12 Eylül sonrasında tasfiyecilerin repertuarındaki vazgeçilmez bahanelerden biri işçilere yönelme kaygısıydı. Asıl mücadelenin işçi sınıfı tarafından verileceği, işçi partilerinin kurulması gerektiği saptamalarıyla ilerledi tasfiyecilik. Daha sonra, “Kürt sorunu”nun keşfedilmesi ve liberal çerçevede bir kemalizm eleştirisinin yapılması geldi. Tüm bunlarla eş zamanlı olarak “kadın sorununun ihmal edildiği” giderek daha yaygın bir şekilde “fark ediliyordu”. Devrimcilerin 12 Eylül öncesinde veyahut komünistlerin tarihsel olarak kadın sorununa yanlış eksik bir yaklaşım gösterdikleri eleştirileri yaygınlaştı. Zaman içinde “ertelemecilik, sekterlik” eleştirileri yerini “erkek egemen anlayış” eleştirilerine bıraktı.
Türkiye’de feminist harekete veya kadın hareketine benzeyen ilk girişimler de bu iklimde ortaya çıktı. Ancak bu girişimlerin dünyanın diğer yerlerindeki kadın hareketiyle farkının altı çizilmeli. Kadın hareketi dünyada ekseriyetle sorunlarını çözmek için mücadele etmek isteyen kadınların kitle hareketi olarak doğdu. Ancak Türkiye’de kadın hareketinin ilk kadrolarını öteden beri zaten feminist olan ve kadın hareketini önemseyenlerden ziyade eskiden çeşitli devrimci akımlar içinde yer almış ve onlardan şu ya da bu biçimde kopmuş veya uzaklaşmış kadınlar oluşturuyordu. Bu özgül etken dolayısıyla 80 sonrasında kadın hareketinin ve gündemlerinin şekillenmesi haddinden fazla devrimci hareket ile ilişkili ve devrimci hareketle hesaplaşma eğiliminde bir çizgide gerçekleşti. 8 Martların ve kadın hareketinin öyle olması gerekmezken devrimci hareketle hep içli dışlı olmasının asıl nedenini bu ilk kadroların niteliğinde ve dönemin tasfiyeci karakterinde arayıp bulmak gerekir. 8 Martların Türkiye’de özgün bir anlam kazanması ve neredeyse bir on yıl boyunca 8 Martların Türkiye’de başka yerlere benzemeyen bir biçimde kadın kadına-kadın erkek 8 Mart diye bölünmesi de aynı nedenden ötürüdür.
Tasfiyeci dalganın tüm akımları tek tek etkisi altına almasıyla beraber günümüzde bu bölünme de tamamen anlamını yitirmiştir. Geçmişte kadın kadına 8 Martlara itiraz eden tüm sol akımlar bu tasfiyeciliğin iki kaçınılmaz sonucundan biriyle yüzleşti. Ya HDP’nin yörüngesine girerek kadın kadına 8 Martlara tamamen adapte oldular ya da doktriner bir çizgide kalıp siyaset dışına düştüler. Bu da aslında Türkiye’de 8 Martların, kadın kadına mitinglerin, kadınlar günü tartışmalarının 12 Eylül’ün ardından kırk yıl geçmesine rağmen solun önemli gündemlerinden birini oluşturmasını tek başına açıklar. Yaşanan kadın hareketi ile sol arasında bır tartışma değil, kadın hareketi kisvesinde hareket eden tasfiyeci sol ile devrimcilik iddiasını taşıan güçler arasında bir tartışmadır..
8 Martların günümüzdeki şekli burjuva siyasetine hizmet eder
Kadınların cinsiyetçi baskıya karşı verdiği her türlü mücadele meşrudur. Her fırsatta yinelenen “Kadın cinayetleri politiktir”, “Tacizler politiktir”, “Tacizcilerin hukuk tarafından korunması politiktir” açıklamalarının da yanlış bir tarafı yoktur elbette. Üstelik tüm kadınları kesen belli sorunlar olmakla beraber işçi kadınların, Kürt kadınların daha farklı şekillerde, daha çok ezildiği de haklı olarak bugünkü 8 Martları örgütlenmesine dahil olan sol akımlar tarafından da teslim edilmekte. Hükümetin bu konudaki gerici tutumu ise açık ve her 8 Mart’ta mitingi örgütleyenler hükümetle cepheden karşı karşıya geliyor. Hâl böyle olunca devrimci siyasetin ne olduğunun hepten unutulduğu koşullar altında “8 Martlar burjuva siyasetine hizmet eder demek” tuhaf karşılanacak hatta pek çok kesim tarafından tepki gösterilecek bir söylem. Bu yüzden burjuva siyaseti derken neyi kastettiğimizi yeniden hatırlatmak gerek.
