Bu yazı Kasım 2003 tarihli Proleter Devrimci KöZ’ün 13. sayısında yayımlanmıştır.

Ekim 2003’te Türkiye Cumhuriyeti 80 yaşına bastı. Burjuvazi ve onun uşakları haklı olarak sevindi; nutuklarla, resmi geçitlerle havai fişek törenleriyle kutladılar cumhuriyeti. Sevinmek hakları; elbette sevinecekler. Ne de olsa böylelikle yaşadığımız coğrafyada Ekim Devrimi’nin yarattığı devrimci dalganın boğazlanması sonucunda ortaya çıkmış bir burjuva cumhuriyeti 80 yıl boyunca yıkılmadan ayakta kalmayı başardı. Peki bu burjuva diktatörlüğünü 80 yıldır yıkamamış devrimciler ne yapmalı? Bu cumhuriyetin bir seksen yıl daha ayakta kalmasını istemeyenlerin yapması gereken ilk işlerden biri Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna dair 80 yıldır üretilen hurafeleri farkına varmak ve bu hurafelerin ürünü olan siyasi tutumlarla hesaplaşmak olmalı.

Hurafelerden birincisi ve en yaygın kabul göreni olduğu için en tehlikeli olanı TC’nin Mustafa Kemal önderliğinde verilen anti-emperyalist bir kurtuluş savaşı sonunda kurulmasına ilişkin olanıdır. Halbuki TC bir bağımsızlık savaşının değil emperyalist bir paylaşım savaşının ürünüdür. Sadece sömürgelerin, devletleşememiş ve yahut ilhak edilmiş ezilen ulusların bir kurtuluş savaşı verebileceği bilinen bir gerçektir. Ancak bu durum Türkiye örneğinde sık sık unutulur çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş öyküsü ne bağımsızlığına kavuşan bir sömürgenin ne de bir ezilen ulusun öyküsüdür. Aksine Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’nun yegane mirasçısıdır. Osmanlı İmparatorluğu’ysa emperyalist bir paylaşım savaşına girmiş bu savaşın sonucunda mağlupların tarafında yer aldığı için parçalanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’yse bu paylaşımda Osmanlı’ya ayrılan toprak parçasını kabullenmeyen Osmanlı bürokratlarıyla Anadolu’nun Müslüman küçük burjuvazisinin İngiltere’nin desteklediği Yunan ordusuna karşı verdiği mücadele sonunda kurulmuştur. Başka bir deyişle Türkiye sömürgeciliğe karşı başkaldıran bir halk hareketinin değil emperyalist paylaşım savaşının sonucunda kendisine düşen payı kabullenemeyen bürokrasinin devletidir.

Türkiye Cumhuriyeti birinci ve ikinci paylaşım savaşları sonunda Ortadoğu’da kurulmuş gerici statükoların cumhuriyetidir. Bir ulusal kurtuluş mücadelesine bağlı olarak kurulmayan Türk devletinin toprak bütünlüğü emperyalist paylaşım savaşlarının sonunda ortaya çıkmış gerici statükoların devamına bağlıdır. Bu statükoların bozulmasının Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerinde durduğu zeminde bir toprak kaymasına yol açacağı kesin. Bu yüzden Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının peşi sıra yaşanan gelişmelerse bu toprak kaymasının habercileri olarak kabul edilmeli.

Türkiye Cumhuriyeti soykırım ve talan üzerine kuruldu. TC’yi kuran kadroların önemli bir bölümü 1915’teki Ermeni Soykırımı’nda aktif rol üstlendiler. Anadolu’yu “Türk Yurdu” yapmak isteyen ittihatçı bürokratlar 1,5 milyon Ermeni’yi topraklarından sürmüş; sürmekle kalmamış öldürmüştür de. Yaşadığımız topraklardaki Yunan emekçilerinin başına gelenler özünde Ermenilerin başına gelenlerden farksızdır. “Kurtuluş Savaşı” diye anılan savaşın sonrasında 1 milyonun üstündeki Yunan emekçisi ve köylüsü Ege Bölgesi’nden Yunanistan’a sürüldü. Böylelikle yüzyılın başında Anadolu’nun nüfusunun dörtte birini oluşturan gayrimüslimler sözde Kurtuluş Savaşı’nın ertesinde nüfusun sadece yüzde birini oluşturmaktaydı. Yurtlarını terk eden gayri-müslümlerin malları ve toprakları ise doğmakta olan Türk burjuvazisinin servet kaynağı oldu. Erzurum’dan Adana’ya Ermenilerin toprakları aynı yörenin Türk eşrafı tarafından talan edilmiştir. Türkiye’nin en zengin üç ailesinden ikisi olan Sabancılarla Karamehmetlerin servetlerinin kökeninde kırıma uğratılmış Ermenilerin Çukurova’daki bereketli arazilerinin gasp edilmesinin yattığı ise pek hatırlanmaz. Benzer biçimde çoğunun kökeni Ege’deki sahip oldukları topraklara giden saygın iş-adamlarımızın servetlerinin kökeninde Rum köylülerinin talan edilmiş birikimleri bulunur. Başka bir deyişle Türkiye Cumhuriyeti devrimci bir burjuvazinin siyasi mücadelesi sonucunda doğmamış, tam aksine soykırımcı ve yağmacı bir devletin talanlarından beslenip palazlanan akbaba ruhlu bir burjuvazinin oluşmasına yol açtı.

