Bolşeviklerinki Gibi Bir Partiyi
Kurmak İsteyenler
“Ne Yapmalı?”yı
Nasıl Okumalı?
1902’de Lenin’in “Ne Yapmalı?” başlıklı polemik kitabı yayımlandığı zaman olumlu olumsuz çok ilgi gördü. Bu kitap yayımlanması üzerinden bir asırdan fazla zaman geçtiği halde hâlâ, hiç değilse Lenin’i referans, Bolşevikleri örnek alan komünistler arasında tartışmasız bir ilgiyle ele alınır. Bu ilgi her ne kadar sadakat anlamına gelmese de “Ne Yapmalı?”yı referans kabul etmenin âdetten olduğu tartışmasızdır.
Belki de bu durum söz konusu kitabın adeta Leninist olmanın başlıca ayırt edici kıstasları arasında olmasından ve Lenin’in katkılarından birini ifade etmesinden ileri gelir. Bir başka nedeni de hiç kuşkusuz kitabın başlığının ifade ettiği can yakıcı sorudur. Bu soru Çernişevski’nin aynı adı taşıyan ünlü romanının da başlığı olduğu halde, ilk akla gelen bu güzel roman değil, ondan esinlenen Lenin’in kitabıdır. Açıkçası bu soru daima ve adeta bir varoluş sorusu olarak herkesin aklına gelmesi kaçınılmaz olan bir sorudur.
Lakin leninizmi kılavuz olarak kabul edenler bakımından bu sorunun cevabı zaten bahis konusu kitapta verilmiş olsa gerektir. Çünkü Lenin’in kitabı bir sorudan çok biricik cevabı ortaya koyar. Bununla birlikte ne hazindir ki “Ne Yapmalı?” sorusu kendilerine Leninist etiketini yakıştırmakta ısrar edenler için malum olan bir cevabı vurguyla tekrarlamaktan ziyade hala ne yapacağını bilmeyenlerin tekrarladığı anlamsız bir tekerlemeye indirgenmiş gibidir.
Daha kötüsü sıklıkla bu soru pek de yeni olmayan ve bahis konusu kitaptaki cevapla hiç bağdaşmayan bir cevabı serdedip meşrulaştırmak maksadıyla ortaya konmaktadır. Bir başka deyişle “Ne Yapmalı?” kitabı bu kitabın girişinde işaret edilen “bataklığa” doğru muhtelif azimetleri tavsiye etmek üzere istismar edilmektedir.
“Kaynaşmış bir grup halinde, sarp ve zorlu bir yolda, birbirimizin ellerine sıkı sıkıya sarılmış olarak ilerliyoruz. Dört bir yandan düşmanlar tarafından kuşatılmışız. Hemen hemen hiç durmadan bunların ateşi altında ilerlemek zorundayız. Özgürce benimsediğimiz bir kararla düşmanla savaşmak amacıyla birleşmiş bulunuyoruz. Kendimizi tek bir grup olarak ayırdığımız ve uzlaşma yolu yerine mücadele yolunu seçmiş olduğumuz için baştan beri bizi suçlayanların meskeni olan yanı başımızdaki bataklığa sürüklenmemek için kenetlenmişiz. Ve şimdi aramızdan bazıları şöyle bağırmaya başlıyorlar: gelin bataklığa gidelim! Onları ayıplamaya başladığımız zaman da, karşılıkları şu oluyor: ne geri insanlarsınız! Sizi daha iyi bir yola çağırma özgürlüğünü bize tanımadığınız için utanmıyor musunuz? Beyler! Yalnızca bizi çağırmakta değil, istediğiniz yere, hatta bataklığa bile gitmekte özgürsünüz. Aslında bize göre sizin gerçek yeriniz bataklıktır ve oraya ulaşmanız için size her türlü yardımı yapmaya da hazırız. Yeter ki ellerimizi bırakın, yakamıza yapışmayın ve o büyük özgürlük sözcüğünü kirletmeyin, çünkü biz de dilediğimiz yere gitmekte ‘özgürüz’, yalnızca bataklığa karşı değil, yüzlerini bataklığa doğru çevirenlere karşı savaşmakta da özgürüz.” (Lenin, “Ne Yapmalı?”, TE c. 5, sf. 361,362)
Yaşadığımız topraklarda tasfiyecilik bataklığını işaret eden bu “Ali Cengiz oyununun” en bariz ve belki de en galiz örneği, TKP ismini Kopenhag kriterlerinin kabul edilmesini fırsat bilerek çalan parti ve ideologlarının yazıp söylediklerinde görülebilir.
Kendi içinde birkaç parçaya bölündükten sonra bu etiketi elinde tutmayı sürdüren bu Türkiye “Kopenhag Partisi”nin genel sekreteri Kemal Okuyan’ın yıllar önce yayımlanan “Ne Yapmalıcılar Kitabı”, ‘Ne Yapmalı?’ sorusuna Lenin’in verdiği cevapla neredeyse hiç ilgisi olmayan bir cevabı üst üste baskılar yaparak yutturmanın en çarpıcı örneklerinden biridir.
