“Bir siyasi partinin kendi yanılgıları karşısındaki tutumu, bu partinin ciddi olup olmadığını, kendi sınıfına karşı ve emekçi yığınlara karşı görevini yerine gerçekten getirip getirmediğini saptayabilmemiz için, en önemli ve en güvenilir kıstaslardan biridir. Yanılgısını açıkça teslim etmek, nedenlerini arayıp bulmak, bu yanılgıya meydan veren durumu tahlil etmek, yanılgıyı doğrultma yollarını dikkatle incelemek; işte ciddi bir partinin işaretleri bunlardır, ciddi bir parti için görevlerini yerine getirmek, sınıfı ve ardından da yığınları eğitmek ve bilinçlendirmek bu demektir.”

Lenin Alman sol komünistlerini 1920 yılında böyle eleştiriyordu. Lenin’in ölçütüne, yüz küsur yıl sonra, kendini devrimci parti ilan etmiş akımların ciddiyetlerini ölçmek için başvurabiliriz. HDP’nin Erdoğan’ı hükümet kuramayacak hale getirdiği parlak bir seçim zaferi olan 7 Haziran 2015’in sonrasında yaşanan yenilgiyi kim nasıl açıklamaktadır acaba? Hatta bir adım daha ileri gidip şunu da sorabiliriz: Konu 7 Haziran sonrasının muhasebesini vermek olunca, tabiatı gereği bireyci, grupçu ihtiraslarla yoğrulmuş, birbiriyle sürekli rekabet eden, kendi sınıfını eğitmek gibi bir görevi olmayan burjuva partileri mi yoksa konu sınıf mücadelesi olunca mangalda kül bırakmayan sol akımlar mı daha ciddidirler?

7 Haziran sonrasında yaşanan yenilgiden ne anlamak gerekir?

Bugün anket şirketlerine kulak vererek Erdoğan’ın önümüzdeki seçimlerin ardından koltuğundan ineceğine inanmayan yok gibi. Hâlbuki yedi sene önce, yine aynı anket şirketlerine göre Erdoğan’ın görev onayı bugünkünden daha düşük bir seviyedeydi. Dahası sonrasındaki seçimlerde AKP de Erdoğan da 7 Haziran’dakinden daha düşük bir oy almadı, hükümet kuramaz hâle hiç gelmedi. 7 Haziran’da “Nasıl salladık ama” diye şakalaşanlar, Erdoğan’ın seçim sonrası sessizliği karşısında zafer şarkıları söyleyenler, CHP’nin MHP ile ya da Davutoğlu AKP’siyle koalisyon kurup Erdoğan’ı kuşatarak teslim alacağını düşünenler hayal kırıklığına uğradı.

Yenilgi deyince önce Amerikancı muhalefetin yenilgisinden bahsetmeli. Amerikancı muhalefet 7 Haziran öncesinde Erdoğan’ın seçimle gönderileceğine hiç olmadığı kadar emindi. Elbette kendince haklı sebepleri de vardı. Anket sonuçlarının, kitlelerde Gezi’den beri iyice belirginleşmiş hükümet karşıtlığının verdiği cesaretin yanı sıra hükümet karşıtı propaganda yapabilen etkili medya kuruluşlarına da sahipti. Bunun yanı sıra muhalefetin 7 Haziran öncesinde bürokrasisinin üst kademelerinde varlıklarını koruyan uzantıları devlet içerisinde manevralar yapabiliyor, devlet organları eliyle hükümete saldırabiliyordu. Amerikancı muhalefet 7 Haziran sonrasında sadece hükümet kurma umutlarını değil, elindeki gazeteleri, televizyonları, bürokrasi içindeki kadrolarını da yitirdi.

Aynı süreçte, kendisi doğrudan Amerikancı burjuva muhalefetinin parçası olmasa da Amerikancı muhalefetin peşine takılan HDP de hüsrana uğradı. 7 Haziran’da yüzde 12’nin üzerinde bir oy ile barajı aşan, AKP’nin hükmet kurma dengelerini tamamıyla alt üst eden, meclisteki üçüncü en kalabalık parti olmakla kalmayıp siyaset sahnesindeki en belirleyici aktörlerden biri haline gelen HDP, büyük oranda da kendi tercihinin ürünü olsa da, adım adım siyaset sahnesinin tümüyle dışına atıldı. Amerikancı muhalefetin eliyle demokratikleşen bir Türkiye’de “Türkiyeli siyaset yapma” hedefiyle çıkılan yolun sonunda HDP’nin eşbaşkanları, milletvekilleri, binlerce kadrosu yıllardır hapiste. Tüm HDP belediyelerine kayyım atandı, pek çok belediye başkanı hapsedildi.

