Boğaziçi Üniversitesi’nde Kuzey Kafeterya’nın kirasına yapılan yüksek zam sonucu kapanması sonrasında yerine EspressoLab’le bağlantılı olduğu iddia edilen “Ethos Kafe” isimli yeni bir işletme açıldı. Bunun üzerine, Boğaziçi Hakkında’nın başını çektiği türlü gençlik ve öğrenci örgütlenmeleri “Pahalı Masalarınıza Ucuz Kahvelerimizle Geliyoruz” diyerek Kuzey Kampüs’te bu durumu protesto etmeye çağırdı. Bu kafenin kapatılması, öğrencilerin ihtiyaçları için bir alanın olmaması ve var olan alanların da kayyım tarafından yok edilmesine karşı kampüsteki ortak alanların kullanımına ilişkin öğrencilerin de söz hakkı olması gerektiğini vurgulayan eyleme yüzlerce öğrenci katıldı. Eylem boyunca “Sermayeye Geçit Yok!” ve “Kayyum Rektör İstemiyoruz!” denilerek kampüslerin AKP’nin değil öğrencilerin olduğu vurgulandı.
O günden itibaren “İşgal Kafe” adı verilen kafede öğrenciler kendi çay ve kahvelerini yapıp bedava bir şekilde dağıtmaya başladı. Boğaziçi Hakkında’nın çağrısıyla, isteyen tüm kulüpler, bölüm ÖTK’ları, siyasetler çeşitli eylem ve etkinlikleri için günlük “İşgal Programı” hazırlayarak kafeyi kullanmaya başladı. İşgalin gidişatına, taleplerine ve neler yapılması gerektiğine dair forumlar alındı. İşgal Kafe’nin kapatılıp öğrenci kooperatifine çevrilmesi, kayyımlık müzakere istiyorsa eğer yapılacak görüşmenin kapalı kapılar ardında değil, İşgal Kafe’de gerçekleştirilmesine dair talepler öne koyuldu.
17 Şubat gününde işgalde aktif olan yirmi iki kişinin okul kartları iptal edildi, okula girişleri yasaklandı. Yasağın dayandırıldığı madde geçen sene AYM tarafından iptal edilse de okul yönetiminin bunu tanımaması üzerine “Eğitim Gasp Edilemez” denilerek sosyal medyada bir hashtag çalışması başlatıldı. Bunun üzerine ne yapılacağına dair yaklaşık altmış-yetmiş kişinin katıldığı forum alınsa da oy çokluğuyla bir karar alınamaması üzerine bir eylem de gerçekleştirilememiş oldu ve karar bir sonraki foruma bırakıldı.
İşgal Kafe’deki etkinliklerden biri de Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Topluluğu’nun düzenlediği, daha önce de üniversitede yarı zamanlı dersler açmış olan ancak daha sonra kayyım tarafından dersleri iptal edilen Çetin Eren’in konuşmacı olduğu “Boğaziçi’nde ve Türkiye’de Devlet, Sermaye ve Siyasi Kriz” başlıklı söyleşiydi. 18 Şubat Salı günü gerçekleştirilen etkinliğe yaklaşık elli-altmış kişi katıldı. Etkinliğin saati kafenin kapatılma saatiyle çakışsa da kafenin kapatılmasına öğrenciler tarafından izin verilmeyerek etkinlik gerçekleştirildi.
Çetin Eren sözlerine bir hoca/akademisyen olarak değil, emekçi ve ezilenlerin mücadelesini onların iktidarıyla taçlandıracak şekilde önünü açmaya çalışan bir komünist olarak konuştuğunu söyleyerek başladı. Yaklaşık üç saat süren söyleşide, özetle Boğaziçi Üniversitesi’ne gelen markanın ve içinden geçtiğimiz sürecin genel olarak sermayenin saldırılarıyla açıklanamayacak karmaşıklıkta olduğunu ve hükümetin açmazlarını içerdiğini anlattı. Buna karşı mücadele etmek için de eylemlerin reaksiyoner ve tepkisel olmaktan çıkıp aynı iradeyle, aynı karmaşıklıkta siyasi olarak bir plan ve örgütlenme içinde yer almak gerektiğini vurguladı.
