KöZ olarak devrimci durum tartışmalarını Komünist Enternasyonal’in belgelerine bakarak, Lenin alıntılarına başvurarak değil, daima somut durumun somut tahliline bağlı olarak yürüttük. Buna karşılık sürekli doktrinerlik, kitabilik eleştirileri yapmalarına karşın burjuva sosyalizminin çizgisine hapsolmuş akımlar, soyut akıl yürütmelerin dışına çıkamadılar, soyut tehditlerin borazanlığını yaptılar, hayat tarafından her fırsatta yanlışlanan görüşleri tutarsız bir biçimde savunmakta ısrar ettiler. Bu özellikleri en çok da Amerika’daki siyasi gelişmeleri değerlendirken açığa çıktı. Felaketçilikle el ele yürüyen kuyrukçuluk, olgulara dair cehaletin iyice açık ettiği sınıf uzlaşmacılığı Amerika değerlendirmelerinin tümüne damgasını vurdu.
Trump Faşizmi Safsatası
Sol akımlara göre Trump’ın seçilmesi tekellerin gemi azıya aldığının, ABD’de ve dünyada emekçileri daha fazla yoksullaştırmak, “neo-liberal” saldırı programlarını daha acımasız bir şekilde yürürlüğe koymak için güçlü yürütme aygıtlarını, hatta faşist iktidarları destekleyeceğinin bir göstergesiydi. Trumpla birlikte emperyalizm halklara yönelik savaşında yeni bir evreye geçiyordu.
Bu analizin marksizmle bağdaşır bir yönü yok. Elbette emperyalistler dünya halklarına savaş açmadığı, onları yoksullaştırmadığı için değil, faşist olan ve olmayan emperyalistler ayrımı yapıp birini diğerine tercih ettiği için. Bu analizlerin sahipleri emperyalizmin faşist olmayan biçimlerinin dünya halklarına yeterince saldıramadığı, onları yeterince yoksullaştıramadığını varsayıyor, böylelikle demokratik emperyalizmlerin faşist emperyalizmlere kıyasla tercih edilir olduğunu savunuyordu. Aynı zamanda faşizmin burjuva demokrasisinden farklı bir devlet örgütlenmesi olduğunu reddediyor onu tekelci burjuvazinin tercihlerine bağlı olarak iktidara gelebilen yahut iktidardan uzaklaştırılan bir kabine türü olarak algılıyordu. Buna bağlı olarak faşizmin bir ülkede egemen olmasının bir karşı devrim sonucu olarak değil seçimle gerçekleşebileceğini savunuyordu. Nihayet ve belki de en önemlisi, faşizmin devrimci hareketlerin yükselişine tepki olarak gelişen reaksiyoner, dolayısıyla devrimci hareketleri takip eden, yani geriden gelen bir hareket olduğu gerçeğini inkâr ediyordu. Klara Zetkin’in “faşizmin devrimini yapamamış proletaryanın çekmeye mahkûm olduğu cezadır” tespiti yok sayılıyordu.
Kuşkusuz bir saptamanın marksizme aykırı olması otomatikman onun yanlış olduğu anlamına gelmez. Tersine bu tür saptamalar marksist tezlere meydan okuduğu için marksizmin temel tezlerini tarih sahnesinde sınama fırsatı sunar. ABD örneğinde de öyle oldu, revizyonist tezlerin kofluğu ve gülünçlüğü bir kez daha gözler önüne serildi. Trump’ın tekellerin adamı olduğu tezini işleyenler Amerikan tekelci basınının Trump’a yönelik sistematik yıpratma kampanyası yürütmesini açıklayamadılar. Bu tekellerin Trump’ın karşısında neden önce Hillary Clinton’a sonra da Joe Biden’a destek verdiğini de açıklayamadılar. Twitter’ın Trump’ın hesabını askıya almasının nedeni neydi acaba? Yoksa Twitter bir tekel değil miydi?