Elbette 7 Haziran’da yenilgiye uğrayan Amerikancı muhalefetin ve onun peşinde sürüklenen HDP’nin çizgisiydi. Gelgelelim ciddi bir siyasi akımın işin içinden “7 Haziran’da reformist hayaller kuranlar yenilgiye uğradı” diyerek sıyrılması, kendini bu tablodan tümüyle ayırması mümkün değildir. 7 Haziran’dan iki yıl önce Türkiye’nin en büyük hükümet karşıtı ayaklanması olan Gezi yaşanmıştı, ondan bir yıl sonra 6-7 Ekim ayaklanması sadece Kürdistan’ı değil Türkiye’nin metropollerini de kasıp kavurdu. 7 Haziran’dan birkaç ay sonra başlayan gerilimse, Hendek yahut Şehir Savaşları adıyla bilinen, Kürdistan’daki en proleter ve militan başkaldırılardan birini tetikledi. Bu süreçte başkaldıran kitlelerin devletin kolluk kuvvetleri ve ordusu tarafından dağıtılması elbette bir yenilgi olarak değerlendirilebilir. Ama devrimcilik iddiasını taşıyan güçler açısından asıl yenilgi olarak adlandırılması gereken, tüm bu süreçlerde devrimci temelde harekete geçen güçlerin, bağımsız bir odak oluşturamaması, tam aksine 7 Haziran’a doğru ve sonrasında Amerikancı muhalefete yedeklenmesidir. Kuşkusuz Gezi’nin, Kobane Ayaklanması’nın, hendek savaşlarının bir parçası olduğu süreç sonlanmış değildir, devrimci dinamikler hâlâ mevcuttur, hatta daha da güçlenerek kendini dışa vurmaktadır. Ama yine de ortada, devrimci güçler tarafından muhasebesi verilmesi gereken bir süreç vardır.

Burjuvazinin çıkardığı dersler

7 Haziran Türkiye’de kitlelerin hareketinin ve sokağa çıkma arzusunun en çok yükseldiği dönemin ardından gelmişti. Önce 2013’teki Gezi ayaklanması ve ardından devam eden eylem dalgası, sonrasında Berkin Elvan’ın cenazesinde ve Soma katliamına verilen tepkiler hükümet karşıtlığında ortaklaşmıştı. 7 Haziran’da HDP’nin aldığı oy “seni başkan yaptırmayacağız” çizgisini benimsemesinden kaynaklanmıştı. 7 Haziran’dan hemen önce patlak veren grev dalgası, bu siyasi dalganın sendikalı işçileri de harekete geçirdiğini gösteriyordu. Kobane ayaklanması ise hükümet karşıtlığının bir başka ve daha sarsıcı temelde ilerleyen göstergesiydi.

Diğer taraftan hükümet saldırıyordu, Bahçeli’ye teslim oldukça daha da saldıracaktı. Erdoğan HDP’yi meclis dışında bırakmak ancak daha da önemlisi HDP’nin kitlesini oluşturan emekçi ve ezilenleri sindirmek ve burjuva muhalefetini köşeye sıkıştırmak için içsavaşı başlattı. Saldırılara karşı kitlesel eylemlerden korkan, bu saldırıları “AKP’nin kaos yaratmak için çıkardığı bir provokasyon” olarak tanımlayan muhalefet tüm saldırıları suskunlukla karşılamayı tercih etti. Suruç katliamında, Ankara Gar katliamında, hendekleri ezmek için yapılan operasyonlarda tutum bu yönde oldu. HDP de olası bir AKP-CHP koalisyonunu bozmama kaygısıyla bu plana ayak uydurdu.

1 Kasım seçimlerinin ardından Erdoğan yeni ortağı MHP’nin desteğiyle hükümet kurmayı başarmış olsa da bu desteğin zorunlu koşulu Erdoğan’la Kürtler arasındaki tüm köprülerin dinamitlenmesiydi. Çokları tarafından Bahçeli’nin hükümete teslim olduğu düşünülüyordu ama aslında Erdoğan’ı siyasi olarak teslim alan kendisiydi. Erdoğan kendisinin kışkırttığı, ama ummadığı bir dev olarak karşısına dikilen hendekler karşısında mücadelesinde MHP’ye elini kolunu kaptırdı. Derinleşen içsavaş hendeklerin ortadan kaldırılmasıyla sona ermedi, tersine Türkiye’nin her tarafındaki her türden muhalif kesim bu savaşın hedefi hâline geldi.

Böyle bir atmosferde, kitlelere “siz yürümeyin ben yürürüm” diyerek yola çıkıp, istemeden Adalet Yürüyüşü’nü başlatan Kılıçdaroğlu fırsat buldukça “Bize ikinci bir Gezi yaptırmak istiyorlar ama yapmayacağız” demekten, TC tarihinin en kitlesel ve geniş kapsamlı hükümet karşıtı ayaklanmasının tekrarlanma ihtimalini dahi bir AKP provokasyonu olarak lanetlemekten, Erdoğan’ı sandıkta göndermeyi kitlelere salık vermekten geri durmadı. Ortaya çıkan her tepki karşısında “Biz iktidar olunca bunlar yaşanmayacak” mesajlarıyla kitlelerin enerjisini sandığa yönlendirdi.

Kısacası 7 Haziran sonrasındaki yenilgiden burjuvazinin çıkardığı ilk ders, seçimleri kazanmak için sokaktan ve sokaktaki burjuvazi açısından kontrol edilmesi güç dinamiklerden katiyetle uzak durmaktı.

