Siyasi tablonun üç ana öğesini şöyle özetlemek mümkündür: Gerileye gerileye seçimlere sürüklenen yıpranmış bir Erdoğan, ortayı bulma ve herkesi memnun etme kaygısıyla siyasetsiz kalmış, baskın seçim kararı nedeniyle ittifak politikaları suya düşmüş bir burjuva muhalefeti, ve bu kirli seçim manevralarından en az hasarla kurtulmuş olan başta HDP olmak üzere sol hareket. Bu koşullar altında solun seçimlere damga vurma ihtimali her zamankinden fazladır.

Kuşkusuz Erdoğan’ın sahiden parlamenter rejimi bir başkanlık sistemiyle değiştirdiğine inananlar ve parlamentarist gözbağlarına sahip olanlar solun karşısında duran imkanları göremeyeceklerdir. Erdoğan’ın kendisinin dahi inanmadığı propagandasına kanan bu kesimler rejim değiştiği için parlamentonun tümüyle önemsizleştiğini düşündükleri için dikkatlerini Erdoğan’ın dikkatleri çekmek istediği yere Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dikmişlerdir. Parlamentarist gözbağlarına sahip oldukları için de Erdoğan’ın seçimle devrilebileceğini bu nedenle de öncelikli görevin Erdoğan’ın karşısına yüzde elli birin oyunu alabilecek bir adayın çıkarılmasını savunmaktadırlar. En geniş cepheyi savunmak kılıfı altında yürütülen bu oportünist manevra elbette sol açısından bir çaresizlik üretmekte ve solun önüne ikinci turda CHP’nin adayını desteklemek dışında bir seçenek bırakmamaktadır.

Halbuki Erdoğan’ın tahtından seçimlerle indirilemeyeceğini savunanların gözlerini esas olarak dikmeleri gereken yer meclistir. Sosyalizmin demokratik hallk iktidarının parlamenter yolla kurulabileceğini düşünenler elbette yeni anayasa değişiklikleriyle meclisin zayıfladığını, meclisin hiçbir işlevinin kalmadığını savunacaklar, böylelikle geçmişte meclise şimdi de Cumhurbaşkanlığı makamına bel bağladıklarını itiraf edeceklerdir. Halbuki Komünist Enternasyonal’in ikinci kongresindeki parlamentarizm üzerinde tezlerde de ifade edildiği üzere, siyasi gericilik çağında meclisin işlevi halk lehine düzenlemeler yapması değil düzenin yolsuzluğunun ve çıkışsızlığının teşhir edildiği bir kürsü olmasıdır. Devrimcilere düşen de bu kürsüyü işçileri seferber etmek ve burjuva devlet aygıtını işgöremez hale getirmek için kullanmak olmalıdır.

Erdoğan’ın mecliste çoğunluğu nasıl sağlayacağını kara kara düşündüğü koşullar altında, önümüzdeki bizi bekleyen olası rejim krizi meclis üzerindeki tahakkümünü yitirmiş ve sürekli olarak yasama aygıtıyla karşı karşıya gelen bir Cumhurbaşkanı olacaktır. Erdoğan’ın mecliste çoğunluğu yitirmesi, onu OHAL ilan edemez hale getirecektir. Bu durum onu sürekli olarak yasal statüsü belirsiz ve meclis tarafından iptal edilebilir kararnameler çıkarmaya itecektir. Bütçesini onaylatamaz hale gelmesi de cabasıdır. Böylesine kuşatılmış bir hükümet ise Erdoğan açısından 7 Haziran sonrasındaki koalisyon ihtimalinden çok daha korkutucu bir senaryodur ve aslına bakılırsa rejim  krizinin daha da derinleşmesine işaret eder.