Sermaye birikim sürecinin her zaman şiddet ve işgalle iç içe ilerlediğini söyleyen Eren, sermayenin kolektif ve sosyal olarak da toplumda ağırlığını arttıran bir sosyal güç olmasının yanı sıra, bu rolü üstlenen somut aktörlerin, sermaye gruplarının dünyada ve Türkiye’de sürekli değiştiğini anlattı. Darülfünun yerine Amerikancı bir üniversite olan Robert Kolej/Boğaziçi Üniversitesi’nin daha çok prestij kazanmasının, birinci ve ikinci paylaşım savaşlarının ardından Amerikan emperyalizminin dünyadaki hakim sermaye olmasıyla ilişkili olduğunu açıkladı. Wilson İlkeleri’ne paralel olarak Osmanlı İmparatorluğu’ndan çıkan Türk devletinin de Boğaziçi Üniversitesi’nin bu Amerikancı yapısına dokunmadığını, üniversitenin daha önce bugünkü gibi bir saldırı altında olmadığını söyledi.
Ardından içinden geçtiğimiz döneme damgasını vuran üç ana krizi anlattı. İlk krizin, 1970’lerin başından beri ABD’nin dünya üzerindeki baskın emperyalist güç olmayı sürdürememesinden kaynaklandığını belirtti. Bunun beklenir bir sonucunun ise Amerika’nın etkisini taşıyan, fikirlerini yayan kurumların zedelenmesi olduğunu anlattı. Bu kurumlardan biri olan Boğaziçi’nin de hem bir kapışma sahası hem de saldırı için bir hedef haline geldiğini söyledi.
İkinci krizin, Türkiye’yle daha ilişkili ve Kürt sorununu da içeren, ulusal kalkınmacılığın krizi olduğunu ifade etti. Amerikan sermaye birikim modelinin aynı zamanda Habsburg İmparatorluğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun da çözülme sürecine karşılık düşen jeopolitik bir sonucu olduğunu söyledi. Amerikan emperyalizminin Ekim Devrimi’ne karşı düşmanca bir cevap olan Wilson İlkeleri ile uyumlu, Amerikancı ulus devletlerin tahkimi üzerine yükseldiğini vurguladı. Fransız Devrimi’nden 1908’e dek ulus tanımına dair arayışlar olduğunu, bu topraklardaki burjuvazinin İslam temelli bir ulus tanımladığını, böylelikle farklı aşiret tipi örgütlenmeleri, nüfus yoğunluğu, Ekim Devrimi’ne yakınlığı olan Kürt kitlesini de İslam paydasında Türkleştirilmesi projesini başlattığını aktardı. Ancak bunun peş peşe başkaldırılarla cevap verilen, tüm geri bıraktırılmaya karşın 1980-90’larda da tutmayan bir proje olduğunu vurguladı. Ortadoğu’daki jeopolitik denklemleri bozan Filistin ve Kürdistan ezilen ulus sorunlarının olduğunu, 1990’lardan itibaren Türkiye’nin Kürt sorununu demokratik Türkiye çerçevesinde çözerek AB’ye girme projesinin başladığını, bu projenin bayraktarlığını da Boğaziçi Üniversitesi’nin yaptığını anlattı. Açılım sonrası AKP’nin olmayacak şekilde 1921’in ruhunu çağırmaya başlamasıyla beraber Amerikancılığın parçası olan Boğaziçililiği “vatana ihanet” olarak gösteren farklı tipte bir projenin ortaya çıktığını söyledi. Amerika’nın zayıflamasına paralel olarak, AB’nin tavsaması, Türkiye’de Amerika’nın istediği partilerin istediği şekilde iktidara gelememesi, Filistin ve Kürdistan sorununun çözülmemesiyle bu projenin de başarısız olduğunu açıkladı.