Burjuva partilerinin çıkardığı ikinci ders ise AKP’nin milliyetçi ve muhafazakar tabanını bölmek, sayısı git gide arttığı iddia edilen “küskün AKP’lilerden” oy alabilmek adına devamlı sağa kayan, milliyetçi çıkışlar yapan bir muhalefet çizgisi gerekliliğiydi. Elbette Amerikancı muhalefet, güdümünde hareket eden HDP’yi ve sol akımları çantada keklik gibi gördüğü için bu tutumu bu denli rahatlıkla takınabildi. Amerikancı muhalefetin yanında tutmak için taviz vermek zorunda olduğu kesim işçi hareketiyle ilişkili sol partiler değil, burjuva partilerinin en sağdaki tabanıydı. Oyları bölmemekten “Erdoğan faşizmini” geriletmeye, sosyalist mücadele için demokratik alan açmaktan CHP’nin solundakileri devşirmeye uzanan muhtelif gerekçelerle burjuvazinin temsilcisi Amerikancı muhalefete koşulsuz destek verilirken, “suyuna gidilerek” AKP’den koparılması gereken kitleler tarif edildi, onları huzursuz etmeyecek ölçüde sağda kalan bir çizgi belirlendi, bütün tavizler bu kesimlere verildi. Her konuda AKP’ye muhalefetmiş gibi görünen burjuvazi hükümetin sınır ötesi operasyonlarına, Rojava’ya ve Kürdistan’a yönelik saldırılarına herkesten önce sahip çıktı, bir yandan kayıp milyon dolarların hesabını kul hakkı ile yaparken diğer yandan tezkerelere ikircimsiz biçimde onay verdi. İslami söylemler, şehitlere dualar, Kürdistan’ı yakıp yıkmaya dair vaatler, güya saldırı altındaki polisler için verilen intikam sözleri bugün burjuva muhalefetinin gündelik söylemlerinin bir parçası haline gelmiş durumda.

Burjuvazinin 7 Haziran sonrasındaki yenilgiden çıkardığı dersler elbette yeni keşfedilmiş fikirler değildi. Ancak 7 Haziran-1 Kasım sürecindeki derslerin ardından bu tutumlar iyice somutlaştı, tutarsız, yarım ağızla söylenen tutumlar olmaktan çıktı, açık açık dillendirilmeye başladı. Dahası herkes tarafından kabul gören kurallar hâline geldi. Bugün Millet İttifakı’ndan bağımsız bir siyasi hatta faaliyet yürütmek, 7 Haziran-1 Kasım yenilgisinden öncesine oranla daha fazla siyasi cesaret gerektiriyor. Burjuva muhalefetinin tutumunun bu denli somutlanabilmiş olmasının iki temel nedeni var. Birincisi, Amerikancı muhalefetin çıkardığı derslerin tümü temsil ettikleri sınıfın çıkarlarının bilincinde, bu çıkarlarla tutarlı olmuştur. Bu dersler ışığında şekillenen politik çizgileri de -her ne kadar Erdoğan’ı gönderme konusunda başarısızlığa mahkûm olsa da – yine burjuvazinin çıkarlarını korumaya yönelik bir çizgidir. Bu anlamda burjuva muhalefetini oluşturan partiler siyaset sahnesindeki varlıklarının amacının farkında, sınıf çıkarlarını ciddiye alan burjuva partilerinin nasıl davranması beklenirse öyle davranmışlardır. Kendi meşreplerince 7 Haziran yenilgisinin muhasebesini yapmış ve geçen yedi yıl içerisinde bu doğrultuda hareket etmiştir.

İkinci nedeni ise burjuvazinin karşısında proletaryanın çıkarlarını savunması gereken hattın kendi başarısızlığının muhasebesini yapıp gerekli dersleri çıkaramamış olmasıdır. Elbette lafta kalan bir dizi ders ve ödev vardır ancak önemli olan bu derslerin proletaryanın, emekçi ve ezilenlerin çıkarlarıyla uyumlu olup olmadığıdır. Türkiye’de bugün sınıf bilinciyle hareket eden esas aktörün ne sol akımlar, ne de kendi kırılgan pozisyonu nedeniyle Bahçeli güdümünde tutarsız hamlelerle sürüklenen Erdoğan, aslen Amerikancı burjuva muhalefeti olduğunu tespit etmek gerekir. Sol akımlar ise, burjuvazinin çıkardığı derslerle ortaklaşmış, onların güdümünde hareket etmiş, isteyerek veya istemeyerek burjuvazi çıkarlarını koruyan bir politik çizgiye kendilerini mahkûm etmişlerdir.

Solun burjuvazinin güdümünde çıkardığı dersler

Devrimcilerin bu tablo karşısında burjuvazi ile taban tabana zıt değerlendirmeler yapması, proletaryanın çıkarlarıyla uyumlu dersler çıkarmaları beklenirdi. Oysa Türkiye’de devrimcilik iddiasında olanlar burjuvazi ile ortaklaşan dersler çıkardı.

7 Haziran seçim döneminde ilk olarak Diyarbakır mitinginde bombaların patlamasıyla başlayan “provokasyona gelmeme” ve “AKP’ye seçimlerle kaybettirme” bahanesi 7 Haziran- 1 Kasım arasındaki saldırılarda da kitlelere pasif tutumun propagandasına gerekçe oluşturdu. Üstelik 7 Haziran sonrası AKP’nin türlü saldırganlıklar sergileyerek iktidardan bu şekilde gitmeyeceğini ortaya koymasına rağmen bu atıl tutumun propagandası sürdü.