Son yıllarda artan bir şekilde ezilenlerin çektiği sıkıntılardan, yaşanan problemlerden bahsetmek siyasetin kendisini ikame etmeye başladı. Ezilenlerin sıkıntılarından ne kadar cesurca ve yüksek sesle bahsedilirse o denli politik olunduğuna dair bir görüş yerleşti. Kadınların ezildiğine, öldürüldüğüne, devamlı taciz tecavüz tehdidi ile yaşamak zorunda kaldıklarına dair şüphe yok. Aynı baskı ve şiddet toplumdaki hâkim cinsel normların cenderesine alınmış kesimler için de geçerli. Türkiye’de kimlerin daha çok cinsiyet temelli ezildiğine dair bir kavga yürütülmekte, ancak bu ezilmeye karşı ne yapılacağına, hangi öznenin hedef tahtasına oturtulacağına dair ise fazlaca tartışma olmamaktadır. Güçlü bir devrimci hareket olmadığı için de kadınların, ezilen cinsel kimliklerin mücadelesi emekçi hareketinin diğer kesimlerinde nasıl veriliyorsa öyle verilmektedir: Herhangi bir stratejiden, o stratejiye tabii taktiklerden yoksun ilkel ve tepkisel bir şekilde. Hâl böyle olunca da mücadelenin çizgisini belirleyen düzen güçlerinin aklı olmaktadır. İlkelliğin ya da tepkiselliğin elbette kadın olmakla da işçi olmakla da Kürt olmakla da ilgisi yoktur. Sorun devrimci bir programa, stratejiye ve onu hayata geçirecek bir partiye sahip olmamakla ilgilidir.
Programsızlık ve stratejisizlik kendini en çok aile sorununda belli etmektedir. Kadının kurtuluşu ve her türlü cinsiyet temelli baskının ortadan kaldırılması iddiasını taşıyanlar öncelikle aile kurumu varlığını korudukça kadınların özgür olup olmayacağı sorusuna yanıt vermelidir. Kadınların kurtuluşu için aileyi ortadan kaldıracak ve durakları devleti ve özel mülkiyeti ortadan kaldırmaktan geçen bir mücadele stratejisi tarif edilmelidir. Bu şekilde tarif edilmeyen kadın mücadelesinin ufku haklılığından bağımsız olarak reformlarla sınırlı kalacaktır, bu da burjuva siyasetinin özetidir.
Kadının aile içindeki durumunu reformlarla düzeltmek kadını özgürleştirmez
Komünist Enternasyonal belgelerinde kadın sorunu kadınlarla erkekler arasında var olan, bir kurumdan, bir örgütlenmeden bağımsız bir sorun olarak tarif edilmiyor. Kadın veya erkekler biyolojik anlamda kadın veya erkek oldukları için değil aile denen kuruma girdikleri için; bu gerici ilişkinin bir parçası oluyorlar. Dolayısıyla komünistlerin temel hedefi -kadın sorunu söz konusu olduğunda- ailenin ortadan kaldırılması olmalıdır. Bu tutum aileden nefret etmek, aile ve aile içindeki cinsiyetçi iş bölümü hakkında şikayet etmek, aileyi reforme etmeye çalışarak bu iş bölümünün etkilerini hafifletmeye çalışmak diye sıralanabilecek bir dizi çaba ve uygulamadan ayrılmalıdır. Aileyi ortadan kaldırmak bundan farklı bir anlama gelir ve bunlardan farklı bir muhatap ve özne gerektirir.
Bu farkın muğlaklaştığına İstanbul Sözleşmesi tartışmaları sırasında şahit olmuştuk. Kadının durumunu daha da kötüsü en gerici kurum olan aile yapısı içerisindeki durumunu düzenlemeyi devlet tarafından garanti altına alan sözleşmenin hükümet tarafından kaldırılması gündeme gelince büyük bir tepki meydana geldi. Sol akımların tamamı İstanbul Sözleşmesinin kadınlar için “kazanım” olduğunun altını çizen paylaşımlar yaptı, yazılar yazdı, bu tutumu eleştirenler kadınların ölmesini istemekle suçlandı.