Görünüşte herşeye kadir ama aslında meclis tarafından kuşatılmış bir Cumhurbaşkanı arasındaki krizin nerelere varabileceğini görmek için geçtiğimiz sene Venezuela’da patlak veren ve hala çözülmemiş siyasi krizin gelişimine bakmak yeterlidir. Chavez’in takipçisi Mauduro 2014 seçimlerinde hüsrana uğrayarak meclisteki çoğunluğunu yitirmişti. Meclisteki Amerikan işbirlikçisi muhalefet ve Cumhurbaşkanı arasındaki gerilimin boyutu 2017 Nisanı’nda Mauduro’nun Anayasa Mahkemesi kararıyla meclisi kapatma girişiminde bulunmasına varmıştı. Sokakları alevlenen Venezuela’da Mauduro geri adım atmaya zorlandı ama  sular hala durulmadı. Benzer bir rejim krizinde mecliste anamuhalefet rolünde Amerikancı bir muhalefetin bulunmasıyla emekçiler ve ezilenler adına hareket eden tüm akımların desteğini almış bir sol bloğun olması arasındaki farklar ayrıntı değildir. Türkiye koşullarında birincisi en iyi ihtimalle 16 Nisan sonrasındaki seçim hilesini protesto eylemleri gibi sönümlenecekken ikincisi Erdoğan’ı süprürecek bir kitlesel seferberliğin yolunu döşeyecektir.

Önümüzdeki dönemde rejim krizinin meclis ile kuşatılmış Cumhurbaşkanı arasında çıkacağını söylemek Cumhurbaşkanlığı seçiminin önemsiz olduğunu söylemek anlamına gelmez. Bilakis tıpkı Türkiye’de reformistler gibi kitleler de parlamentarist yanılsamalara sahip olduğu için önümüzde duran seçimlerin merkezinde Cumhurbaşkanlığı seçimleri duracaktır. Solun görevi de Cumhurbaşkanlığı seçimlerine bu yanılsamayı kıracak şekilde müdahale etmek, bu seçimlerin birinci turuna damga vuracak, meclise daha güçlü katılmanın yolunu döşeyecek ve saray sultasını etkili bir şekilde teşhir ederek kitlesel bir seferberlik için gerekli iklimi yaratacak bir  şekilde katılmak olmalıdır.

İçinden geçtiğimiz siyasi koşullar bunun için de son derece elverişli fırsatlar sunmaktadır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 2014’e kıyasla Erdoğan çok daha yıpranmış ve gerilemiş durumdadır. Burjuva muhalefeti ise sadece hazırlıksız yakalanmamış aynı zamanda siyasi olarak sıkışık durumdadır. Zira o dönemde muhalefet partisi CHP sadece MHP’nin hassasiyetlerine uygun bir aday belirliyordu. Şimdi ise sadece asıl MHP biziz diyen Akşener’in değil asıl İslamcı biziz diyen Saadet Partisi’nin hassasiyetlerine uygun bir aday göstermek zorunda kalacak ve seçim kampanyasını bu çerçevede yürütecektir. CHP’nin kokmayan-bulaşmayan seçim kampanyası karşısında soldan yükselecek güçlü bir “Seni Başkan Yaptırmayacağız!” sesi en azından birinci tur seçimlerinin Erdoğan ve Solun adayı arasında geçmesini sağlayacaktır. Birleşik bir sol adayın etrafında yürütülecek bir seçim çalışması bunu sağlamaya muktedir olacaktır.

Ezilenlerin Ortak Bloğu Kurulmalı

Bahçeli’nin baskın seçim girişimi siyasi tabloda bir sürprize işaret etse de Türkiye’nin 16 Nisan referandumundan beri gittikçe yoğunlaşan bir seçim atmosferinde yaşadığı biliniyordu. Bir erken seçim olsun olmasın belediye başkanlarının değişmesinden Afrin operasyonuna tüm adımlar seçim hesabıyla atılıyordu. Buna karşılık soldaki akımların hiçbiri o günden bu yana yaklaşan seçimlerde Erdoğan’a karşı ortak bir blok oluşturmak için kayda değer bir girişimde bulunmamıştır. Bulunulan girişimlerin hepsi ise grupçu dar hesapların çıkmazlarını aşamamıştır. İki ay sonra gerçekleşecek seçimlerde solun karşısında duran tarihi fırsatları değerlendirmek için bu basiretsizlikten kurtulmak, küçük hesapların sorumsuzluğunu terk etmek gereklidir.

