kontrol etmesini sağlayacak bir yasama meclisini kurup gücü monarşinin (II. Abdülhamit’in) elinden almış, bir daha da geri vermemiş, henüz bir devrimle proletaryaya teslim etmek zorunda kalmamıştır.

TC’nin Kurulmasını Mümkün Kılan Emperyalistler Arası Rekabet ve Ekim Devrimi’nin Emperyalistlere Verdiği Korku İdi

1916’da İngiltere ve Fransa arasında bağlanan ve Rusya’nın da onayladığı gizli plana göre Sykes Picot Antlaşması’na uygun bir harita çizildiği takdirde, Sevr’de çizilen haritaya uygun bir tablo çıkmaktadır. Tek fark anlaşmaya göre Rusya’nın payına düşmesi gereken ve ateşkes imzalandığı zaman büyük ölçüde Rus birliklerinin kontrolü altında olan topraklar üzerinde Ekim Devrimi’nin etkisiyle gerçekleşen değişikliktir. Sovyet hükümeti Osmanlı topraklarında bir hak iddia etmediğini açıklamış ve Brest-Litovsk Antlaşması’yla Çarlık ordularının işgal ettiği topraklardan çekilmişti. Bu gelişmelerin ardından galip devletler, savaşa son anda ortak olan ABD’ye çarın hissesinin verilmesinde mutabakata vardılar.

Bu şartlarda ABD’nin himayesinde bir Ermenistan ve Kürdistan tarif edildi ve Mondros haritası değişti. Bu durum Mustafa Kemal’in İngilizler’in desteği ile Erzincan Sovyeti (Şurası) ve benzer şura girişimlerini engellemek için 1919 yılının Mayıs ayında Anadolu’ya gönderilmesi ve İngilizler’in Yunan devletine verdiği desteği kesmesi ile de örtüşmektedir. Siyasi ikbal peşinde koşan Mustafa Kemal 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nın ardından ve bu anlaşmaya karşı Kazım Karabekir’in yaptığı birlikte savaşma çağrısına kulak asmadan İstanbul’a gitmiş, burada hükümette yer almak isteklerine karşılık bulamayınca İstanbul hükümetinin onayı ve izniyle Ekim Devrimi’nin rüzgarında kurulan şuraları (sovyetleri) engellemek için Anadolu’ya gönderilmeye razı olmuştur. Kemal ayrıca bayrağına amele ve rençberler şurası (işçi köylü sovyetleri) yazmış, devrimci iktidar formu olarak sovyetleri benimsemiş, modern anlamda Anadolu topraklarındaki ilk siyasi partinin kurucuları olan Mustafa Suphi ve yoldaşlarını boğdurtarak öldürten devlet kadrolarının başındaki kişidir. Mustafa Suphiler, Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan çok önce kurulmuş, binin üzerinde üyeye sahip, Komintern’in programını kabul ettiği üç komünist partiden biri olup 1920 yılında I. Meclis’te Nazım Resmor’u Mustafa Kemal’in karşı çıkmasına rağmen İçişleri Bakanı seçtirebilmiş bir partinin kurucularıydı. Bu gelişmeler Mustafa Suphileri tehdit olarak görmekte hakkı olan Kemal’in devrimci olmak bir yana, bir cumhuriyetçi karikatürü bile olamayacağının göstergesidir.

Birinci Paylaşım Savaşı’nın ardından emperyalistler Ekim Devrimi’nin batıya yayılmasını işbirlikçi Polonya, Estonya, Letonya ve Litvanya devletleriyle engellemeyi başarmıştı. Kafkaslar’da ise tam tersi bir durum söz konusuydu. Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’da sovyet hükümetleri kurulmasını engelleyememelerinin ardından kendileriyle işbirliğine gitmeye hazır tampon bir devletin SSCB önünde set olarak kurulması savaşın galibi emperyalistler açısından cazip bir seçenek hâlini aldı. Gelişmeler kendi aralarında ittifak içinde davranmaktan aciz emperyalist devletleri Sevr Antlaşması’nı yeniden değerlendirmeye itti. Kızılların Anadolu’ya ve Mezopotamya’ya yayılması somut bir tehdit olarak belirince İngiliz, Amerikan ve Fransız emperyalizmleri Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin ilerleyişini sınırları daha az budanmış, takviye edilmiş bir Osmanlı İmparatorluğu, yeni adıyla Türkiye Cumhuriyeti ile engellemeyi tercih etti. TC’nin kurulması ve ABD himayesinde bir Kürt ve Ermeni devletini de içeren ve Yunanistan’a toprak veren Sevr’in yerine Lozan Antlaşması’na giden sürecin taşları böylelikle döşendi. Almanya ağır hükümler içeren kendi barış antlaşmasını 1919 yılında Versay’da imzalarken, bu anlaşmaya göre ehven koşulları haiz Lozan Antlaşması bundan dört yıl sonra imzalanıyordu.

