Emperyalizmin Kautskyci kavrayışından kurtulmadıkça, Afrika’da son on yıldır sürmekte olan darbeler dalgasını anlamlandırmak mümkün olmaz. Fransa XVII. yüzyıldan bu yana Afrika’da önemli bir sömürgeci güçtür. XVII. yüzyılda Senegal ve Gambiya’da, XVIII. yüzyılda Mısır, Cibuti ve Seyşeller’de, XIX. yüzyılda Cezayir, Tunus, Fildişi Sahili, Sudan, Gine, Nijer, Gabon, Madagaskar, Komor Adaları ve XX. yüzyılda da Fas, Moritanya, Çad, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Kamerun’da işgal ve ilhaklar gerçekleştirmiş, bu ülkelerin kaynaklarını yüzyıllarca gasp etmiştir. Bugünün Afrika’sındaki darbeler asıl olarak kıtada, tıpkı Ortadoğu ve Asya’da olageldiği üzere, Birinci Paylaşım Savaşı’ndan beri diğer emperyalistlerin baskısıyla güç kaybeden Fransa’nın nüfuz alanlarını daha da daraltmaya yönelik gelişmelerdir. Bu tabloya Kautsky’nin gözlüğüyle bakanlar, darbeleri bir zamanlar dünyada etkin olan Fransız emperyalizminin kalıntılarının Afrika’dan defedilmesi ve ulus devletlerin özgürlüklerine kavuşması ile açıklıyorlar. Halbuki yeniden paylaşım kavgasının yaşandığı emperyalizm çağında alan kaybeden bir emperyalistin boşluğunu başka emperyalistler doldurmakta; Rusya’yı, Fransa’yı emperyalist olarak görmek istemeyenlerin analizleri kargalara kılavuzluk etmektedir.
ABD önce XX. yüzyılın başında, sonrasında da Birinci Paylaşım Savaşı ile emperyalist olma rüştünü ispatladıktan sonra, İkinci Paylaşım Savaşı’nın ardından müflis rakiplerine boyun eğdirmek için diğer emperyalistlerin sömürgelerine göz dikmiş, bu uğurda Fransa ve İngiltere’den pay kapabilmek için bu ülkelerin boyunduruğu altındaki sömürgelerin bağımsızlığını ve ulusal kurtuluş hareketlerini, o dönemde SSCB’nin farklı gerekçelere dayanarak yaptığı gibi desteklemiştir. Bu bağlamda ABD, Afrika’da; 1952 yılında Mısır’daki Britanya karşıtı, 1960’ta Kongo ve Laos’taki Fransa karşıtı, 1974-1991 sürecinde Sudan’daki Fransa karşıtı ve 1975 sonrasında Angola’daki Fransa karşıtı darbeleri doğrudan ya da dolaylı olarak desteklemiştir. Bu süreç içinde Afrika’daki uluslar parçalanarak devletleşmişlerdir. Bu darbelerle kurulan veya iktidarı değişen, bir emperyalist ülkeden kopup bir başka emperyalist ülkenin etki alanına giren, sınırları emperyalist kaygılarla belirlenmiş söz konusu ülkelerin siyasi bağımsızlıklarına kavuşmalarını ulusal kurtuluş olarak tanımlamak ancak Wilsoncu ulusal kaderi tayin hakkını kabul edenlerin yaklaşımı olabilir.
1945-1970 arası yoğunlaşan darbeler yalnız Afrika’da değil, Asya ve Ortadoğu coğrafyasında da Fransa ve İngiltere’ye mevzi kaybettirirken ABD’nin elini güçlendirdi, SSCB’nin de ‘barış siyaseti’nin etki alanını genişleterek sürdürmesine hizmet etti. “Soğuk Savaş” sürecini ABD-SSCB yahut emperyalizm-“sosyalizm” karşıtlığı, nükleer savaş tehditleri üzerinden açıklamaya çalışanlar açısından, birbirlerine karşı siper kazdığı iddia edilen bu iki ülkenin neden 1956 Süveyş Krizi sırasında İsrail’i tutan Fransa ve İngiltere’ye karşı Mısır’ın arkasında birlikte durduğunun bir yanıtı yoktur. Lenin’in emperyalizm tezini doğru kavrayanlar için; SSCB varken de siyasi gelişmelerin seyrini belirleyen temel dinamiklerden birinin emperyalistler arasındaki paylaşım kavgası olduğunu çıplak biçimde görmek mümkündür.