Suruç saldırısı olduğunda Erdoğan’a karşı daha güçlü biçimde kitleleri sokaklara çağırmak yerine katledilenlerin örgütlü devrimciler olduğu bile saklandı, onların Rojava’ya oyuncak götüren “düş yolcuları” olduğu söylendi. 10 Ekim’de Ankara’da yaşanan patlamadan sonra sorumluk lafta Erdoğan’a yüklendi ancak kitlesel bir tepki örgütlenmedi, “Evlerinize dönün” çağrısı yapıldı, saldırıda hayatını kaybedenlerin cenazeleri dahi toplu bir şekilde kaldırılamadı. 1 Kasım için yapılması planlanan seçim mitinglerinde “Seni başkan yaptırmayacağız” çizgisini devam ettirerek hükümet karşıtı öfkeyi bir araya getirmek yerine mitinglerin iptali kararı alındı. “Hiçbir vatandaşın zarar görmemesi” için sağduyu çağrıları yapıldı. Saldırıların sorumlusunun hükümet olduğu lafta kaldı, asıl sorumlu sokağa çıkan kitlelermiş gibi davranıldı. Kitlelerdeki karamsarlık ve moral bozukluğunu güçlendiren mesajlar verildi.

7 Haziran sonrasındaki yenilginin en önemli ayağı hendekler karşısında verilen tepki oldu. 1 Kasım öncesinde hükümetin gündeme getirmeye başladığı hendeklere sahip çıkılmadı, kimin hangi niyetlerle hendekleri kazdığına dair tartışmalar gündemi meşgul ederken “Kürdistan’da direnenlere destek için Türkiye’nin batısında da kitleleri seferber edeceğiz” denilmedi. Üstelik bu sorgulamalar HDP düşmanlarından değil, kendini HDP’nin bir parçası gören yahut destekçisi ilan eden reformistlerden geldi. 1 Kasım’da HDP’nin 7 Haziran’daki sonuçları alamamasından ve hatta barajı aşamama ihtimalinin ortaya çıkmasından hendekleri sorumlu tuttular. “PKK ve YDG-H çatışmaları yeniden başlatmak suretiyle HDP’nin 7 Haziran’daki gibi bir başarılı sonuç elde etmesine engel oldu” dediler. Ne HDP’den ne de HDP ile saf tutan veya diğer sol akımlardan bu çarpık hendek ve çatışma eleştirisine karşı net bir tutum gelmedi.

Sol düzen içi yöntemlere o denli teslim oldu ki Sur’da, Nusaybin’de TSK ile çatışanları “AKP’nin ekmeğine yağ sürüyorsunuz” diye eleştirmek geçer akçe oldu. Hendeklere net şekilde sahip çıkamayanlar veya yarım ağızla eleştirenler de hendek savaşının ardından “hendekler yanlıştı, asla kazılmaması gerekirdi, silahlı biçimde direnilmemesi gerekirdi” görüşünü dillendirmeye başladı.

Bugün geri dönüp bakıldığında hendekleri koşulsuz şekilde savunabilen yoktur. 1 Kasım’da Erdoğan’ın kışkırtmalarının ardından Kuzey Kürdistan’ın en kapsamlı ve en uzun süren başkaldırısının yaşandığını teslim eden, bu ayaklanmanın ardından Türkiye devletinin bölgede sadece tümüyle silahlı kuvvetlere dayanarak hakimiyet kurabilecek denli zayıf bir pozisyona geldiğini savunan hiç yoktur. Erdoğan yedi yıl içerisinde Sur’u, Cizre’yi bombalarla yakıp yıkmasına rağmen iç savaşı kazanamadıysa, Türk devleti Kürdistan’da hakimiyetini ilan edemediyse bunun nedeni Kürdistan’daki dinamiklerdir” diyen de yoktur elbette. Ancak bugün üzerinde ortaklaşılan ders “silaha sarılmak yanlıştır” görüşü olmuştur.

Lenin 1905 devriminin yenilgisinin ardından üç yıl sonra, “silaha sarılmamak gerekirdi” görüşünü savunan Plehanov’u eleştirmek maksadıyla, kaleme aldığı “Moskova Ayaklanması’nın Dersleri” makalesinde şunları yazıyordu:

“Bunun gibi, Plekhanov’un, bütün oportünistler tarafından benimsenen fikrinden daha miyopça bir şey olamaz: Ona göre, grev zamansızdı, başlatılmamalıydı ve ‘silaha sarılmamalıydılar’. Oysa, tam tersine, daha kararlı, daha saldırgan ve daha canlı olarak silaha sarılmalıydık; sorunları sakin bir grev sınırı içinde çözmenin imkânsız olduğunu, korkusuz ve amansız bir silahlı çarpışma gerektiğini kitlelere anlatmalıydık, Şimdi artık siyasal grevlerin yetersiz olduğunu açıktan açığa kabul etmeliyiz; silahlı çarpışmadan yana kitleler arasında yaygın bir tahrike girişmeli ve ‘hazırlık aşamaları’ yaveleriyle ya da herhangi bir yolla bu sorunu bulandırmaya kalkışmamalıyız. Gelecek devrimci hareketin baş ödevi olarak korkunç, kanlı bir yoketme savaşı gerektiğini kitlelerden gizleseydik hem kendimizi, hem halkı aldatmış olacaktık. Aralık olaylarından öğreneceğimiz ilk ders budur.”