Bu kitabın beş yıl önce basılan altıncı baskısına yazdığı önsözde Aydemir Güler kendilerini ve kitabı şöyle tanıtıyor:
“Kemal’in kitabı Sosyalist İktidar grubu olarak yola koyulan, kendini 12 Eylül koşullarında yeniden yapılandırarak 1986’da Gelenek ‘kitap dizisi’yle birlikte Gelenek hareketine dönüşen, 1992’de kendi kulvarında partileşen, 2000’lere ülkenin komünist partisi olarak yeni bir hamleyle giren, bugünün TKP hareketinin teorik-ideolojik-tarihsel en önemli kalkış noktalarından birine odaklanıyor.”
Burada “hareketin en önemli kalkış noktalarından biri”nden bahisle bu partinin süreç içinde nasıl oluştuğu da kısaca özetlenmiş oluyor. Kitapta da ısrarla “bir süreç olarak parti” fikri işleniyor zaten. Oysa“Ne Yapmalı?”nın o sıra ve hâlâ pek yaygın olan ‘partinin bir süreç olarak ortaya çıkacağı’ fikrine karşı partinin inşası için bir planı ortaya koymak üzere yazıldığı açık seçik beyan edilmişti.
Doğrusu bu planın adım adım hayata geçtiğini izlemek zor değildir. Evvela “Ne Yapmalı?”nın yakın hedefi olan RSDİP İkinci Kongresi’nde bu kitapta tarif edilen “profesyonel devrimciler örgütü”ne kimlerin üye olup olamayacağı netleşti. İkinci bir aşamada 1905 deneyiminin ardından kendini profesyonel devrimcilerle sınırlayan bir devrimci partinin merkeziyetçiliğinin “demokratik merkeziyetçilik” olması gerektiği ve bu işleyişin bir kitle partisinde değil ancak böyle bir örgütte işleyebileceği kayda geçti. 1912 Prag Konferansı’nda Bolşevikler RSDİP’in bir fraksiyonu olma hâline son vererek bağımsız bir parti olarak şekillendi. Nihayet 1917 yılının Şubat-Ekim (Mart-Kasım) ayları arasında Devrimci partinin burjuvazinin iktidardan alaşağı edilmesi ve geçiş döneminin açılmasındaki somut rolü pratik olarak tarif buldu.
Elbette bu 15 yıla bakarak Bolşevik Parti’nin süreç içinde şekillendiği ve Leninist Parti planının süreç içinde somutlaştığını söylemek yanlış olmaz. Böylelikle de “Ne Yapmalı?”da önerilen planın Rusya’ya ve Bolşeviklere özgü bir plan olduğunu teslim etmeye ramak kalır. Nitekim Kemal Okuyan da başka pekçokları gibi böyle yapıyor. Bunu da Ne Yapmalı’nın bir model değil bir anlayış sunduğunu söyleyerek meşrulaştırmak istiyor.
Eğer okumayı bu kadarla bırakırsak aynı sonuca varmamak zor olur.
Bolşeviklerin deneyiminin öne çıkardığı derslerin Komünist Enternasyonal’de teorileştirilip evrensel tezler haline getirildiği unutulmazsa, önü açık bir biçimde herkesin kafasına göre bir “Leninist parti planı” yapıp uygulayabileceği sonucuna varmak işten değildir.
Ama kazın ayağı öyle değildir. Komünist Enternasyonal İkinci Kongresi’nde kabul edilen “Proleter Devriminde Komünist Partinin Rolü” hakkındaki kararın birinci ve ikinci maddesinde “Ne Yapmalı?”da tarif edildiği gibi kendini kitleden ayıran, militanlarını kendisi seçerek bünyesine katan ve belli bir parti örgütünde görevlendiren bir parti tarifi tekrar yapılmaktadır. Bu partinin burjuvazinin iktidardan devrilmesi noktasındaki belirleyici rolünün altı neredeyse Bolşeviklerin 7 Kasım 1917 günü yaptıkları tasvir ederek çiziliyor.
Bir sonraki kongrede de, Komünist Enternasyonal “Komünist Partilerin Yapısı ve Eylem Yöntemi” hakkında benimsediği tezlerin onuncu ve on birincisini tekrar “Ne Yapmalı?”da tarif edilen ve RSDİP ikinci kongresinde somutlanan profesyonel devrimcilerin parti üyesi olmasının şartları olarak kayda geçirdi. Dolayısı ile “Ne Yapmalı?” da bir plan olarak ortaya konan parti modeli evrensel bir model olarak Komünist Enternasyonal’e kabul edilecek partilere şart koşuldu.
Bu itibarla “Ne Yapmalı?”da bir taslak plan olan parti modeli Komünist Enternasyonal tarafından evrensel bir model olarak benimsenmiştir. Bu nedenledir ki, Bolşeviklerin yolundan (buna konumuz açısından “‘Ne Yapmalı?’nın gösterdiği yoldan” da diyebiliriz) gitme iddiasında olan komünistler bu modeli Komünist Enternasyonel’de somutlanıp tarif edildiği biçimiyle benimsemekle yükümlüdür. Dahası böyle bir enternasyonalin ve buna uygun partilerin olmadığı koşullarda böyle bir partinin yaratılması komünistler bakımından öncelikli bir stratejik hedeftir. Bu nedenledir ki bu hedefe varılıncaya kadar komünistler,“Ne Yapmalı?”da ve Komünist Enternasyonal belgelerinde tarif edilen model ve ilkeleri referans alarak bir parti inşa stratejisini öncelik olarak benimseyip izlemekle yükümlüdür.