Üçüncü krizin ise rejim krizi olduğunu dile getirdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihine bakarak sermayenin “barışçıl” hareket etmediğinin açık bir şekilde görülebileceğini anlattı. Güncel bir sorun olan demokratik anayasanın ancak kurucu meclisle yazılabileceğini, bunun ise eski sistemin kurumlarına dayanarak değil, darbe veyahut devrimle olacağını vurguladı. Daha sonra, 1908-1960 arasında eski burjuvaların imha edilerek servetlerinin el değiştirmesi sürecinin yaşandığını, 27 Mayıs ve 12 Mart sonrası iktidarda bir tarafta Amerika’yla ilişkili sermaye grubu TÜSİAD’ın, diğer tarafta da Fransa’yla ilişkili genelkurmay diye bildiğimiz silahlı kuvvetin, kapitalist mantıkla hareket eden bir Türk ordusunun koalisyonu olduğunu söyledi. Bu iki krize ek olarak, Türk ordusunun da sermayeyle böyle bir ittifakı sürdüremediği için karşımıza bugünkü hükümetin çıktığını belirtti. Türkiye’de hakiki sermaye partisinin CHP olduğunu, AKP’nin de kurucularına ihanet ederek ortaya çıkmış bir kitle partisi olduğunu anlattı. Bu hükümetin Amerika’ya Kürt sorununu çözmeyi ve demokratik soslu yeni bir anayasa yazmayı vaat ettiğini, bunun için 12 Eylül Rejimi’ni kuran silahlı bürokrasinin pasifize edildiğini, ancak bunu yaparken de Amerikancı partinin 2010’dan beri gerilediğini açıkladı. 2015’ten sonra hükümetin milliyetçi bir harbe başlayarak HDP’ye yönelik saldırılardan CHP’ye dek uzanan saldırıları sırasında MHP’ye teslim olduğunu söyledi. İçsavaşın yükünü taşıyamayan hükümetin 2019’dan sonra ABD ile tekrardan barışmak, MHP’den eski merkezci pozisyonuna geri dönmek istediğini, 2021’den beri de bu krizin giderek çatışmalı ve çelişkili bir süreç haline geldiğini anlattı.
Eren, kantini öğrencilerin işletmesi kıymetli ve anlamlı olsa da böyle bir direnişi kazanabilmek için bile hükümete siyasi bir iddiayla meydan okumak gerektiğini vurguladı. Bugünkü rektörün de Türkiye’deki siyasi krizin uzantısı olarak geldiğini, önüne çıkan her sorunda yalpalayan ve zayıf hükümetin karşısında daha önemli bir mücadelede buluşmanın yolunu aramak gerektiğini söyledi. Türkiye’nin demokratik olması için, emekçilerin ve ezilenlerin “ağır ellerini toprağa basıp doğrulmaları için” için nasıl bir siyasi mücadele, eylem çizgisi ve taleplerin olacağını tartışmak gerektiğini ifade ederek konuşmasını tamamladı.
Ardından katılan öğrencilerden soru ve görüşler alındı. Soruların çoğu öğrencilerin geleceklerini kaybetmeye yönelik korkularından dolayı eylemlere katılmadığına, buna dair ne yapmak gerektiğine ilişkindi. Konuşmacı, cevaben korkunun panzehirinin bilinç olduğunu, siyasette ise bilinç ve eylemin herkese eşit ve eş zamanlı olarak yayılmadığını anlattı. Bu yayılmayı sağlamak için duranlara kızmak yerine cesarete sahip olanların birlik ve dirayet içinde olmaları, bir şeyin yapılabilirliğini göstermeleri, ittifaklarını genişletebilmeleri ve kendilerine küçük, dar hesaplarla bozulmayacak olan büyük bir dava tanımlayabilmeleri gerektiğini vurguladı. Buradaki öğrencilerin bir dizi ayrıcalığa sahip olduğunu, bunun da bir mobilizasyon kapasitesi yarattığını söyledi. Politik bir sorunun direkt dar anlamda kişilere karşı sektörel bir mücadeleyle çözülemeyeceğinin altını çizdi.
“Lokal ve masum bir talep olarak kendi içinde kaldığı zaman bu zaten kaybetmeye mahkumdur. Çünkü onların hükümetle bağlantıları var, ihaleleri var, 1453’le bağ kuruyorlar. Kimse kayyıma ‘sen ne biçim siyaset yapıyorsun’ demiyor. Ama karşısında sizlere sadece kahveyle ilgilenin diyorlar. Kadına evde yaşadığın sorunla, kadın sorunuyla ilgilen; Ermeni’ye Ermeni sorunuyla ilgilen, etnografya yap demek gibi. Ben tersini söylüyorum.” diyen Eren, hayat ne kadar siyasi ise öğrencileri de o kadar siyasi olmaya çağırdı.
Canlı ve kalabalık geçen etkinliğin ardından katılan arkadaşlarla oturup söyleşide bahsedilen siyasi noktalara dair daha fazla sohbet etme imkanı bulduk. Hükümete karşı sözümüzü söylemenin bu tarz eylemleri dar ve özel bir kisveden çıkartıp daha geniş kesimlerle buluşturacağında ve dar grupçu hesapların karşısında bizi daha güçlü kılacağında uzlaştık. Eylemlerin gidişatında neleri nasıl yapabileceğimizi konuştuktan sonra ayrıldık.
Üniversitelerden Komünistler