Türkiye Cumhuriyeti inkar ve imha üzerine kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde Kürtlerin inkarı vardır. Kürdistan’ın en büyük parçasını yutan Türkiye Cumhuriyeti yaşadığımız topraklarda Kürtlerin devletleşmesine fırsat vermemek için Kürtler diye ayrı bir ulusun var olduğunu hiçbir zaman kabul etmemiş, tüm Kürtlerin zorla Türk olduğunu ileri süren inkarcı tutumu benimsemiştir. İnkarı kabul etmeyip ayaklanan Kürtler hep Türkiye Cumhuriyeti’nin imha saldırılarına maruz kalmıştır. İnkarın ve imhanın boyutlarını hatırlamak için Cumhuriyet’in kuruluşundan 1938’e kadar geçen dönemde toplam 19 ayaklanma yaşandığını bunların 18 tanesinin Kürdistan’da gerçekleştiğini söylemek yeterli olacaktır.

Türk Devleti’nin Kürt düşmanlığı üzerine kurulmuş olması Cumhuriyet’in kurucularının laiklik konusunda niye bu kadar hassas olarak olduğunu anlamayı kolaylaştırır. Tarikatlar yatağı Kürdistan’da Kürt ulusunun siyasi örgütlenmesi de doğal olarak tarikatlar üzerinden gerçekleşti; Kürt ayaklanmalarında hep dini motifler kullanıldı. İnkarcı Cumhuriyet rejimi de, Kürtlerin varlığını tanımadığı için hiçbir zaman Kürtlerin ayaklanmasını bastırdığını kabul etmedi tüm bu ayaklanmaları şeriatçı düzeni geri getirmek isteyen gericilerin ayaklanmaları olarak sundu. Dolayısıyla Türk devletinin tarikatlara ve dini örgütlenmelere yönelik mücadelesi aslında Kürt ulusal hareketine bir tepki olarak şekillendi. Bir ezen ulus devleti olan Türkiye Cumhuriyeti ezilen ulusların ayaklanmalarını durdurmak için her yolu mübah görmesinde kuşkusuz şaşılacak bir şey yok. İşin acı olan kısmı dönemin Türkiye Komünist Partisi’nin Kürt ulusunu yok sayan TC’yle aynı görüşleri savunması, şeriatçı kalkışmaları bastırmak adına Kürt ulusunun karşısına TC’yle birlikte dikilmesidir.

Türkiye Cumhuriyeti işçi ve emekçilerin tepesine binerek kuruldu. Cumhuriyet’in kurucularının işçi düşmanı karakteri daha Cumhuriyet kurulmadan kendini belli etmiştir. 17 Şubat 1923’te toplanan İzmir İktisat kongresinde çağrılan delegelerin arasında tek bir işçinin bile bulunmaması, işçiler adına patronların konuşması Cumhuriyet’in sınıfsal bileşiminin ne olduğu hakkında ilk ipuçlarını verir. 1925’te Şeyh Sait Ayaklanması bahane edilerek ilan edilen Takriri Sükun kanunlarıyla birlikte her türden sendikal örgütlenme yasaklandı işçilerin bağımsız sendikalar kurması yolundaki tüm kapılar kapatıldı. 1936 yılında faşist İtalya’dan ithal edilen İş Kanunu ise Cumhuriyet’in sınıfsal niteliğinin ne olduğuna ilişkin her türlü şüpheyi ortadan kaldırıp Cumhuriyet rejiminin işçi düşmanı karakterini gözler önüne serdi.

Türkiye Cumhuriyeti bir siyasi cinayetler cumhuriyetidir. Türkiye Cumhuriyeti daha kurulmadan önce Mustafa Kemal’in siyasi cinayetleriyle ortadan kaldırılan komünistlerin kanıyla lekelenmiştir. Mustafa Suphi ve yoldaşları yaşadığımız topraklardaki modern anlamdaki ilk siyasi partinin kurucuları oldukları gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularının işlediği siyasi cinayetlerin ilk kurbanları oldu. O günden bugüne TC’nin işlediği siyasi cinayetlerle ortadan kaldırdığı devrimcilerin sayısını kimse bilmez.