“Ne Yapmalı?” Kitabının Hangi Cevabı Vereceği
Ne zaman Nerede İlan Edilmişti?
1901 Mayısında Iskra’da yayımlanan ‘Nereden Başlamalı?’ makalesinde Lenin “Sadece ihtiyaç duyulan örgütün niteliği ve kesin amacı konusunu açıklığa kavuşturmakla kalmamalı, aynı zamanda örgüt için kesin bir plan hazırlamalıyız, böylece örgütün kuruluşu bütün yönleriyle ele alınmış olacaktır. Meselenin ihmale gelmez önemi karşısında, biz kendi payımıza, şimdi basıma hazırlanan bir broşürde bir plan taslağını, daha ayrıntılı bir şekilde geliştirilmek üzere yoldaşlara sunuyoruz” diyordu.
Söz konusu olan Mart 1902’de yayınlanacak olan “Ne Yapmalı?” başlıklı kitap/broşürdü.
Lenin bu kitaba yazdığı ilk ön sözde bu kitabın amacını ve kapsamını tanıtırken, kitabın temel konusunu:
. Siyasal ajitasyonun niteliği ve temel içeriği;
. Örgütsel görevler;
. Rusya çapında bir mücadele örgütünün inşa planı; olarak özetleyecekti.
Aydemir Güler ön sözünde vurgulayarak “Leninizmden bu bütünlük nedeniyle de bir örgüt modeli değil, öncülük teorisi çıkar” diyor. Elbette bahis konusu olan Leninizm olduğunda sadece yeni bir parti modelinden çok daha fazlasının anlaşılması gerekir. Ama niye bir örgüt modeli çıkmayacağında ısrar ediliyor acaba? Burada ortaya konan modeli benimsememek için bir ısrar olduğu besbelli. Ama “biz Lenin’in önerdiği modeli benimsemiyoruz” demek işlerine gelmediği için olsa gerek, “orada bir model önerilmiyor” diye bir iddia ileri sürülüyor.
Herşeyden önce Okuyan ve Güler’i okuyunca, model deyince ne anlaşılması gerektiği oldukça müphem hâle geliyor. Belli ki kötü anlamda bir şey niyetine kullanılıyor bu kavram. Bu bir tesadüf değil.
“Eleştiri Özgürlüğü” Sevdasıyla “Şablonlara Hapsolmama” Tutumlarının Akrabalığı
“Ne Yapmalı?” yazıldığı sırada revaçta olan “eleştiri özgürlüğü” gibi, 12 Eylül sonrasında Türkiye solunda tasfiyecilik rüzgarları püfür püfür eserken “şablonculuğa düşmemek gerekir” cümlesi pek revaçtaydı. Anlaşılan o ki gerek Güler, gerekse de Okuyan model kavramını bu anlamda, “şablonculuğa düşmemek gerekir” anlamında kullanmak istiyor. “Kalıpçı olmayalım” demek istiyorlar. Ama daha kötüsü “şablon” yerine ısrarla “model” kavramını kullanıyorlar. Şecaat arzederken sirkatlerini söylemiş oluyorlar. Bir başka deyişle Lenin’in “Ne Yapmalı?”da öne sürdüğü örgüt tarifini “model” yani örnek olarak almamak gerektiğini vaz’ etmek üzere bu vurguyu yapıyorlar.
Nitekim Kemal Okuyan da, aynı kitaba yazdığı önsözlerden birinde, Aydemir Güler’in vurguladığı fikri tekrarlayarak teyit ediyor:
“Öncülük teorisinde modellerle hareket etmek geleneğimize yabancıydı; öncü örgütü belli bir ‘model’ içerisinde kısırlaştırmamaya özen gösterdim.” diyor.
Yani model denirse örnek alınacak bir şeyden değil,“kısırlaştırıcı” bir kalıptan söz edilmiş olurmuş gibi sunuyor. Oysa model kavramının hiçbir bakımdan olumsuz bir çağrışımı olması mümkün değil. Zira bilakis örnek alınması gereken, bir eser meydana getirirken bakarak esinlenilen, taklit ve tekrar ederek yorumlanması gereken bir nesneyi anlatır. İyi bir şeydir yani.
Ama Güler ve Okuyan kasten “Ne Yapmalı?”da tarif edilen örgütü örnek almamak gerekir diyerek söze başlıyor.
Doğurusu bu revizyonistlerin “öncü örgüt” demeyi sevdikleri devrimci partiyi,“bir model içinde kısırlaştırmama” itirazı oldum olası “Ne Yapmalı?”ya getirilen itirazların başında gelmiştir. Bu da demektir ki söz konusu kitap okunduğunda burada bir model önerildiğini herkes anlayabilmektedir. Okuyan ve Güler’in daha en baştan bu kitapta ortaya konan özgün ve alternatif örgüt modelini peşinen ötelemek istemeleri besbelli ki bunu asla taklit ve tekrar etmeme niyetlerini ortaya koyuyor.