Türkiye’de 1905 benzeri bir devrimin içinde olmadığımızı akılda tutmakla birlikte, Gezi’den bu yana yükselen hareket için de, hendek savaşları için de aynı şeyleri söylemek gerekir. Yanlış olan kitlelerin Erdoğan’ın karşısına savaşçı ve hendekler örneğinde olduğu gibi ölümüne kararlı bir şekilde çıkması değildi. “Hazır değiliz” bahanesine sığınmadan bu başkaldırılara katılmak da yanlış değildi. Yanlış olan Lenin’in deyimiyle “silaha daha sıkı sarılamamak” yani bir başkaldırıyı başarıya ulaştırmayı mümkün kılacak adımları atmamaktı. Yanlış olan bu adımların devrimci bir önderlik olmadan, devrimci bir partiyi yaratma sorumluluğunu üstlenmeden “ayaklanma” ve “mücadele” çağrılarıyla atılabileceğini düşünmekti.

Türkiyeli reformistlerse hendekler ve iç savaş konusunda elbette Lenin’in çıkardığı derslerin tam tersini çıkardılar, Plehanov’u usta bellediler. İşgal altında ve kendisine savaş açılmış kesimlere barış telkini yaparak, silahlı direnişleri için onları suçlayarak, Erdoğan’a karşı mücadelenin kabul gören araçlarını parlamento, düzen içi yöntemler ve mahkemeler diye tarif ederek burjuvaziye teslim olduklarını tescillediler. Erdoğan’a karşı kazanılan mevzilerin ancak Erdoğan’a karşı emekçi ve ezilenlerin sessizliğiyle korunabileceğine dair burjuvazi için anlamlı ancak sol için ahmakça kabul edilecek çizginin savunusu da böylece iyice rayına oturmuş oldu.

2018’de Türk ordusu Afrin’e doğru ilerlerken iç barış çağrıları için yeni bir bahane tedavüle sokuldu. Yükselen şovenizm adı altında kitlelere sadece hükümetten değil, gerici kitlelerden de korkması gerektiği mesajı verildi. Erdoğan’ın evlerinde zar zor tuttuğu kalabalık Gezi’den Afrin’e geçen beş sene boyunca bir türlü sokağa çıkmamıştı ancak bu kez de SADAT tarafından eğitilmiş birlikler, paramiliter gruplar hakkında iddialar özellikle sol tarafından yayılmaya devam etti. Hâlbuki Afrin gibi Türkiye’deki sağ partilere oy veren işçilerin dahi şoven duygularını kabartamayan, onların en azından bir süreliğine Erdoğan etrafında kenetlenmesini sağlayamayan bir işgal operasyonu karşısında sinenler böyle bir dönemden demokrasi savaşı için istifade etme fırsatını da yitirmiş oldu.

2019 seçimlerine gelindiğinde Millet İttifakı adayı karşısında bağımsız ortak bir aday çıkaramayan akımların kimileri açık açık burjuva –ve sağcı olduğunu asla saklamayan- adayları desteklerken kimileri de göstermelik bir seviyede de kalsa bağımsız aday gösterdi. Ancak İstanbul seçiminin tekrarlanma kararının ardından bir oyun dahi önemini iyice kavramış olacaklar ki, KöZ’ün haricindeki kesimler, adaylarını çektiler, ne bir bağımsız tutum vurgusu ne de yarım ağızla söylenilen boykot çağrısının ötesine geçebilen bir boykot çalışması ördüler. Aynı dönemde emekçilerin bağımsız hattını savunduğunu iddia edenlerin hepsi de ısrarla üçüncü cepheyi savunmakla meşgullerdi. Üçüncü cephe kavramının dolaylı şekilde burjuva muhalefetin de Erdoğan’a karşı bir cephe olarak kabul edilmesi anlamı taşıdığı görmezden gelindi. Burjuvanın ittifakını elinin tersiyle itecek asıl Erdoğan karşıtı cephenin kurulması için bırakalım sorumluluk almayı bu cephenin adı dahi anılmadı.

Türkiye’de susup Sri Lanka’da coşanların muradı ne?

Kendi yenilgisinden dersler çıkarmayan sol dünyanın muhtelif yerlerinde meydana gelen ayaklanmalara ve toplumsal kalkışmalara da gıpta ile bakmaktan, destek vermekten geri durmuyor.

Daha önce 2019-2020 yıllarında tüm dünyayı saran eylem dalgaları süresince muhtelif bölgelerdeki ayaklanmalardan kesitler sunuldu, uzaktan destek verildi, “bir gün burada da olacak” ümidi kitlelere aşılandı. İşgal kelimesini kullanmaktan imtina ederken ABD üzerinden ırkçılık analizleri yapıldı, Kürtlerle ABD’deki siyahilerin yaşadıkları arasında paralellikler kuruldu. Şili’de yeni bir anayasanın yapılmasıyla sonuçlanan ayaklanmanın ardından sokaklara yapılan güzelleme bitmek bilmedi. Bu ayaklanmanın bir anayasa ve kurucu meclisle bitmesine dikkat eden yoktu ama Türkiye’deki akımlara Latin Amerika’dan feyz almayı, genel geçer Latin Amerikan halk hareketleri güzellemeleriyle, telkin edenler pek çoktu.