Seçimlere doğru atılması gereken ilk adım bir sol bloğu oluşturmaktır.  Sol Blok işçiler ve ezilenler adına hareket ettiğini iddia eden, burjuva partilerinin dışında kalan parti, hareket ve örgütlerin dahil olduğu/olması gereken bir blok olmalıdır. Bu bloğu oluşturmak için elbette HDP’nin Kürt hareketinin temsilcisi olduğuna dair Bundçu tespit ve safsataları terk etmek gereklidir. HDP, iddialarını ne denli gerçekleştirip gerçekleştirmediğinden bağımsız olarak gerek politik etki, gerek milletvekili sayısı, gerek militan gerekse de maddi güç olarak on yıllardır nostaljisi yapılan Türkiye İşçi Partisi’ni kat bet kat aşan sol bir partidir. Geride bıraktığımız son beş sene içinde üstlendiği reformist, devrim karşıtı ve tasfiyeci rol HDP’nin bu niteliğini değiştirmez. Türkiye’de bir sol blok olacaksa bunun içinde HDP de yer almalıdır. Aksini savunan herkes Türkiye’nin en büyük emekçi partisini CHP’ye yedeklemek istemektedir ya da HDP ile rakip ama onun karikatürü olmayı aşamayacak bir tasfiyeci proje girişiminin bayraktarı olarak görülmelidir. Zaten HDP’nin bir parçası olmadığı bir sol blok ne barajı aşabilir ne de Cumhurbaşkanlığı seçimleri için aday gösterebilir.

HDP’nin sol bloğun içinde yer alması gerektiğini söylemek HDP’nin seçime girmesinin bu sol blok için yeterli olduğunu söylemek yahut sol bloğu savunanların HDP’ye katılması gerektiği anlamına gelmez. Bilakis sol blok Haziran’dan KP’ye, SMF’den Kaldıraç’a HDP’den farklı tüm sol güçleri kapsayan geniş bir blok olmalıdır. Sendikaların, kooperatiflerin ve diğer kitle örgütlerinin temsilcileri de bu sol blokta yerini almalıdır. Böyle bir blok tümüyle seçim amaçlı kurulmalı ve asla program, talep tartışmalarına girmemelidir. Erdoğan’a karşı olmak, diğer burjuva partilerinin kuyruğuna takılmayı reddetmek ve ezilenlerin eylemli seferberliğini esas almak dışında hiçbir şart aranmamalıdır.

Aslına bakılırsa 2011 Genel Seçimleri sırasında oluşturulmuş Emek Demokrasi Özgürlük ve Barış (EDÖB) bloku tam da bu noktada hatırlanması gerekli bir deneyimdir. Kapsaması gereken tüm bileşenleri kapsamasa da EDÖB Türkiye tarihinde oluşturulmuş en geniş seçim ittifaklarından biriydi. Bağımsız adaylar göstererek seçime katılmış olsa da AKP’yi gerileten tarihi bir başarı elde etmişti. Gelgelelim EDÖB bileşenleri mecliste bir EDÖB grubu kurup EDÖB’ü bloğun dışında kalanları da kapsayacak şekilde genişletmeyi tercih etmediler. Tam aksi yönde hareket ederek bir seçim ittifakını bir parti girişimine çevirerek daralttılar. Böylelikle önce EDÖB’ün bileşenlerinin bir kısmını dışarıda bırakarak Halkların Demokratik Kongresi (HDK) sonra da HDK’nın bir dizi bileşenini dışlayarak Halkların Demokratik Partisi kuruldu. Bugünse yapılması gereken HDK-HDP girişiminin tam aksi yönünde hareket etmek EDÖB’ü aşan, partilerin katılımına açık ancak kendini herhangi bir partiye bağlamayan bir seçim ittifakı, bir sol blok kurmaktır. Böyle bir blok kurulduğu takdirde baskın seçimlerde 7 Haziran’ı aşan bir sol rüzgar estirmek mümkün olacaktır. Hangi gerekçe ile olursa olsun böyle bir bloktan uzak durmak ise HDP’nin baraj altında kalma riskini arttırdığı için Erdoğan’a 50 küsur milletvekili hediye etmek anlamına gelecektir.

Çatırdayan Cumhur ittifakının yasal kılıfı olan yeni seçim kanunu ise sanıldığının aksine Erdoğan’dan çok ortak bir sol blok oluşturulmasına hizmet edebilir. Normal koşullar altında seçimlere girme kapasitesine sahip en az dört sol parti bulunmaktadır: HDP, EMEP, ÖDP ve KP. Bu dört partinin tıpkı AKP-MHP ya da İP-Saadet Partisi gibi bir seçim ittifakı kurması, diğer sol güçlerin de bu partilerin listelerinden aday gösterilmesi sol blok tartışmalarını program ve talep tartışmasına boğulmasını engelleyecek, sol içi rekabet nedeniyle tek bir oyun bile ziyan olmasını engelleyecektir.