Trump’la birlikte güçlü bir yürütme aygıtının kurulduğunu söyleyenler, Trump’ın neden sürekli kabine değişikliği yaptığını, sorunlarını Amerikan bürokratlarına yaslanmadan, Twitter aracılığıyla çözmeye gayret ettiğini de görmezden geldiler. Aynı şekilde Trump’ın seçilmesini faşizm olarak ilan edenler Trump’ın seçimleri kaybetmesini faşizmin yenilgisi olarak sunup sunmamaya da bir türlü karar veremediler. Nihayetinde Trump’ın yerine Biden’ın gelmesini Trump’ın halk gözünde yıpranmış olmasıyla açıkladılar. Böylelikle faşist rejimlerde faşist liderlerin halk gözündeki itibarlarının bir önem taşıdığı gibi nereden baksan elde kalacak bir tezi savunmak zorunda kaldılar. Trump faşizminden söz edenler elbette ABD dışındaki emperyalistlere gözlerini kapamak zorundaydılar. Zira böyle bir durumda şu sevimsiz soruya yanıt bulmak zorunda kalacaklardı: Madem emperyalist tekeller güçlü ve faşizan yürütme aygıtlarını tercih ediyorlardı Almanya’da, İngiltere’de niye böylesi gelişmeler yaşanmıyordu? Fransa’da tekeller neden Le Pen’e karşı Macron’u destekliyordu? Yoksa bu ülkeler ABD kadar emperyalist değil miydi?
Çelişkiler bununla bitmiyordu. Militarist politikaların daha kararlı bir biçimde savunulacağı iddia edilen Trump döneminde Amerika’nın sınır ötesi operasyonları tarihinin en düşük seviyesine inmişti. Trump’ın seçmen tabanıyla Amerika’da sol muhalefetin sesi olarak kutsanan Bernie Sanders’ın tabanını büyük oranda kesişiyor, her ikisi de büyük oranda Amerika’nın geleneksel sanayi işçilerinden oy alıyordu. Öyle ki Trump’ın 2020 seçim sonuçlarını yorumlayan Cumhuriyetçi Parti temsilcileri “Bundan böyle partimiz bir işçi sınıfı partisi” olmuştur diyordu. Dahası özellikle kongre baskının ardından verdikleri silahlı pozlar nedeniyle Trump faşizminin paramiliter güçleri olarak sunulan “Milis Hareketi” mensuplarının aslında tümüyle gevşek bir federal yönetim yanlısı olduğu, merkezi devlet aygıtının yetkilerinin arttırılmasına tümüyle karşı çıktıkları, maske takma telkinlerini faşizm olarak niteleyip bu tür adımların kesinlikle karşısında durdukları da elbette hasır altı edildi. Trump’ın geleneksel seçmen tabanının Amerika’nın güney eyaletleri olduğuna, güney eyaletlerinin iç savaş sırasında gevşek bir konfederasyonu savunan taraf olduğuna dikkat eden de çıkmadı. Nihayetinde, Trump’ı neoliberal politikaların şaşmaz bir uygulayıcısı olarak sunanlar Trump’ın ikinci paylaşım savaşından beri serbest ticaret anlaşmalarını en fazla ihlal eden, korumacı politikalara en fazla arka çıkan başkan olduğu gerçeğine de gözlerini kapadılar.
Başka türlüsü de olamazdı zira bizim reformistlerimiz gıdasını Amerikan sermayesinin güdümündeki burjuva solundan alıyordu. Amerikan sermayesi de Trump’ı faşist bir tehdit olarak sunarak önce Clinton’a sonra da Biden’a seçimleri kazandırma gayretindeydi. Dolayısıyla tıpkı Le Pen karşısında önce Chirac’ı sonra Macron’u destekleyen Fransız burjuvazisi gibi hayali bir faşizm tehdidi yaratarak Biden’ın “anti-faşist” koalisyonunu sağlamlaştırmaya çalışıyordu. Üstelik bu tablo solun Amerikan emperyalizmini herşeye kadir bir imparatorluk olarak gören Kautskici emperyalizm anlayışıyla da, faşizme karşı en geniş birleşik koalisyonun kurulmasını savunan avrokomünist cephe anlayışıyla da uyumluydu.