Doğrusu “Ne Yapmalı?”yı izleyerek kurulan parti ile Güler ve Okuyan’ın partisi karşılaştırıldığında bunu görmek zor değil. Ama burada asıl sorun sirkat (yani çalma) fiilinden geliyor. Zira Okuyan kitabının başında eleştiri konusu ettiği Mehmet Ali Aybar gibi açıkça “Ne Yapmalı?”yı eleştirip reddetmek yerine, bu kitabın biricik sahipliğini ve savunuculuğunu tekeline almak üzere “Ne Yapmalıcılar” sıfatını icat edip tekeline alıyor. Doğrusu bu da “Ne Yapmalı?”yı gözden ırak bir yere hapsetme gayretinin ifadelerinden biri.
Zira bu sıfat olsa olsa “Ne Yapmalı?”da ortaya konan örgüt modelini amasız fakatsız benimseyenlere yakıştırılmalıdır; bunu tartışma konusu ederek bir kenara atma niyetiyle yola çıkıp Lenin’in deyişiyle tasfiye bataklığına giden yolu takip ve tavsiye etmekte olanlara değil.
Sahip çıkıyormuş gibi başlayıp bazı tanım ve kavramları artık terk etmek gerektiği fikrini öne sürenlere, böyle yapanların ilk örneği olan Bernstein’dan beri revizyonist denir. “Ne Yapmalı?” kitabı da bu yolu takip eden oportünistlere vurmakla başlar. O vakit Rusya’daki Sosyal Demokrat hareket içinde bunu “eleştiri özgürlüğü” bahanesiyle yapmak modaydı. Türkiye solunda ise özellikle 12 Eylül’den itibaren “şablonculuğa düşmemek”, “kalıplara mahkum olmamak” fikri öne çıktı. Kemal Okuyan’ın geleneği de “‘Ne Yapmalı?’yı model olarak almamak gerekir” diyerek bu kervana katılanlardandır. Bu geleneğin “Kuruçeşme”den çıkan tasfiyeci partilerden birinedönüşmesi tesadüf değil.
RSDİP İkinci Kongresi’ndeki Tartışma da mı
Bir “Model” Tartışması Değil?
Lenin’in “Nereden Başlamalı?”da ilan edip “Ne yapmalı?”da somut bir plan olarak tarif ettiği örgüt modeli daha sonra RSDİP ikinci kongresindeki en önemli tartışma sırasında bir kat daha somutlaştı. Söz konusu olan malum tüzük tartışması, tüzüğün üyelikle ilgili maddesine dair Martov-Lenin tartışmasıdır. Eğer tüzük ve üyelik tarifi de bir modeli anlatmıyorsa neye dair olabilir? Elbette ki Bolşeviklerle Menşeviklerin ayrılmasıyla sonuçlanan bu tartışma bir örgüt modeline dairdir. Bir başka deyişle İkinci Enternasyonal modeli bir parti ile bunun devrimci alternatifi olan parti modelinin karşı karşıya geçip ayrışması tartışmasıdır söz konusu olan.
Bu bakımdan “Ne Yapmalı?”nın da önemli katkılarıyla toplanan RSDİP ikinci kongresindeki en kritik ve Iskracılar’ın bölünmesine varan tartışma, düpedüz bir model tartışmasıyla yakînen ilgilidir. “Ne Yapmalı?” kitleleri bünyesine katmayı hedefleyen ve kendi içinde iç içe geçmiş halkalar halinde hiyerarşik bir yapısı olan parti modeline karşı “kendini profesyonel devrimcilerle sınırlayan” bir devrimciler örgütünü model olarak önerir.[*]
Bu itibarla “Ne Yapmalı?”da ortaya konan ve tüzük tartışmasında bir kez daha somutlanan parti modeli Lenin’in başlıca katkılarının başında gelir. TKP ve taraftarlarının yanısıra pek çok revizyonist gibi Kemal Okuyan’ın da savunup takipçiliğini yaptığı çizgi ise Lenin’in reddedip yerine yeni bir model önermek üzere yola çıktığı İkinci Enternasyonal oportünizminin hakim parti anlayışı ve modelidir. Lenin’in önerdiği ise buna alternatif yeni ve bambaşka bir parti modelidir. Bu model RSDİP ikinci kongresindeki hararetli tartışmalar içinde somutlanacaktır.
Ama sanılanın aksine bu tartışmada kıyamet profesyonel devrimcilik konusunda patlak vermiş değildir. Zira söz konusu tartışmada somut bir biçimde bahis konusu olanlar, örneğin P.B. Axelrod veya V. Zasuliç, Rusya tarihinin en tanınmış ve deneyimli olanları arasından çıkmış “profesyonel devrimciler”dir. Yani konu bunların ve başkalarının meziyetleri, geçmiş yahut muhtemel katkıları hakkında değil; “parti örgütlerinden birinde bizzat ve bilfiil görev alan profesyonel devrimcilerle kendini sınırlayan” bir devrimciler örgütüne uygun bir tüzüğün nasıl olması gerektiği hakkındaki tartışma sırasında öne çıkmıştır.