Bununla birlikte SSCB, Latin Amerika’dan Asya’ya elbette bir aktördü. Vietnam yahut Mozambik’te olduğu gibi ulusal devrimleri destekledi, Küba’da olduğu gibi kendi müdahalesinden bağımsız gelişen devrimlerle ilişkilendi. Latin Amerika’da, Şili’de olan gibi ABD karşıtı hükümetlerle ya da Peru’da olan gibi cuntalarla ilişkilerini geliştirdi. Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da olduğu gibi Etiyopya’da, Burkina Faso’da, Yukarı Volta’da, Uganda’da halkçı darbeleri de destekledi. Ancak SSCB’nin proletarya diktatörlüğü niteliğini yitirmiş olması bir ayrıntı değildi. Onu pasif, uluslararası sermayenin ihtiyaçlarının peşinden sürüklenen bir çizgiye sokuyordu. Komünist Enternasyonal’in ikinci kongresinde, komünist olmayan ulusal devrimlerle, bu devrimleri Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin bir parçası yapma hedefiyle, ilişkilenmenin yolları tarif ediliyordu. 1945 sonrasının SBKP’si ise geçelim ulusal devrimleri SSCB’nin bir parçası kılmayı, tüm bu devletleri farklı ulus devletler olarak kabul etti, onlara burjuva devlet yapısını bozmayan “sosyalist kalkınma” vaat etti. Bu bakımdan burjuva devlete yaslanan parlamentarist, darbeci unsurlara yaslandığı gibi; 1950-1990 arasında Asya’dan Afrika’ya uluslararası finans kapitalin ihtiyaç duyduğu sanayi altyapısını kurma sorumluluğunu da üstlenmiş oldu. Bu aynı zamanda ABD’nin Fransa ve İngiltere’yi sömürgesizleştirme hedefiyle uyumlu bir roldü.
1970’lerin ortalarından itibaren, dünyanın genelinde devrimci örgütlerin burjuva devletlerce geriletilmesinin de etkisiyle, ABD darbeler yerine demokrasiyi ve demokratikleşmeyi öne çıkartan bir konuma geçti. Zira istikrarsızlaştırıcı devrimci kalkışma risklerinin azaldığı ortamlarda finans kapitalin yayılması için uygun altyapıya sahip ülkeleri demokrasi söylemi ile etkileyip iktidarları bu kisve ile değiştirmek, emperyalistler için darbelere göre daha elverişli koşullar sunuyordu. Demokratikleşme hamleleri de tıpkı darbeler gibi emperyalist müdahalenin bir parçası olarak kullanılabilir. Burjuva devletlerde aslolan sermaye sınıfı ve sermayenin egemenliği olacağı için, demokratikleşme de aslında sermaye egemenliğini tesis etmenin bir aracıdır. Bu bakımdan parlamenter sistemin rutin işleyişi ve darbelerin birbirine karşıt olmadığını, bilakis birbirlerinin tamamlayıcısı olduğunu söylemek daha doğru olur.
Bu noktadan itibaren ABD nüfuz alanı yaratmak istediği coğrafyalardaki rejimleri kendi önceliklerine göre yontma amacıyla önce dünyanın dört bir yanında demokratikleşme kampanyaları yürütmeye başladı. Bununla birlikte demokratikleşme süreçleri her yerde aynı şekilde ilerlemedi.