Pekala kadın cinayetleri son bulsun dediğimizde bu talebin öznesi kimdir? Ailedeki şiddet son bulsun derken ailedeki erkeklere mi seslenmekteyiz? Veya mitinglerde toplanan kalabalığın yarattığı baskı mı bunu durduracak? Kadınlara yönelik baskıların durdurulmasının öznesi hükümet mi olacak? İstanbul Sözleşmesi özelinde de anladığımız gibi bu reformların hükümetten beklendiği açıktır. Kadınlara karşı saldırıların daha ağır cezalandırılmasını isterken herhalde taleplerimizin öznesinin sarayın emir eri olmuş mahkemeler olduğu da bir o kadar açıktır.
Burjuva devlet aygıtının varlığını sorgulamadan, sorgulasa bile buna karşı doğrudan iktidar hedefli mücadele etmeden, böyle bir mücadele olmaksızın da kadınların durumunun düzeleceğini, kadınları özgürleşebileceğini söylemek burjuva siyasetidir. Bu tutumun Kadınların çoğu tarafından desteklenmesi tutumu haklı çıkarmaz, siyasi olarak burjuva ideolojisini ezilenlerin saflarına zerk etmenin başka bir örneğidir.
“Kadınların kurtuluşu hemen şimdi” mi “İktidar hemen şimdi” mi?
Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” kitabı bu konuda başvurulan ancak anlaşılamayan bir kaynaktır. Bu kitabın başlığı tesadüfi olmayan bir sıralamaya işaret eder. Önce cinsiyetçi iş bölümüne dayanan aile kurulmuş, sonra özel mülkiyet ortaya çıkmış, sonra da bu iki gerici varlığa ve onların oluşturduğu sosyal örgütlenmeye dayanan siyasi bir örgütlenme yani devlet oluşmuştur. Komünist strateji açısından bu sıralamanın önemi büyüktür, aileyi ortadan kaldırmak için de bu sıralama tersine çevrilmelidir. Önce burjuva devleti yıkıp proletaryayı egemen sınıf olarak örgütlemek, sonra özel mülkiyet ilişkilerine saldırmak gerekir. Bu temeli de kuruttuktan sonra kadının kurtuluş mücadelesini başlatmak mümkün. Yani geçelim kapitalizm koşullarını, Kadının kurtuluşu mücadelesinin proletarya diktatörlüğü koşullarında dahi sonuç alması, daha doğrusu gerçek anlamda başlaması, mümkün değildir. Bu yalnızca kadınlar için değil tüm ezilenler için geçerlidir. İşçilerin kendilerini kurtarma mücadelesi de proletarya diktatörlüğünde ancak başlayabilir.
“Kadınların kurtuluşu insanlığın kurtuluşudur” demek tam da bu noktada anlam kazanır. Bu söz ekseriyetle kadınların önemine vurgu yapmak için kullanılır. Hatta pek çok sol akım tarafından feministlere karşı kadınlara asıl biz önem veriyoruz demenin bir aracı olarak kullanılır. Ancak bu sözü Engels’in yukarıdaki saptamasıyla beraber düşündüğümüzde anlam kazanır. Bu söz devletten, sınıflı toplumdan kurtulduğumuzda bile kadının esaretinin devam edeceğini anlatır. Kadınlar kurtulduktan sonra ancak insanlık kurtuldu diyebiliriz. Bu yalnızca kadınlar için değil tüm ezilenler için geçerlidir. İşçilerin kendilerini kurtarma mücadelesi de proletarya diktatörlüğünde ancak başlayabilir.
Bu vurgu burjuva siyasetine hapsolmuş reformist akımlarla komünistler arasındaki ayrımı daha çarpıcı şekilde gösterir. Çünkü kadın sorununda- reformist akımların hepsi kadınların kurtuluşunun aslında bir proleter devrim olmaksızın da gerçekleşebileceğini savunurlar. Bunu da komünistlere yönelik “ertelemecilik” suçlamasıyla dile getirirler. “Devrime kadar kadınlar ölecek mi” diye sorarlar. Komünistlerin “erkek egemen dünyanın keyfini sürmek için kadınları sınıf mücadelesi bahanesiyle baskıladığını” söylerler.
Oysa burada herkesin gözden kaçırdığı soru asıl ertelemecinin kim olduğu sorusudur. Asıl devrimi uzak bir ufuk, ulaşılması güç bir şey olarak görenler devrim mücadelesini, iktidar mücadelesini ertelemektedir. “Önce devrim isteyenler kadının mücadelesini öngörülemeyecek bir zamana erteliyor” eleştirisini yöneltenler devrim mücadelesine dair kendi ufkunun sınırlılığını anlatmaktadır. Devrim mücadelesini öne çekmek, hızlandırmak ise gündeme gelmemektedir. Burada sorulması gereken asıl soru “kadının kurtuluşu hemen şimdi” diyenlerin neden iktidarı almak için de hemen şimdi harekete geçmek istemediği, bir plan yapmadığı olmalıdır.