1923’te Yaşanan Bir Devrim Değil Karşı Devrimci Bir Tahkimdir

Yaslandığı sermaye açısından ve askerî bakımdan Almanya ile aşık atamayacak Osmanlı İmparatorluğu/Türk devleti ile yapılan antlaşmaların bu özgün durumu esas olarak Ekim Devrimi’nin sonucuydu. Lozan, payandaları sarsılmış Osmanlı İmparatorluğu’nun devrimci sovyet cumhuriyetleriyle parçalanmasını engelledi, onu emperyalistlerin güdümünde Türkiye Cumhuriyeti olarak tahkim etti. Aynı zamanda Almanya’nın yenilgi, Rusya’nın da Ekim Devrimi nedeniyle savaştan çekilmesi savaşın galibi emperyalist blok içindeki çekişmeleri su yüzüne çıkartmıştı. Lozan Antlaşması öncesinde Fransa’nın Antep ve Urfa, onunla birlikte hareket eden İtalya’nın Antalya’dan kendi iradeleri ile çekilmesi ve Lozan görüşmeleri esnasında İngiltere’ye karşı Osmanlı’yı destekler bir tutum takınmasının nedeni söz konusu emperyalist rekabetti.

Türkiye Cumhuriyeti’nin “anti-emperyalist bir Kurtuluş Savaşı” ve bunun getirdiği bir “devrim” ile değil, Ekim Devrimi nedeniyle Sevr Antlaşması’nın anti-komünist bir revizyona uğraması sayesinde kurulduğunu kavramak programatik düzeyde sol hareketin iliklerine işlemiş olan kemalizmden kurtulmayı mümkün kılar. TC’nin kurulmasını kısmen ya da bütünüyle başarılı bir burjuva devrimi olarak görenler, en başta Türk devletinin kurulmasına giden sürecin 1908’deki burjuva devriminin bir sonucu olduğunu kavrayamamış olurlar. Nasıl ki 1789 Fransa Devrimi’nin ya da 1848 Alman Devrimi’nin devamında bu ülkelerde burjuvazi içi iktidar değişiklikleri bir devrim değil, çoğu zaman başarısız proleter ayaklanmaların doğrudan ya da dolaylı birer sonucu ise; 1923’te Türkiye topraklarında yaşanan da devrim değildir. Hiç kuşkusuz Hohenzollern İmparatorluğu’nun yerine kurulan Weimar Cumhuriyeti’ni de ileri bir adım olarak görenler az değildir. Ama böyle bir değerlendirme ancak bu Cumhuriyet’in Alman komünistlerinin cesetleri üzerine inşa edildiğini, yani bir karşı-devrimle kurulduğunu unutarak yapılabilir.

Aynı bakış açısı ile 1789’da gerçekleşen Fransız Devrimi’nin de 1830’da monarşi üyelerine karşı bir darbe, 1848’de “İkinci Cumhuriyet”in kurulması veya 1871’de Paris Komünü’nün kurulması ve sonrasında yıkılması ile tamamlandığını düşünmek mümkün olur. Bu hareketlerin hiçbirinde 1789’da burjuvazinin sağladığı temsilî demokrasi ile kurulan yasama meclisi üzerinden yasalar çıkartma, hükümeti şekillendirme, yürütme hâkimiyeti ile hükümet politikalarını yönlendirme gibi konularda adım adım iktidar pozisyonunu sağlamlaştırıp hâkim sınıf olma konumu değişmemiştir; dolayısı ile 1830 da, 1848 de, 1871 de bu anlamı ile yeni bir burjuva devrime değil, muzaffer olamamış proleter ayaklanmaların bastırılmasına sahne olmuştur. 1830’da ayaklanan işçilerle işbirliğine giden burjuva liberaller ayaklanmayı kendilerine mâl etmeyi başarıp proleter ayaklanmayı başarısız kılmış ve burjuvazi içinde iktidar değişikliği sağlamıştır. 1848’de yine ayaklanan halk ve proleterler burjuvazi içi bir hükümet değişikliğine razı edilerek yenilmişlerdir; 1871’de ise Paris Komünü ayaklanması sonrasında Thiers Paris komünarlarının tanımadığı Cumhuriyet’i kurmadan önce Komün’ü yenilgiye uğratmıştır. Söz konusu tarihleri burjuva devrimini tamamlayan aşamalar olarak görmeye kalksak, tüm bu ayaklanmaları burjuva devrimin ilerici bir aşamaya geçip tamamlanmasına karşı gerici bir hareket olarak algılamamız gerekir. Benzer bir mantıkla Kemalistlerin örneğin 1925’te Azadi isyanını bastırarak burjuva devrimini tamamlayıcı bir adım attıklarını; ya da Rojava’daki başkaldırının Esad’ın Suriye’deki devrimini sekteye uğrattığını düşünmek işten bile değildir.