1970lerin ortalarından itibaren, ABD siyasi ve ekonomik olarak günümüze göre çok daha kuvvetliydi ve Fransa, Britanya ve Almanya ile olan rekabeti bugüne kıyasla çok daha düşük düzeyde idi. Diğer emperyalistlerin ABD’nin planlarına çomak sokacak gücü olmadığı için inisiyatif daha çok ABD’nin elindeydi. Bu sayede ABD önce Avrupa’nın Akdeniz kıyısında (Yunanistan, Portekiz,İspanya), 1980’lerde Latin Amerika’da (Arjantin, Brezilya, Bolivya, Şili…) demokratikleşme sürecinin baş destekçisi oldu. Gelgelelim daha 80’lerde ABD-Almanya-Fransa rekabetinin artmasıyla birlikte Latin Amerika’daki demokratikleşme süreçleri Avrupa’dakiler gibi olmadı, pürüzlü ve ABD’nin istemediği hükümetleri başa geçiren şekilde ilerledi. 1990’larla demokratikleşme kampanyalarının hedefinde dağılan Doğu Bloku ülkeleri ve Yugoslavya vardı. Ancak emperyalistler arası rekabet artık daha üst düzeydeydi. ABD’nin ve İngiltere’nin planlarıyla Almanya’nın, Fransa’nın bu bölgedeki planları çok daha uyumsuzdu. Bu coğrafyadaki demokratikleşme çok daha istikrarsız, hatta önce Yugoslavya’da sonra da Ukrayna’da olduğu gibi savaşa sürüklenen siyasi yapılar üretti. 2000’lerin başından 2010’ların ortasına kadar demokratikleşmenin gündeminde ise Ortadoğu ve Kuzey Afrika vardı. Irak ve Afganistan’ın işgali ve Arap Baharı, ABD güdümlü demokratikleşme sürecinin farklı veçheleriydi. ABD bir yandan önce SSCB’nin şekillendirdiği sonrasında ise geleneksel olarak Fransa ve Almanya ile iş tutan bu hükümetlerden kurtulmak istiyordu. Gelgelelim ABD’nin gerileyişi sürüyordu. Üstelik ABD’nin rakipleri arasında sadece Avrupalı emperyalistler değil SSCB sonrasında tekrar ayağa kalkan bir emperyalist güç olarak Rusya ve özerk politika arayışındaki Çin finans kapitali vardı. ABD’nin işgalden sivil itaatsizliğe uzanan demokratikleşme hamleleri en büyük fiyaskosunu bu dönemde yaşadı. Sonuç tüm bu coğrafyada ABD’nin daha da etkisizleşmesi oldu. Bu tablo aynı zamanda ABD’yi, demokratikleşmeyi gündeminden çıkarmaya zorluyor.
Orta Afrika’da her gün bir yenisine rastlanan darbeleri ve darbe girişimlerini de bu kapsamda değerlendirmek, oyunu ve oyunun kurallarını tutarlı bir güç ilişkileri ve mantık çerçevesine yerleştirmeyi olanaklı kılar. 2000’li yıllarla birlikte ABD siyasi, ekonomik ve askerî anlamda hâlen güçlü olmakla birlikte güç yitirmeye, emperyalist rekabet keskinleşmeye başlamıştır. Bu durumun doğal bir sonucu olarak sermayenin egemenlik sürdürme olanakları zorlaşırken,(emperyalist olsun olmasın) burjuva devletlerde istikrarsızlıklar baş göstermiş; ABD emperyalizmi, demokrasi bayraktarlığından sorumsuz popülist politikacılara karşı gerçekleştirilen darbeleri anlayışla karşılayan bir çizgiye kaymıştır. Bununla birlikte inisiyatif artık sadece ABD’nin elinde değildir. Hatta Afrika’daki darbeler gerek Rusya’nın gerekse kısmen de Çin’in daha fazla inisiyatif sahibi olduğunu göstermiştir.
Rusya’nın Afrika’daki hamleleri bu durumu daha da çetrefilli hale getirmekte, özellikle Orta Afrika’yı Rusya’nın, ABD’nin ve kısmen Çin’in at oynatmaya çalıştığı bir coğrafya kılmaktadır. 2013’te Mısır’da gerçekleştirilen Sisi darbesi ve sonrasındaki darbelere bakıldığında söz konusu güç odaklarının mücadelesinde yaşanan gelgitler Rusya veya Çin’e göreli bir avantaj sağlamıştır. ABD ise dünyada yitirmekte olduğu konuma koşut bir şekilde güç kaybetmeye devam etmektedir. Gelgelelim, bu kargaşada istikrarlı bir biçimde mevzi kaybeden asıl emperyalist güç Fransa’dır.
Lenin; savaşsız bir paylaşımın olmayacağının da, paylaşım savaşlarının sınıf savaşlarına kapı açacağının da altını çizmişti. Bütün ülkelerin emekçilerinin ve ezilen halklarının kurtuluşunu amaçlayan devrimcilerin, Birinci Paylaşım Savaşı öncesinde komünistlerin verdiği mücadeleden dersler çıkartıp onların belge ve kararlarını referans alması, siyasi faaliyetlerinde bu dayanakları kullanması gerekir. Bu dayanakları kullanmanın yolu, onu kullanacak asıl aracı, komünist dünya partisini yaratmaktan geçmektedir. Emperyalistler arası kavgada bir emperyalisti diğerine yeğ tutanlar, emperyalist odaklardan herhangi birinin yanında konumlananlar, bu tutumlarını devrimci, anti-emperyalist lafızlarla gerekçelendirenler, bu partinin yaratılmasının önündeki en büyük engeldirler.