Amerika’daki Siyasi Krizi Anlamlandırmak
Soyut kavram ve tehditlerin hayal dünyasından nesnel gelişmelerin sınıfsal bir temelde incelenmesine geçildiğinde ABD’deki siyasi krizin evrimini anlamak ve bu krizin nereye varacağını öngörmek mümkün olur. Kapitalist üretim ilişkilerini düzenleyen en temel yasalardan biri eşitsiz gelişim yasasıdır. Kapitalist üretimin anarşik ve rekabeti zorunlu kılan karakteri nedeniyle herhangi bir sermaye grubu tekel konumuna gelse de bu pozisyonunu ebediyen koruyamaz, farklı coğrafyalardaki başka kapitalistler bu tekellere boyun eğdirecek kapasiteye ulaşır. Benzer bir durum bu tekellerin çıkarlarının bekçiliğini yapan emperyalist devletler için de geçerlidir. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi sermayeler yahut devletler arasındaki rekabeti ortadan kaldırmaz tersine daha da şiddetlendirir.
Tam da bu nedenle Amerikan emperyalizmi 1930’lardaki rakipsiz pozisyonunu ikinci paylaşım savaşı sonrasında adım adım yitirdi. Diğer kapitalist tekellerin Amerikan tekellerini yakalamasına yol açan bu süreç dünya çapında bir otomasyon hamlesine dayandığı için bir bütün olarak sabit sermaye miktarlarını arttırdı ve kar oranlarını düşürdü. Bu durumun kendisi dünya çapında tekellerin tıpkı birinci paylaşım savaşının arifesinde olduğu gibi bağımlı ülkelere sermaye ihraç etmesine ve başta ABD olmak üzere emperyalist metropollerde spekülatif sermayenin haddinden fazla ağırlık kazanmasına yol açtı. Burjuva liberalleri tarafından sanayisizleşme yahut finansallaşma olarak adlandırılan bu durumun kendisi başta ABD olmak üzere tüm emperyalist ülkelerde toplumsal yapının köklü bir biçimde değişmesine yol açtı. Burjuva toplumun çekirdeğini oluşturan kapitalistler servetlerine servet katarken burjuva sınıfı, öncesinde görülmemiş bir daralma yaşadı, sadece işçi aristokrasisi değil burjuvazinin paralı uşakları olarak tanımlanması uygun kaçan kesimler yoksullaşmaya başladı, doksanların ortasından itibaren bu yoksullaşma kontrol edilemez boyutlara ulaştı.
Bu durumun kendisi bir bütün olarak Amerikan toplumunda korumacı refleksleri arttırmaya başladı. Bu korumacı refleksler Amerikan burjuvazisinin eteklerinden proletaryanın saflarına düşen bu kesimlerin doksanların sonundan itibaren küreselleşme karşıtı eylemlere yönelmesine yol açtı. Çevrecilik, çocuk emeği sömürüsü karşıtlığı Amerikan sermayesinin ülke dışına çıkmasına isyan eden küreselleşme karşıtı hareketlerin gerici taleplerinin kılıfı oldu. Cumhuriyetçi Parti’nin artan yabancı düşmanı, göçmen karşıtı söyleminin Amerika’nın mavi yakalıları için daha cazip hale gelmesi de aynı korumacı eğilimlerin bir başka tezahürüdür.
Amerikan kapitalizminin bu gerileyişi, Amerikan devletinin savaş gücünü zayıflatmış, Amerikan sermayesinin bu savaş aygıtının yükünü çekme kapasitesini düşürmüştür. Bu zayıflığın kendisi Amerikan devletini içinden çıkılmaz bir açmaza sokmuştur. Zira Amerikan egemenliği sadece dünyanın dört bir yanına ihraç edilen Amerikan sanayi sermayesinin çıkarlarının korunmasına değil aynı zamanda Amerika’nın dünyanın dört bir yanında farklı sermayeler tarafından birikmiş artı değeri borç olarak kendi topraklarına çekebilmesine bağlıdır. Bunun içinse başta Amerikan ordusu olmak üzere, Amerikan’ın dünya üzerinde kurduğu tüm uluslararası örgütlerin masraflarının Amerikan devleti tarafından üstlenilmesi gereklidir. Aynı zamanda Amerikan işçi aristokrasisinin ve burjuvazisinin daralmasının engellenmesi için de Amerikan devletinin yapması gereken harcamaların artması şarttır. Bu durumun kendisi de Amerikan devletinin daha da fazla borçlanmasını şart koşmaktadır. Gelgelelim bu borçlanmayı sürdürebilir kılmak için üretici güçleri geliştirme konusundaki avantajlarını yitirmiş Amerikan devletinin dünyanın geri kalanını haraca bağlaması, askeri üstünlüğünü tartışmasız bir şekilde kabul ettirmesi gereklidir. Oysa Afganistan ve Irak savaşlarının gösterdiği üzere ABD’nin böyle bir askeri kapasitesi bulunmadığı gibi askeri güce yaslanması onun borçlanma ihtiyacını daha da arttırmaktadır. Kısacası ABD’nin bugünkü pozisyonunda kalabilmesi için bile daha militarist bir çizgiye ilerlemesi gereklidir ama Amerika bu askerileşmeyi kaldırabilecek bir iktisadi yapıya sahip değildir.