Bu ikiyüzlü gıpta bugün de hız kesmeden devam ediyor. Bir yanda Sri Lanka’da halkın sarayı basıp devlet başkanının havuzunda eğlenmesi, diğer yanda Arnavutluk’ta yolsuzluk nedeniyle ana muhalefet partisi liderliğinde kitlelerin sokağa dökülmesi sol akımların yine gündemine oturdu.

Daha önce KöZ sayfalarında kitlelerin enerjisini sokakta büyütmek yerine sandığa hapsedebilmek için sürekli tekrarlanan “Erdoğan’ı bu sefer göndereceğiz” telkininin , paradoksal biçimde kitlelere cesaret aşıladığını, ve bu cesaretin de önümüzdeki günlerde sokak hareketlerinin önünü açabileceğinin altını çizmiş, sık sık yeni bir örneğini gördüğümüz grev ve işçi eylemlerini de bu gözle değerlendirebileceğimizi ifade etmiştik. Bu paradoksal gelişmeler yaşanırken kitlelere her türlü eylemi yasaklayan reformistlerin Sri Lanka’daki eylemleri coşkuyla selamlamasını, havuz sefası yapan emekçilerden övgüyle söz etmesini nasıl açıklamalı peki? Reformistlerin başına taş mı düşmüştür yoksa kendi kendileriyle mi çelişmektedirler?

Reformistlerin Sri Lanka coşkusunda elbette sadece platonik değil aynı zamanda öznesi de belli olmayan enternasyonalizm anlayışlarının da payı vardır. Her türlü kitle hareketini alkışlayıp, onun kuyruğuna takılma eğilimi de reformistleri coşkulandıran bir başka etmendir. Ama konu Sri Lanka olduğunda iki noktaya daha dikkat çekmek gerekir. Birincisi aslında Rojava Devrimi boyunca tanık olduğumuz bir durumdur. İçinden geçtiğimiz süreçte Türkiye’de bir devrimin koşullarının mümkün olmadığını savunarak HDP’nin peşine yedeklenen akımlar, kendi bünyelerinde yahut çevrelerinde yer alıp da devrimci bir pratikte ısrar eden militanlara Rojava yolunu açtılar. Böylelikle Türkiye’de en pespaye legalizme teslim olmuş akımlar Rojava Devrimi’nin bir parçası hâline gelmiş oluyorlardı. Bugün Sri Lanka’yı heyecanla selamlayanların ezici çoğunluğu da aslında bunu benzer bir kaygıyla, Türkiye içinde karşılarına alamadıkları reformist çizginin üstünü örtmek maksadıyla yapıyorlar. İkincisi, Sri Lanka’dan coşkuyla söz eden akımlar aslında bunu Türkiye’de benzer bir seferberliği örme kaygısıyla değil Erdoğan’a akıl fikir verme, “seçim sonuçlarını tanımazsan senin de sonun böyle olur” diye parmak sallayarak, Erdoğan’ı doğru yola getirme kaygısı için yapmaktadırlar. Başka bir deyişle Sri Lanka ayaklanmasını kendileri için örnek alınacak bir durum olarak değil, Erdoğan açısından ibret alınacak bir durum olarak sunmaktadırlar.

Proletaryanın ihtiyaç duyduğu çizgi

Burjuvazi ile sol akımların ortaklaştığı kitleleri sokaktan geri çekme ve siyasi söylemi sağcılaştırma hamleleri kitlelerde beklenen karşılığı henüz bulamamış, bulacağa da benzemiyor. Kitleler sokağa çıkamaz duruma gelmemişler, şovenizme teslim olmamışlardır. Bir yandan uzun süredir devam eden işçi eylemleri bunun kanıtıdır. Diğer yandan göçmen karşıtı söylemler işçi sınıfının en çok ezilen kesimlerinden ziyade burjuvazinin tedirgin ve kırılgan kesimlerinde karşılık bulabilmiştir. Bu anlamda solun önünde geç kalınmış da olsa doğru dersleri çıkarabilmek için nesnel fırsatlar mevcuttur.

Bugün işçi eylemlerinden ekonomik sorunlara, göçmenlerin taleplerinden demokratik hak taleplerine tüm sorun ve talepleri burjuvazinin taleplerinden koparmak, bu taleplerin ancak bağımsız bir demokrasi mücadelesiyle mümkün olacağını söylemek, dahası demokrasi devrim sorunudur diyebilmek gerekir. Hendeklerin ve diğer kitlesel hareketlerin yenilginin sorumlusu olmadığını net olarak ifade etmek, aksine hendeklerdeki Kürt proletaryasının hem Kürdistan’da hem de Türkiye’de itici devrimci güç olacağına işaret etmek gerekir. Tüm bu tutumların sadece söylemlerle değil aynı zamanda kararlı bir kitle eylem çizgisi ile savunulması gerekir. Zaho bombalandığında olduğu gibi göstermelik bir basın açıklamasıyla sınırlı tutulmayacak kitlesel eylemler perspektifi ancak bu şekilde benimsenebilir.