Türkiye Cumhuriyetiyle ilgili hurafelerden bir diğeri de Cumhuriyet’in bu topraklarda köklü bir siyasi devrim gerçekleştirmemiş olsa bile en azından bir kültürel atılımın temellerini attığıdır. Gerçek olan bunun tam tersidir. Çok kültürlü Anadolu topraklarından bir milli Türk kültürü ve dili yaratma projesi bütünüyle başarısızlığa uğramıştır. Öztürkçe adında güdük bir dil yaratıldı, böylelikle Cumhuriyet’in ürünü olan nesiller kendilerinden önce yazılmış hiçbir metni anlayamaz hale getirildi. Topraklarımızda yaşanan kültürel kıyım sadece Arapça, Farsça ve Türkçe’den beslenen ve dünyanın en zengin dillerinden biri olan Osmanlıca’nın budanıp Türkçe diye fukara bir dilin yaratılmasıyla gerçekleşmemiştir. Soykırım, zorunlu göç ve türkleştirme politikaları sonunda Ermenice ve Rumca bu toprakların kültüründen silindi. İnkar edilen Kürtçe’nin bütün gelişme potansiyelleriyse ortadan kaldırıldı.

Cumhuriyet’in emekçileri dini baskıdan kurtardığı da bir diğer yalandır. Cumhuriyet rejiminin dinci gericiliğe karşı verdiği mücadele asıl olarak Türk devletinin hakimiyetini kabul etmeyen Kürtlere ve Kürtlerin mücadelelerini ördüğü tarikatlara karşı mücadeleyle sınırlı kaldı. Dahası Cumhuriyet rejimi görünüşte dinci gericiliğe karşı mücadele ederken aslında kendi alternatif dinini yaratmış, devlete kemalizm adlı yeni bir din kazandırmıştır. Bugün Türkiye’de camiden çok Atatürk büstünün bulunduğu kesindir. “Atatürk’ün vecizeleri”ni ezbere bilenlerin sayısı İslam’ın beş şartını bilenlerden çok daha fazla. İlkokullarda her sabah öğrenciler “Ey ulu önder Atatürk! Açtığın yolda kurduğun ülküde hiç durmadan yürüyeceğime namusum ve şerefim üzerine and içerim. Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne Mutlu Türküm diyene!” demeden derslerine başlamaz. Laik Türkiye’nin laik cumhurbaşkanları ve generalleri cumaları camiye gitmeseler de düzenli olarak Anıtkabir’i ziyaret ederler. Bundan ötürü bu topraklarda ateizm propagandası yapacak olanlar sadece İslam’a karşı değil belki ondan daha fazla olarak Kemalizme karşı mücadele edeceklerdir.

80 yaşındaki Cumhuriyet hakkında söylenecek en büyük yalanlardan birisi de Cumhuriyet’in kadınları kurtarmış olduğudur. Cumhuriyet kadınları kurtarmamış sadece ayrıcalıklı bir kadın katmanını karşıdevrimci kampa yedeklemiştir. Cumhuriyet’in kadınları nasıl özgürleştirdiğini görmek için Sabiha Gökçen’in yaşam öyküsüne bakmak yeterlidir. Türkiye’nin ilk kadın pilotu olan Sabiha Gökçen Cumhuriyet’in kurucularına olan vefa borcunu Dersim Ayaklanması’nı bastırmak için Dersim semalarında bombalar yağdırarak ödemiştir. Cumhuriyetin kadına sunduğu özgürlüklerin ne olduğunu anlamak için tarihi olaylara bakmaya gerek yok. Bugün türban taktıkları için üniversiteye gitme hakkından fiilen mahrum edilmiş milyonlarca kadın var. Cumhuriyet’in kadın hakları karşısında takındığı tutum sonucunda bugün Türkiye’de kadınların haklarını savunmak isteyenler kadınların başlarını açma değil kapatma özgürlüğünü savunmak zorunda kalıyor. Kadınların başını açmasını savunmak ise bugün “Cumhuriyet elden gidiyor!” diye darbe çığırtkanlığı yapan ‘Atatürkçü Kadınlar’ın başlıca işi haline gelmiştir.

İşte 80 yıllık Cumhuriyet’in mirası bunlardan ibaret. Türkiye Cumhuriyeti işçilerin, emekçilerin ve ezilen ulusların esareti üzerinde yükseldi. Bu cumhuriyeti temellerinden yıkarak tarih sahnesinden silip, bu topraklarda yepyeni bir işçi-emekçi cumhuriyeti kurma görevi de yine onlara düşüyor.