Reagan sonrası dönemden beri ABD’nin izlediği politikalar bu çelişkili durumu anlatmaktadır. Baba Bush, Clinton ve oğul Bush dönemlerinde giderek artan bir askeri etkinlik içine giren, nihayet maceracı politikalara imza atan ABD çuvallayınca bu sefer Obama-Trump döneminde tam tersi bir yönelime girmiş, askeri faaliyetlerini kısmaya başlamış, hatta özellikle izolasyonist bir politikaya savrulmuştur. ABD’nin derin iktisadi temelleri olan açmazını şu ya da bu politik manevrayla aşmak mümkün olmadığı için her iki yönelim de aşırı uçlara savrulmak zorunda kalmış (önce oğul Bush sonra da Trump dönemi) ve bu nedenle ABD devlet aygıtında derin çatlakların oluşmasına yol açmıştır. Daha da önce belirttiğimiz gibi bu çatlakların kendisi ABD’nin dış politikasının giderek tutarsızlaşmasına yol açmış, bu tutarsızlığın kendisi de bağımlı ülke devletlerinin ABD’nin tercihlerini göz ardı ederek hareket etme eğilimlerini arttırmıştır. Aç tavuk Tayyip Erdoğan’ın bir dünya lideri olma hevesiyle kendini darı ambarında sanması büyük oranda bu otorite boşluğundan kaynaklanmaktadır.
Bu temel açmaz nedeniyle Amerikan emperyalizminin sorunlarını çözmek için attığı adımlar sadece dış politikada değil Amerika içinde de iktisadi ve siyasi olarak duvara tosladı. Amerikan kapitalizmini borçlanmaya ve spekülasyona dayalı olarak ilerletmek isteyen politikalar önce 2001, sonra 2007-2008, nihayetinde de 2019 krizlerine yol açtı. Krizlerden bağımsız olarak tüm emperyalist ülkelerde olduğu gibi fakat onlardan daha şiddetli bir oranda ABD’de servet sefalet kutuplaşması arttı. Burjuvazinin ve işçi aristokrasisinin korunması şöyle dursun bu kesimlerin ayrıcalıkları daha da tırpanlandı. Benzer şekilde Korona salgını Amerikan emekçilerini dünyanın her yerinden daha fazla vurdu. Amerikan emekçilerin ayrıcalıklarını yitirmesinin elli yıllık bir tarihi olsa da son yirmi yıl hatta son beş yıl içinde bu kesimler öncekilerle kıyaslanamayacak kadar darbe yediler. Bu proleterleşme dinamiğinin kendisi burjuva demokrasisinin istikrar abidesi olan iki partili sistemin altını oydu. Cumhuriyetçiler önce “Çay Partisi Hareketi” sonrasında da Trump tarafından parçalandılar. Demokrat Parti içinde ise Sanders’ta ifadesini bulan bir sol muhalefet ortaya çıktı. Buna karşılık Cumhuriyetçilerin ve Demokratların geleneksel kesimleri birbirlerine daha fazla yaklaştılar. Seçim sonuçlarına şaibe düşürüldüğü iddiaları da, Amerikan kongresine yönelik baskın da, son tahlilde Demokrat Parti’nin seçim kampanyasına yedeklense de Floyd’un öldürülmesinden sonra patlak veren “Nefes alamıyorum” eylemleri de asıl olarak burjuva demokrasisinin bu krizinin tezahürünün örnekleridir.