Buradan anlaşılması gereken bazı RSDİP militanlarının başına buyruk disiplinsiz olmak istedikleri midir? Neredeyse ömürleri boyunca illegalite içinde yaşamış olan pek çok Menşevik militanın örnekleri bunun aksine tanıklık eder. Mesele merkeziyetçilik ve disiplin noktasında değildir. “Parti örgütlerinden birinde bilfiil görev almadan” da merkezin kararlarına disiplinli bir biçimde uymak mümkündür. Bu anlamda Menşeviklerin merkeziyetçiliğe karşı olduklarına dair bir belirti yoktur. Tartışma tek tek militanlar olarak merkezî kararlara uygun faaliyet yürütmekle, merkeziyetçiliği bir parti örgütünün disiplini içinde yürütmek arasındadır.
“Ne Yapmalı?”da önerilen modelin uygulama ve tartışma içinde somutlanması olarak görülmesi gereken “Bir Yoldaşa Mektup” bunu gösterir. Orada “sorumluluğun bütün parti örgütlerine yayılması” vurgulanır. Öyle ki bir başına kaldığında dahi her parti örgütünün parti faaliyetlerini, partinin merkezî çizgisi doğrultusunda yürütebilecek kabiliyette profesyonel devrimciler olmalıdır. RSDİP ikinci kongresine giden yol böyle bir deneyim içinde döşenmiştir. Merkeziyetçiliği mutlaka parti örgütlerinden birinde bizzat yer alan örgütlü profesyonel devrimciler eliyle uygulamaktır bahis konusu olan. Ayrılık da buradan çıkmaktadır. Aksi tutum ise “nerede bir partili varsa parti oradadır” tasfiyeciliğine varır.
Bir başka deyişle RSDİP kongresinde somutlanan ve “Ne Yapmalı?”yı tamamlayan bu önemli ayrıntıyla bireysel üyeliğe kapalı, örgütlü profesyonel devrimcilerin örgütle siyasal faaliyet yürüttüğü bir parti modeline varılır. Belli başlı eleştirmenlerin varsayım ve iddialarının aksine, “kadroların partiye, merkez komitesinin kadrolara, genel sekreterin de merkez komitesine hükmettiği” bir bürokratik hiyerarşinin yolu “Ne Yapmalı?”nın önerdiği “örgütlü ve örgütle çalışma disiplinine sahip profesyonel devrimciler örgütü”yle açılmaz. Aksine bu akıbeti önleyebilecek yegane model “kendini profesyonel devrimcilerle sınırlayan”“Ne Yapmalı?”da planı sunulan modeldir. Zira mutlaka bir parti örgütünde yer alan profesyonel devrimcilerle kendini sınırlayan bir partinin militanları tek tek nitelikleri, kabiliyet ve kapasiteleri bakımından aynı olmasa bile, eşit örgütler içinde olurlar. Böyle bir örgütte de hiyerarşi bireyler arasında değil örgütler arasında kurulur.
Bir Profesyonel Devrimciler Örgütünde
Demokratik Merkeziyetçilik Nasıl Olur?
Böyle bir partinin merkeziyetçiliği de bu bakımdan demokratik (aynı örgütsel niteliğe sahip örgütler olması bakımından) merkeziyetçi bir hiyerarşi olmak zorundadır. Nitekim 1905 dönemecinde bu özellik “Ne Yapmalı?” modeline çok uyumlu bir biçimde eklenmiştir.
Elbette demokratik merkeziyetçilikten her kafadan bir sesin çıktığı, farklı fikirlerin birbiriyle tartıştığı vb. bir tablo anlayanlar, demokratik merkeziyetçiliği bir çeşit tartışma kulübü olarak tasavvur edebilir. Ama birinci başlığının hedefi “Eleştiri özgürlüğü” taraftarlarına vurmak olan bir kitaptan böyle bir modelin çıkmasını beklemek öküz altında buzağı aramaktır.
Referansları ortak, militanlarının hepsi bir parti örgütünde bilfiil yer alan ve siyasi faaliyetlerini de örgütlü biçimde ve örgütle yürütmesini bilen bir profesyonel devrimciler örgütü böyle işleyemez. Siyasi tartışmaları da siyasi faaliyetin ve deneyim aktarımının bir parçası olarak ele alan ve tartışmalarını ortak referanslarla yürütmeyi bilen bir partide tartışmalar, siyasi faaliyetin önemli bir parçası ve partiyi güçlendirip geliştiren bir işlev kazanır, elzem hâle gelir. “Ne Yapmalı?”nın başında Lasalle’in şu sözlerinin yer almasını Lenin’in Lassalle hayranı olmasından mı sanırsınız?
“… İç mücadele, partiye güç ve canlılık kazandırır; bir partinin zayıflığının en iyi kanıtı, dağınıklık ve açık-seçik sınırların bulanıklaşmasıdır; bir parti kendisini arındırarak güçlenir….” (Lassalle’in Marx’a 24 Haziran 1852 tarihli mektubundan)
Ne hikmetse bu sözler Türkçeye ekseri “iç mücadele” yerine “partinin mücadelesi” diye çevrildiğinden ne kastedildiğini anlamak mümkün değildir.
Gerekli Olan Nasıl Bir Parti?