Devrim Aşamalı Olarak Tamamlanan Bir Süreç Değildir

TC’nin kuruluşunun ileri bir adım, 1908’deki burjuva devriminin bir tamamlayıcısı olarak görülmesi de ancak aynı çarpık bakış açısıyla mümkündür. Söz konusu çarpık bakış açısına sahip olup TC’yi bir ilerici adım, hatta burjuva devrimi ya da devrimin bir aşaması olarak görenler devrimin aşamalı olarak tamamlanan bir süreç olduğunu varsaymak yanlışına düşerler. Devrimler, evrim süreçlerinden farklı olarak yıllar boyu süren, aşama aşama hayata geçirilen süreçler değil, tersine kademeli ve tedricen gerçekleşmesi mümkün olmayan, bir çırpıda gerçekleşen siyasi dönüşümlerdir. 1648’de Britanya’da, 1789’da Fransa’da, 1848’de Almanya’da veya 1908’de Osmanlı’da yaşanan burjuvazinin temsilî demokrasi ile bir yasama meclisi kurdurtup zor aygıtını (devleti) ele geçirmesi tek bir kez olmuştur; bu devrimler burjuvazinin iktidara gelmesini sağlamıştır, sonraki mücadeleler iktidara giden yolun açılması değil ya proletaryaya karşı tahkim edilmesi ya da/ve de burjuvazinin kendi içindeki mücadelelerle ilgilidir.

Devrimi aşamalı bir süreç olarak görme hatası ilerici payesi verilen sınıfla (burjuvazi ile) işbirliği yapabilmeyi de mümkün kılar; böyle bir durumda 20. yüzyılda Alman Sosyal Demokratları gibi burjuva devletin bir parçasına dönüşerek devletleşmek ya da Türkiye Cumhuriyeti’ni anti-emperyalist bir Kurtuluş Savaşı’nın müsebbibi devlet olarak tanımlayıp onunla cephe siyaseti yürütmekte beis görmeyen Şefik Hüsnü TKP’sinin başına geldiği gibi devletin yoğun saldırılarına maruz kalmak işten değildir.

Söz konusu hatanın bir başka sonucu ileride devletin hâkimi burjuvazi ile başka işbirliklerine gitmenin de önünü açar: TİP geleneğinden gelen solcuların yaptığı gibi 1960 darbesini burjuva devriminin bir aşaması olarak görüp ”burjuva devrimi tamamlandı” savını ileri sürerek ”faşizme karşı ilerici anayasaya sahip çıkıyoruz” safsatası ile desteklemek ya da liberal solun akıl hocası Ömer Laçiner’in yaptığı gibi 2007 yılında AKP’nin kazandığı seçimleri burjuva devriminin tamamlayıcısı olarak görmek doğallaşır. 2023’te Erdoğan’a karşı, cumhuriyetin aşındırılması ya da ortadan kaldırılması amacıyla burjuvazinin kurduğu Millet İttifakı’na sarılıp burjuvaziyle ortak bir hatta geçen sol örgütlerin yaptığı da benzer bir kavrayışsızlığın ürünüdür.

Diğer yandan 1923’te yaşananın bir devrim olmaması ve Türkiye’nin bulunduğu topraklarda burjuva devriminin 1908’de yaşanmış olması komünistlerin 1908’de ve sonrasında sırf burjuva devrimini gerçekleştirdiler diye İttihat ve Terakki hareketini destekleme hatasına düşüremez.

Nitekim Bolşevikler 1917 Şubat Devrimi’nde iktidarı ele geçiren Geçici Hükümet’i de sonrasında kurulan Kerenski Hükümeti’ni de içindeki Sosyalist Devrimci, Menşevik bakanlara karşı desteklemedi. Geçelim komünistleri, kendisi dışında hiçbir harekete örgütlenme ve propaganda özgürlüğü tanımayan, geçelim kendi kaderini tayin hakkını tanımayı ezilen uluslar üzerindeki millî baskıyı ağırlaştıran ve katliam üzerine katliam örgütleyen, geçelim halk hareketlerine göstermelik bir destek vermeyi bu hareketleri açıktan bastırmaya çabalayan İttihatçıları desteklemek elbette söz konusu olmamalıdır.

Kemalciler’e ve Enverciler’e tahkim ettirilen bu tarihi karşı devrim duvarını ortadan kaldırıp onun hem kendi içinde hem de işgal ettiği topraklarda esir ettiği ezilenleri ve halkları özgürleştirecek bir devrimi mümkün kılacak partiyi kurmak Köz’ün arkasında duran komünistlerin boynuna borçtur.