Tam da bu nedenle Trump seçmenlerini kadınlara, eşcinsellere, Müslümanlara, çevre sorunlarına yaklaşımına bakarak gerici olarak tanımlamak yanıltıcı olur. Zira bu takdirde Trump’ın karşısında yer alan adayların, Bernie Sanders’tan Joe Biden’a varan kesimlerin, ilerici olduğunu kabul etmek gerekir. Halbuki Trump karşıtı bu kesimler de en az Trump seçmenleri kadar gericidirler. Zira tıpkı Trump seçmenleri gibi bir daha gelmeyecek olanı geri getirmeye, Amerika’nın 1960’lardaki halini yeniden tahsis etmeye uğraşmaktadırlar.
Bununla birlikte elbette Obama’nın seçim kampanyasıyla başlayıp, Sanders’la devam eden dalganın gerici niteliği onu küçümsemeyi gerektirmez. Tam aksine bu olgu Amerika’da bağımsız ve kitlesel bir sol hareketin mayalandığına işaret eder. Reformist temelde de olsa dünyanın en güçlü emperyalistindeki bu gelişme tüm siyasi denklemleri değiştirebilecek nitelikte bir olgudur. Aynı zamanda ABD burjuva demokrasisinin tüm kurumlarının çatırdaması yönetenlerin eskisi gibi yönetemediğinin, proleterleşen katmanların merkezdeki partileri aşındıran öfkesi de yönetilenlerin eskisi gibi yönetilemediğini göstermektedir.
ABD’deki siyasi krizin giderek boyutlandığı doğru olsa da, dünya çapında genişleyen devrimci durumun dalgaları Amerika’yı daha fazla sarssa da ABD’de henüz bir devrimci durumun hüküm sürdüğünü söylemek mümkün değildir. Trump’ın Beyaz Sarayın dışına atılmasında görüldüğü gibi ABD devleti henüz kendi bütünlüğünü korumaktadır.
ABD’ye bakınca tekelci sermayenin desteğiyle, beyaz üstünlükçü faşizmin yükselişini görenler bu nedenle aslında gelişmeleri tümüyle yanlış anlamaktadırlar. Felaket senaryolarıyla karalar bağlamaları da Demokrat Parti’ye yedeklenen “Nefes alamıyorum” eylemleri, yahut Sanders’ın muhalefeti karşısında hayallere kapılmaları da, devrimci duruma ilerleyen siyasi krizi fark edememeleri de asıl olarak burjuva sosyalizminin etkisinde olmalarından kaynaklanmaktadır.
Restorasyon Mümkün Değil
Amerikan seçimlerini Joe Biden ile birlikte işleri tekrardan rayına oturtmayı hedefleyen “Düzen Partisi” kazanmıştır. Proleterleşen katmanların öfkesinin yansıması olan Trump güç bela da olsa koltuğundan indirilmiş, Bernie Sanders ile ifadesini bulan sol muhalefetin önü kesilmiştir. ABD çekildiği uluslararası sözleşmelere ve kurumlara tekrar dâhil olma gayretindedir. Biden’ın ilk icraatı ise Suriye ve Irak’a Pentagon’un önerileri çerçevesinde asker yollamak olmuştur. İktisadi planda Amerikan tekellerinin krizini engellemek için Amerikan merkez bankası Fed, doların gücüne yaslanarak Amerikan şirketlerini kurtarma amacıyla daha kapsamlı adımlar atmaya başlamıştır. Geçtiğimiz yıl, üstelik Trump döneminde, Fed tarafından yaratılan dolarların dünyadaki tüm dolar mevcudunun beşte biri olduğunu söylemek bu müdahalenin çapı hakkında bilgi verecektir. Şimdi Fed çok daha büyük bir kurtarma hamlesi planlamaktadır. Yaratılan dolarlar ile ABD merkez bankası büyük Amerikan şirketlerinin hisselerini satın almakta, böylelikle hem borsanın çökmesini engellemekte de hem de üretimine katkıda bulunduğu sanal sermaye ile ekonominin çarklarını döndürmeyi hedeflemektedir.