Her ne kadar “Ne Yapmalı?”da “Bize gerekli olan nasıl bir örgüttür?” diye bir başlık olsa da, bu konuyla ilgili ipucu orada değil, “İşçilerin örgütü devrimcilerin örgütü” başlığı altında şöyle kendini göstermektedir:
“…devrimcilerin örgütü her şeyden önce ve esas olarak mesleği (işi) devrimci eylem olan kimseleri kapsamalıdır. Böyle bir örgütün mensuplarının bu ortak özelliği karşısında işçilerle aydınlar arasındaki ve haydi haydi farklı meslek grupları arasındaki tüm ayrımlar ortadan kalkmalıdır. ” (Bkz. TE cilt, 5 s. 463-64)
Bu tarif bir ekonomistle “siyasal devrimi kim yapacak?” başlıklı bir broşür hakkındaki tartışma vesilesiyle gelmektedir. Söz konusu kitaptaki pek çok önemli konu ve vurgu bir yana, bu adeta geçerken söylenmiş gibi görünen tarif merkezi önemdedir. Çünkü sadece “nasıl bir parti?” konusuna değil, “nasıl bir devrim?” konusuna da verilen özgün cevabı ifade etmektedir.
Bunun ne kadar önemli ve tarihsel süreç bakımından tayin edici olduğu da RSDİP ikinci kongresinde Bolşeviklerle Menşeviklerin ayrılmasına varacak olan tüzük tartışmasında yeniden gündeme gelecek olmasında görülebilir.
Bu bakımdan “Ne Yapmalı?” ile RSDİP ikinci kongresindeki bölünmeye varan tartışma arasındaki bağlantı bu basit ve sıradan görünen cümleyle kurulur: “siyasal devrimi kim yapacak?”. Ayrım aslında bir devrimi olacak olan bir şey gibi algılayanlarla yapılacak olan, yapılması gereken bir şey olarak görenler arasındadır.
O yüzden konunun “siyasal devrimi kim yapacak?” sorusuyla, bir başka yönüyle de 7 Kasım 1917 günü gerçekleşecek olan eylemle doğrudan doğruya ilgili olduğu unutulmamalıdır.
Devrimi Yapacak Bir Parti
Nitekim 1905 devrimi patlak vermeden az önce Lenin, kaleme aldığı “Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği” kitabında RSDİP ikinci kongresinde ortaya çıkan ve “Ne Yapmalı?” ile bağı unutulmaması gereken örgütsel sorunların siyasi sonuçları hakkındaki ayrılıklara dikkat çekti. Bu ayrılıkların ve bölünmenin aslında iktidar ve devrim sorununa ilişkin bir sorunla ilgili olduğunun altını çizdi. Örgütsel sorunların politik sorunlar olduğu vurgusu da tastamam bunu anlatır.
Bir başka deyişle örgüt sorununa bakış açısı ve örgütün mahiyeti hakkındaki görüşler aynı zamanda ve esas olarak bu devrim kertesine ilişkin tutumun da ipucunu verir. “Siyasal devrimi kim yapacak?” sorusuyla “bize gerekli olan örgüt nasıl bir örgüt olmalıdır?”sorusunu birbirine bağlayan da bu kavrayıştır.
Otokrasiye karşı demokratik devrimle iktidarın burjuvaziye devredilmesini öngören, yani otokrasinin yıkılmasını takiben tesis edilmesi sağlanacak burjuva iktidarına karşı bir “sosyalist” muhalefet hareketi oluşturmayı hedefleyen Menşeviklerin ihtiyaç duyduğu partinin bu hedefe göre şekillenmesi elbette kaçınılmazdı. “Burjuvazisiz burjuva devriminden” söz edenlerin ihtiyacı ise bambaşka olmalıydı.
O zaman Troçki ve taraftarları da devrimin sosyal mahiyeti hakkında RSDİP’in her iki kanadından da ayrı durduklarını iddia etmekteydi. Bununla birlikte örgütsel sorunların kavranışı bakımından Menşeviklerle ve aynı zamanda da tüm İkinci Enternasyonal partileriyle aynı çizgideydiler. Onlarla son tahlilde bir muhalefet hareketi olma noktasında da aynı çizgide dururlar.
Bu konumlanışta devrimin demokratik bir devrim mi yoksa sosyalist bir devrim mi olacağı konusundan ziyade bir devrim olması gerektiği, yani mevcut siyasal iktidara ve bu iktidarı sağlayan devlet aygıtı ile onun kurumlarına ne olacağı, ne yapılacağı önemlidir. Dolayısıyla bunu yapmaya kimin/neyin amade olacağı öne çıkar. Devrimci parti konusunun esası buradadır.
İktidar sorunu kendini dayattığında ne olacaktır; ne yapılacaktır? Örneğin XVI. Louis’nin durumunda olduğu gibi tahtın bütün süs püsüne rağmen üzerinde oturulan bir tabureden farksız hâle gelmesiyle; yahut imparator Louis Bonapart’ın ordusuyla beraber esir düşmesi gibi bir durumda; veyahut monarkın 1917 Martında Çar Nikola’nın yaptığı gibi tahtını terk etmesi durumunda vb. durumlarda ne olacaktır?