Bu adımları atabilmek, muhalefetin kaçındığı, 7 Haziran’dan beri yapılmamasını salık verdiği her şeyi yapmakla mümkün olacaktır. Erdoğan’ın her konuşmasında veya sivri çıkışında onu toplumu kutuplaştırmakla suçlayan ve emekçilere “aman kutuplaşmayın, normalleşin, barışın” çağrıları yapan Amerikancı muhalefetin tersine Türkiye’de eksik olan Erdoğan’ın karşısında bir kutup yaratılmasıdır. Bir yandan her gün yeni bir işçi grevinin başladığı, göçmenlerin işçi sınıfının bir parçası olarak değil bir sorun olarak görüldüğü, Kürdistan’a saldırıların devam ettiği ve seçim tartışmalarına girdiğimiz bir dönemde emekçi ve ezilenlerin bağımsız kutbunu Erdoğan’ın karşısına koymak gerekir.
Seçimlerde bağımsız bir hat izlemek şart

İçinden geçtiğimiz dönemde, tüm Türkiye siyasetinin seçimlere kilitlendiği, tüm hesapların seçimlere göre pozisyon alınarak yapıldığı bir zaman diliminde, devrimci bir mücadele çizgisinin olmazsa olmaz koşullarından biri devrimci bir seçim taktiği ile hareket edebilmektir. Zira rejim krizinin bu denli derinleştiği, Amerikancı muhalefetin var gücüyle 12 Eylül rejimini eski biçimine döndürme hayalleri yaydığı bir dönemde, seçimlere ilişkin taktikler seçimlerin çok daha ötesinde bir anlam taşır. Sol akımların genel eğiliminin, seçimlerde benimsenecek sınıf işbirlikçisi tutumu, sosyalizm ve devrim lafazanlığı ve sınıf mücadelesi hamasetiyle örtme yönünde olduğu akılda tutulursa seçimlerde benimsenecek taktiğin ne olduğu bir kat daha önem kazanır.

Bugünün kritik sorusu şudur: İşçi ve ezilenlere önderlik etme iddiasında olanlar, hükümetin karşısında Amerikancı muhalefetin düzen içi ve uzlaşmacı çizgisinden ayrı durup, bağımsız bir siyasi hat izleyebilecekler mi izlemeyecekler mi? Yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçiminde bu soru şu şekilde somutlanıyor: Devrimciler Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan’ın karşısında her iki turda da burjuva partilerini desteklemeyeceğini peşinen açıklayan bir aday gösterebilecekler midir, gösteremeyecekler midir? İster açıktan CHP’nin peşine takılsınlar, isterse HDP’yi pusula kabul etsinler, isterse de kapalı devre bir boykot çalışması yürütsünler, Amerikancı muhalefetin peşine kesinlikle takılmayacağını peşinen ilan eden bir adayla Erdoğan’ın karşısına çıkamayanlar, emekçi kitlelere devrimci mücadele için gerekli güveni veremezler. Cumhurbaşkanlığı seçiminde kendi tabanlarıyla ters düşmeyi, Amerikancı muhalefeti rahatsız edecek, bir seçim çalışması yürütemeyenlerin faşizmi yıkma, devrim, sosyalizm iddiaları lafazanlıktan başka bir şey değildir.

2023 seçimleri yaklaşırken emekçilerin bağımsız kutbu yaratmak için hâlâ adım atılmamış, emek ve demokrasi mücadelesinin önü hâlâ açılamamış hâlde. Millet ittifakının adayını açıktan destekleyenler bir yana, bağımsız hatta durmayarak, bir aday çıkarmayarak Cumhurbaşkanlığı seçimlerini gündemine almayanlar da ne kadar Millet İttifakı’nı lanetleseler, onların burjuva/faşist/gerici kliğin bir parçası olduğunun altını çizseler de zımni olarak millet ittifakına destek vermektedir. Bu esaslı gündemlerin yanında seçimlere sahte ve gerici bir hedefmiş gibi yaklaşılıyor. Oysa aynı seçimlerdeki tutumdan dolayı göçmen düşmanlığını açık seçik savunan Amerikancı ittifakı bozacak söylemler sol tarafından benimsenemiyor. Sol akımlar göçmenlere ülkemizden defolun demeseler de öyle ya da böyle var olan bir göçmen sorunu gerçeğini görmezden gelemeyeceklerini söylüyorlar. Devrimcilerin böyle bir sorunu olmasa da Türkiyeli işçilerin sorunları olduğu için güya göçmen sorunu diye bir gündemleri olduğunu ekliyorlar. Bugün Türkiyeli işçilerin sınıf kardeşleriyle tarif edildiği gibi bir sorunu olmadığını görmezden geliyorlar, hükümetiyle muhalefetiyle göçmen düşmanlığı burjuvazinin uşaklarına aittir diyemiyorlar.
Kandil’i bombalamak isteyen Kılıçdaroğlu’nun, tecrite hayır eylemi sonrasında polise kalkan eli lanetleyen Akşener’in kurduğu ittifakı bağımsız şekilde karşısına alamayanlar siyasi tutsaklar mücadelesinde Öcalan’ın adını anmıyorlar. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali karşısında ince eleyip sık dokuyan, Rusya’nın ihracat rakamlarından Ukrayna’nın emperyalistlerle alışverişine varana kadar her veriyi didik didik edenler yanı başlarındaki apaçık ve yalın işgalin adını koyamıyor, kendi işgalci hükümetine karşı da net olarak ses çıkaramıyor, kitlesel bir mücadelenin önünü açamıyor.