Daha önce gazetede de belirttiğimiz üzere, ne ABD on yıl öncesinin ABD’sidir ne de dünya on yıl önceki dünyadır. Eşitsiz gelişme yasası nedeniyle ABD’nin müesses nizamı tahsis etme kapasitesi azaldığı gibi sadece emperyalist devletler değil sermaye birikiminin daha hızlı bir şekilde yaşandığı Güney Asya’dan Afrika’ya uzanan devletler de ABD’nin geçmişte tarif ettiği kurumsal yapıya uymaya daha az ihtiyaç duymaktadırlar. Ortadoğu’da ABD’nin tekrardan oyun kurucu olması Irak’ta 2003-2010, Suriye’de 2011-15 arasında olduğu gibi bir pozisyona kavuşması zordur. Dolayısıyla gücünü ancak Türkiye gibi, hem dişine göre hem de uluslarası zeminde tecrit edilmesi daha kolay ülkeler üzerinde göstermeye gayret edecektir. Bunun da uluslararası anlamda bir geri dönüş anlamına gelmeyeceği açıktır. ABD’nin bu hamlesi Türkiye’deki rejim krizini daha da derinleştirecek olsa da ABD’nin dünya üzerindeki egemenliğini tekrardan kurması için yeterli olmayacaktır.
İktisadi bir restorasyon olasılığı daha da azdır. Nitekim Fed aracılığıyla dolar yaratarak Amerikan sermayesini ayakta tutmak dünyada sadece ABD’nin sahip olduğu bir ayrıcalıktır, sürdürülebilir bir politika olmadığı gibi esas olarak ABD’nin diğer devletler üzerindeki iktisadi ve siyasi hakimiyetini korumasına bağlıdır. Fakat bu hakimiyetin temelleri günden güne zayıflamaktadır. Üstelik bu politika başarılı olduğu oranda haddinden fazla birikmiş spekülatif sermayenin miktarını daha da arttırarak daha da büyük iktisadi krizlerin yolunu döşemektedir. Bu nedenle işçi aristokrasisinin ağzına bir parmak bal çalarak burjuva demokrasisinin temellerini sağlamlaştırma yönündeki girişimler tam tersi istikamette sonuçlar üretecektir. “Düzen Partisi” Amerika’da zayıflamaya devam edecek, siyasi yarılma Amerikan emekçilerinin ayrı bir partide örgütlenmesini mümkün kılacak, onların eylemlerini arttıracaktır.
“Birleşik Krallık”tan Tunus’a Devrimci Durum
Amerika’yı pençesine almış iktisadi ve siyasi kriz aslına bakılırsa dünyanın kalan kısımlarnı da etkisi altında tutuyor. Tüm emperyalist ülkelerin Korona sınavında tel tel dökülmesi bir yana Avrupa’da bir bütün olarak sosyal demokrat partiler erimektedir. İngiltere’nin iki partili sistemi çoktan parçalandı, Corbyn sonrası İşçi Partisi de muhafazakarlarla aynı akıbete doğru ilerliyor.Dört yıldan uzun bir sürenin sonunda nihayet İngiltere AB dışında kalmış ama bu sefer de Avrupa Birliği’ni “Birleşik Krallık”a tercih eden İskoçya’da yeni bir ayrılma referandumu dalgası başlamıştır. İtalya’daki siyasi parçalanma ve kısa ömürlü koalisyon hükümetleri, tekellerin faşist yönetimleri iktidara getirdiği teziyle alay edercesine yeni bir boyuta ulaşmış, İtalyan sermayesini eski Avrupa Birliği Merkez Bankası başkanı teknokrat Draghi’den medet umar hale getirmiştir. Yunanistan’dan Portekiz’e Güney Akdeniz ülkeleri 2011 kriziyle içine girdikleri sarsıntıdan çıkamadılar. Kıta Avrupası içinde istikrarın teminatı olarak görünen Almanya ve Fransa’nın bu niteliği çoktandır tartışılır hale gelmiştir. Fransa’nın İtalya durumuna düşmemesinin sebebi krizle ilerleyen siyasi parçalanmışlığın daha az olması değil yarı-başkanlık rejimi ve iki turlu seçim sistemidir. Üstelik Ocak sonundaki eylemlerde görüldüğü üzere eriyen işçi aristokrasisin tepki eylemleri olan Sarı Yelekliler hareketi durulmamıştır. Merkel sonrasında ancak Yeşillerin desteği ile ayakta kalabilecek Alman hükümetinin de bugünkü kadar rahat hareket edemeyeceğini öngörmek zor değildir.