Bu tür durumları bizzat yaratmamış olsa bile bu durumdan vazife çıkartmaya göre hazırlanmış, bunu bir sürpriz gibi karşılamayıp bağımsız bir plan ve eyleme girişmek üzere hazırlıklı olanların derhal inisiyatif alacağını düşünmek zor değildir. Nitekim “Nereden Başlamalı?” makalesinin son sözleri tastamam bunu ifade eder:
“Sonuç olarak muhtemel bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için iki cümle daha kuralım. Durmadan sistemli ve derli toplu bir hazırlıktan söz ettik; ama asla, istibdadın ancak düzenli bir kuşatmayla da örgütlü bir saldırıyla yıkılabileceğini kastetmedik. Böyle bir düşünüş saçma sapan bir doktrinere müstahak olur… Tam tersine, istibdadın, kendisini sürekli olarak ve dört bir yandan tehdit eden siyasi karışıklıkların öngörülemeyen etkisi sonucunda veyahut kendiliğinden bir patlamayla çökmesi tarihsel bakımdan son derece mümkün ve kuvvetle muhtemeldir. Ama böyle patlamalara ve kargaşa varsayımlarına bel bağlayarak faaliyetini sürdüren bir parti maceracı bir ruh hâline kapılmaktan sakınamaz. Biz kendi yolumuzda ilerlemeli ve düzenli çalışmamızı sebatla sürdürmeliyiz. Beklenmedik olaylara ne kadar az bel bağlarsak, herhangi bir ‘tarihî dönemeç’ karşısında hazırlıksız yakalanma tehlikesinden o kadar uzaklaşırız” (“Nereden Başlamalı?” TE. c. 5 s. 20).
Bu sözler aynı zamanda G. Lucacs’ın Lenin’e de atfen tarif ettiği “devrimin güncelliği” kavrayışının da ifadesidir. Ama bunu “devrimin kaçınılmazlığı” diye anlayıp kendileri için yapacak bir şey olmadığı rahatlığı içinde hareket eden kadercilerin kavrayışından titizlikle ayırdetme gereği olduğu da tartışmasız olmalı. Zira bu gibilerin kendiliğindenliğe tapınma ve kendiliğinden hareketin peşinde sürüklenmekten kurtulamamaları da kaçınılmazdır. “Ne Yapmalı?”nın üzerinde durduğu başlıca kusurlardan birinin de bu tutum olduğu unutulmamalıdır.
Diğer yandan“Ne Yapmalı?”nın başı ile sonu arasında bir bağ olduğunu da bilhassa unutmamak gerekir. Yani “eleştiri özgürlüğü” adı altında öne sürülmek istenen stratejik tutumun aslında ‘sosyal reform çizgisi’ oluşuyla bir sosyal devrimin olmazsa olmaz başlangıç adımının mevcut siyasal iktidarı tüm kurumlarıyla ortadan kaldırmak oluşu arasındaki ilişkiyi akılda tutmak gerekir. Bu kerte “siyasal devrimi kim yapacak?” sorusunun gündeme geldiği, devrim/reform stratejilerinin net biçimde birbirlerinden ayırt edildiği kertedir.
Bir başka deyişle, bizzat parti örgütlerinden birinde yer alıp onun disiplinine bağlı olmayan profesyonel devrimcileri dışlayan bir parti kastedildiğinin altı bu tartışmada çizilmiştir.
Bu zorunlu kopuş kertesini gözönünde tutup buna gerektirdiği özenle vurgu yapmayanlar mevcut iktidar henüz yıkılmadan iktidarın kime yahut hangi kurumlara geçmesi gerektiği hakkında tefekküre boğulurlar. Devrimin demokratik bir etiket mi, sosyalist bir etiket mi taşıması gerektiği hakkında birbirlerine girerler. Bu hercümerç içinde de stratejik olarak buluşurlar[†]. Bu nedenle de son tahlilde burjuva iktidarlarından sosyal reformlar talep eden birer hareket hâline gelmekten kurtulamazlar.
Devrimin Sosyal İçeriğinden Önce Devrim Olması Önemlidir
“Ne Yapmalı?”da bahis konusu edilen profesyonel devrimciler örgütü ise, devrimin sosyal içeriğinden ziyade sonuçta, yani tayin edici ân geldiğinde, burjuvazinin siyasal iktidarını temsil eden hükümete ne yapılacağı konusuna odaklanır. Bu suretle böyle bir örgüt, başta da sonuçta da kendini örneğin Sovyetlerde temsil edilecek olanlar da dahil, yığınlardan ayıran bir örgüt olmalıdır. Yığınlardan icazet almadan, onlara danışmadan ve tüm sorumluluğu kendi üzerine alarak, titizlikle yapılmış bir plan doğrultusunda Kışlık Saray’ı basıp, Geçici Hükümet’i tutuklamayla sonuçlanacak nihai eylemi uygulama kabiliyetinde bir devrimciler örgütü ancak böyle bir tutumla yaratılabilir.