Karamsar gibi görünen tabloya karşın iç savaşın hâlâ bir kazananı yok, Erdoğan kendi iktidarını tesis edemezken Amerikancı muhalefet de düzen içine hapsolan yöntemleri nedeniyle kendi iktidarını kuramıyor. Bu yüzden iç savaşın bir uğrağı olarak kabul edilmesi gereken 7 Haziran ertesindeki yenilgiden ezilen ve emekçilerin önünü açacak derslerin çıkarılması için hâlâ geç değil. Bugün emekçi ve ezilenlerin önünü açmanın ve onları iç savaşta Erdoğan karşısında asıl aktör yapmanın ilk adımı Amerikancı burjuva muhalefetinden sadece sözde ve kağıt üzerinde değil, siyasi faaliyette de tamamen kopmak ve bağımsız bir hat izlemektir. Cumhurbaşkanlığı seçimleri solun önünde bu yenilgiyi tersine çevirmenin yeni bir fırsatı olarak durmaktadır. Emekçilerin ve ezilenlerin temsilcisi olduğu konusunda samimi olanlar her şeyde önce Amerikancı muhalefetten bağımsız bir cumhurbaşkanlığı çalışması yürütebilmelidir. Seçimde dahi bağımsız bir hat öremeyenlerin Kürtlerin özgürlüğü, demokrasi sorunu gibi konularda bağımsız hareket etmesi mümkün değildir.

Devrimci siyaset için devrimci parti
Devrimci parti için komünistlerin birliği

Lenin Alman komünistlerini eleştirisinin devamında savaşçı kararlılığını ve ilkelerini korurken kitlelerin önderliğini kazanabilecek esnekliği ve manevra kabiliyetini göstermeyi ciddi bir partinin tanımlayıcı özellikleri kabul ediyordu. Lenin’in bu sözlerinden yola çıktıktan sonra Türkiye’de ya da dünyanın başka bir yerinde komünist bir partinin bulunmadığı gerçeğinin üzerinden atlamanın kendisi ciddiyetsizlik olur. Bu türden bir ciddiyetsizliği siyasi sorunları, somut ve öncelikli siyasi görevlerden bağımsız ele alan kitabi ve lafazan bir yaklaşımın yansıması olarak kabul etmek gerekir. O hâlde sorulması gereken bir başka soru daha vardır: Devrimci bir siyasi çizgi ancak devrimci bir parti ile mümkünse, devrimci bir partinin yaratılmadığı koşullarda devrimci bir siyasi çizginin ne olması, devrimci bir seçim çalışmasının nasıl yürütülmesi gerektiğinden söz etmenin ne anlamı vardır?

Komünistlerin birliğini savunanlar yola çıktıklarından beri devrimci partinin ancak siyasal bir mücadele içinde yaratılabileceğini savundu kendilerini kapalı devre parti inşa faaliyetlerinden, kerameti kendinden menkul “teorik yeniden üretim” faaliyetlerinden, muhtelif akımlarla müzakereler yaparak komünist çekirdek oluşturma girişimlerinden, kadro avcılığı ile steril ortamlarda kadro yetiştirme arasında salınıp duran apolitik kesimlerden ayırdı. Zaten bu türden yöntemleri büyük bir keşifmiş gibi pazarlayanlar da, o günden bugüne geçen süre içinde ya yeni “parlak projelere yelken açtılar” ya da sessiz sedasız havlu attılar. Devrimci bir partinin kuruluş kongresini örgütleme amacıyla yürütülen siyasi mücadele devrimci bir partinin yürüteceği siyasi mücadeleden farklıdır. Devrimci bir parti, proletaryanın sorunlarının reformcu, sınıf işbirlikçisi bir çizgiyle çözülebileceğini savunanların ipliğini pazara çıkarıp siyasi mücadele içinde devrimci arayışları olan işçileri seferber etmeyi hedefler. “Önce komünistlerin birliği” diyenler ise devrimcilik iddiasını kimseye bırakmayan, devrimci bir parti olmaksızın da devrimci mücadelenin sürdürülebileceğini savunan yahut devrimci bir partinin süreç içinde yaratılabileceğini ileri süren kesimlerin açmazlarını açığa çıkarmayı amaçladığı gibi devrimci güçlerle siyasi mücadele içinde buluşmayı amaçlar, devrimci bir parti arayışı olan kesimlere devrimci partinin kuruluş kongresi için ortak bir seferberlik çağrısında bulunur. İçinden geçtiğimiz süreçte devrimci çizginin ne olduğuna işaret etmenin maksadı da budur: Devrimci siyasetle reformist siyaset arasındaki ayrımları günlük mücadelenin pratiği içinde somutlayıp belirginleştirmek, devrimci güçlere Amerikancı muhalefetin dayattığı yoldan başka bir çıkış hattı olduğunu göstermek, bu doğrultuda adım atmaya kararlı güçlerle teması sağlayıp bağları güçlendirmek, tüm bunları yaparken devrimci bir partinin kuruluş kongresini birlikte örgütleme çağrısını daha güçlü ve ısrarlı şekilde yükseltmek.
Komünistler bunun için savaşıyor.