Brezilya’da Bolsonaro hükümeti sadece Korona salgını tarafından değil, yine tekellerin faşizm tercihi tespitleriyle alay edercesine, darbe ve azil tehditleriyle sarsılmaktadır. Örnek aldığı Trump’ın akıbetine uğramaktan korkan Bolsanaro seçimlerin adil geçmesi için uyarı üstüne uyarı yapmaktadır. Erdoğan’ın mesai arkadaşı, Türkiye solunun platonik aşkı Maduro’nun Venezulasındaki kriz ise Türkiye’ye nazire yaparcasına ilerlemektedir. 2016’da meclisteki çoğunluğunu yitiren Maduro, yeni bir anayasa yapma bahanesiyle tümüyle hükümet güçlerinden oluşan bir kurucu meclis kurarak var olan yasama meclisini feshedince, Amerikancıların denetimindeki meclis Gaudio’yu başkan seçmiş, aralarında emperyalistlerin ezici çoğunluğunun bulunduğu 48 ülke Gaudio’yu başkan olarak tanımıştır. Gaudio’nun darbe girişimleri sonuç alamamış olsa da 2020 Aralık’ında Maduro’nun güdümlü kurucu meclisi, alay edercesine yeni bir anayasa yapmayacağını ilan etmiştir. Böylelikle sadece krizi büyüten bir adım atmakla kalmamış aynı zamanda düzen güçlerinin güdümündeki kurucu meclisin hangi maksatlara alet olacağını da açıkça ortaya koymuştur.
2019 ayaklanmalar dalgasının adeta başlatıcısı olan Şili’deki protestolar sol liberallerin marifetiyle Las Tesis danslarıyla frenlenmiş olsa da kriz onların sınırlamak istediği yoksulluk karşıtı güzergâhta ilerlememiştir. Yıllardır, aralarında bugünkü HDP’nin eş başkanlarından “bilim insanı” olanının da bulunduğu liberal takım tarafından, askeri diktatörlükten demokrasiye reformlarla ilerlemenin en güzel örneği olarak pazarlanan Şili’de demokratikleşme masalının büyüsü bozulmuş bir kez daha anayasa krizi patlak vermiştir. Nisan ayındaki kurucu meclis seçimleriyle birlikte Şili’deki devrimci durum yeni bir merhaleye evrilecektir.
Şili’deki burjuvazinin çizdiği çerçeveye hapsolmuş kurucu meclis seçimlerin “nihayet” demokrasi sorunlarını çözebileceğini düşünenler Tunus’a bakmalıdırlar. Yine sol liberaller tarafından kurucu meclise dayalı örnek bir anayasa yapım süreci olarak alkışlanan, ama aslında emperyalistlerin bir devrimin önünü nasıl kesebileceğini gösteren Tunus’un “demokratikleşmesi”, yeni bir anayasa yapılmasına karşın iflas etmiştir. Emekçilerin devrimci diktatörlüğüne yaslanmak yerine devrimci bir hükümetin önünü kesme kaygısıyla kurulan Tunus kurucu meclisinin çerçevesini çizdiği rejim kendisini oturtamadan ayaklanmalarla sarsılmaya başlamıştır. İç savaştan ölesiye korkan sosyalizm maskeli liberaller bu gelişmeler karşısında “Tunusun Libyalaşması tehlikesine” karşı emekçileri uyarmaya başlamışlardır. Bu kesimlerin yükselttikleri sosyalizm çağrısı elbette hakim sınıf devletinin kamucu bir şekilde yeniden tahkim edilmesinden başka bir şey değildi. Zira ataları olan Kautsky de barbarlığın karşısına sosyalizmi koyarken aynısını kast ediyordu.