İşte “Ne Yapmalı?”da kendini işçi sınıfının kitlesi de dahil yığınlardan ayıran parti modeli başlangıçta olduğu gibi nihai kertede de aynı özelliği koruyabildiği için devrimci olur. Kimileri Bolşeviklerin sovyette çoğunluk oldukları ânda Kışlık Saray’ı basıp bütün iktidarın Sovyetlere devredilmesini savunduklarını söylemeyi pek sever. Oysa birincisi bu slogan ilkin Bolşevikler azınlıktayken öne sürülmüştür. İkincisi 7 Kasım hamlesini yapmak için Sovyetlerde çoğunluk olmayı beklemek gerekiyorduysa neden Troçki’nin önerdiği gibi bu eylemin kararını sovyetten çıkarma cihetine gidilmemiş ve Bolşevikler’in çoğunlukta olduğu Sovyetlere danışmadan onların onay ve icazetini almadan Bolşeviklerin bağımsız bir eylemi örgütlenmiştir?
“Ne Yapmalı?”da başta söylenenle 7 Kasım’da son sözü söylerken Bolşevik tutum bu nedenle tıpatıp aynıdır. Hatta bu çizginin iktidar Sovyetlerin eline geçtikten sonra da sürdürülmesi gerektiği konusu, SSCB’ye ne oldu sorusunun cevabının bulunacağı en kritik kerteye işaret eder.
Lenin “Ne Yapmalı?”da partiyi kendini profesyonel devrimcilerle sınırlayan dar bir devrimciler örgütü olarak tarif ettiğinde, Rusya’daki sosyal demokratlardan olduğu kadar uluslararası hareketten de sert eleştiriler geldi. Bunlar genellikle “aşırı merkeziyetçilik”, jakobenizm veya blankizm suçlamalarıyla ifade buluyordu. O ise döne döne Rusya çapında bir mücadele örgütünden kastın “Asya gericiliğini bir devrimle yıkmak isteyen bir savaşçılar örgütü” olduğunu vurgulayacaktı. Bu savaşçılar örgütünün neye benzediğini tasvir edebilmek için, hiç kekelemeden narodnik hareketinin en sıkı ve etkili örgütlerine gönderme yaparak en az onlar kadar sıkı ve disiplinli bir gizli örgüt, hatta onlarınkinden daha iyisini kurmak gerektiğini savunacaktı.
Daha sonra da bu kitapta ve sonrasında Bolşeviklerin savunup somutlaştırdığı parti modeli, Komünist Enternasyonal’in tüzüğünde ve “Komünist Enternasyonal’e üye Olmanın 21 Koşulu”nda olduğu gibi “Parti Örgütlenmesinin İlkeleri” gibi belgelerde somutlanıp evrensel hâle gelmiştir.
Mustafa Suphi’nin TKP’si de Bir Referanstır
İlginçtir ki Lenin’in sağlığında resmen Komünist Enternasyonal tarafından tasdik edilip kabul edilen dört programdan biri Mustafa Suphi’nin başında olduğu TKP’ninkidir (Diğerleri Rusya KP’si, Bulgar Komünistlerinin partisi ve Fransız Komünist partisinin taslak programıdır).
Elbette Kopenhag kriterlerinin T.C. tarafından kabul edilmesini fırsat bilerek tabelasını değiştirip, TKP ismini alan partinin devlete verdiği program ve tüzüğünün “Ne Yapmalı?”da tarif edilen modele uygun olması da Mustafa Suphi’ninkine benzemesi de beklenemez. Ama Kemal Okuyan imzasıyla yayınlanan bir kitapta ve benzeri makale veya yayınlarda buna işaret edilmemesi de anlamlıdır. Bunun nedeni kendilerine “Ne Yapmalıcılar” sıfatı yakıştırıp bunu tekellerine almak isteyenlerin aslında “Ne Yapmalı?”nın örgüt modelini gömmeye heveslenen revizyonistler olmasıdır.
Doğrusu Mustafa Suphi TKP’si ve Komünist Enternasyonal’in referanslarını olduğu gibi “Ne Yapmalı?”yı ve “Bir Yoldaş’a Mektup”u da referans olarak benimsediklerini amasız fakatsız açıkça ilan edenlerin sadece KöZ’ün arkasında duran komünistler olması da tesadüf değildir. Kimin “Ne Yapmalıcı” olduğu, kimin olmadığı aynı zamanda kimin devrimci olup kimin olmadığı sorusuyla özdeştir.
[*]Troçki merkezde en yoğun çekirdek olmak üzere bu iç içe geçmiş halkalar hâlinde parti modelini açık seçik tarif edip savundu. Belli ki kitabını yazarken ister eleştirmek, ister esinlenmek maksadıyla pek çok okuduğu troçkist yazarların da – Molineux, Liebman, Harman, Cliff, Mandel, Peterson ve bizzat Troçki ve New Left Review yazarları gibi- katkısıyla Kemal Okuyan da bu “halkalı parti” modelini savunuyor. Bu konudaki inciler kitaptaki “Örgüt mü hareket mi, partimi sınıf mı?” başlığı altında yoğunlaşmış. Ama bu tarif tastamam İkinci Enternasyonal’in bilinen parti modelidir.
[†]Bkz. “Sosyalist Devrimcilerle Demokratik Devrimciler Nasıl Buluşur Proleter Devrimciler Onlardan Nerede Ayrılır”, 1999, İstanbul: Devrimci KöZ Yayınları.