İktidar için hemen şimdi harekete geçmek elbette yarın devrim olacağı anlamına gelmiyor. Burada önemli olan devrim olmadan, iktidar mücadelesine bağlamadan hiçbir kısmi sorunun ezilenlerin lehine çözümü için adım atılamayacağıdır. Bunun aksini iddia etmek kadınların sorunu da, şu veya bu kısmi sorun da devrim olmadan da çözülür demek olur. En sonunda varılan yer, tıpkı İstanbul Sözleşmesi’ni savunma yarışında olduğu gibi, var olan devletin aileyi daha adil, hakkaniyetli hale getirebilmesi için reformlar önermektir.
8 Martlara nasıl gidilebilir?
8 Mart arifesinde bunların konuşulması ve hatırlanması komünistler için gerekli ve yerinde. Ancak bunlar 8 Martlardan tecrit olunan, zaten burjuva siyaseti yaptığını teslim ettiğimiz bu kesimden uzak durulan bir dönemece girdiğimiz anlamına gelmez.
Bu saptamalar kadınların mücadelesinin yanlış olduğu veya bundan uzak durulması gerektiği anlamına da gelmez. Komünistler ezilenlerin mücadelesini desteklerler ve önünü açmaya çalışırlar. Zaten ayrışma noktası tam da önünü açmanın nasıl yapılacağına ilişkindir. Türkiye’de kendi tasfiyeciliklerini kadın hareketi görünümünde saklayan sol akımlar tüm kısmi kadın çıkarları ve gündemlerinin devrimcilere dayatıldığı bir “mücadelenin önünü açma” anlayışına sahiptir. Her ne kadar bu dayatmaları büyük ölçüde başarılı olsa da mücadelenin böyle güçleneceğini iddia etmek düpedüz aldatmacadır.
Nasıl ki “işçilerin kurtuluş mücadelesi proletarya diktatörlüğünde başlar” demek işçilere grevleri yasaklamak anlamına gelmiyorsa kadınların kurtuluş mücadelesinin (sınıfsız toplumun ilk evresi olan) sosyalizmde başlayacağını söylemek onlara bugün cinsiyetçiliğe karşı mücadele etmeyin demek anlamına gelmez. Sadece işçilere olduğu gibi kadınlara da bu mücadelenin anlamlı olması için devlete karşı iktidar hedefini taşıması gerektiğini anlatmayı şart koşar. Nasıl ki bir işçi grevi olduğunda komünistler kısmi kazançları diğer politik mücadelelerle birleştirme hedefiyle hareket ediyorsa, sendikal mücadelelerde işçi sorunlarıyla ulusal sorunun birbirinden ayrışamayacağını anlatıyorsa, tacize, şiddete ve her türlü cinsiyetçi baskıya karşı direnen kadınların eylemlerine de bu mücadeleyi bu topraklardaki tüm ezilenlerin mücadelesiyle birleştirmek amacıyla katılırlar. Bu tutum 8 Mart’ı zayıflatmak şöyle dursun güçlendirecek ve mücadelenin önünü açacak yegâne yöntemdir.
Bu sene de 8 Mart öncesinde kadınların mücadelesiyle tecride karşı direnen ve yeniden tutsak edilen Leyla Güven’in mücadelelerini birleştirmenin önünde engel nedir? Kayyımlar yıllardır Kürdistan’da belediyeleri gasp etmişken, Boğaziçi örneğiyle de bu saldırıların durmayacağı açıkça ortaya serilmişken 8 Mart’ın da gündeminde yer alabilmelidir. HDP’li tutsaklar, açlık grevindekiler neden Dünya Kadınlar Günü’nde gündem edilecek bir sorun olamasın? Grevler Türkiye’nin dört bir yanında devam ederken, yeni grevler başlarken neden kadınların sorunları bu grevlere, grevlerin gündemini de 8 Mart’a taşımak neden yanlış olsun?
İşte komünistler 8 Martlara kısmi mücadeleleri birleştirme ve büyütme hedefiyle gitmelidir. Kısmi kazanımlar ardında sürüklenedursun, tüm ezilenlere saldırılar tek bir yerden gelmektedir. Bu saldırılarla mücadele de ancak saldırının geldiği yeri hedef tahtasına oturtmakla mümkün olur, ondan saldırıları kesmesini isteyerek değil.
Tüm ezilenler ve emekçiler adına da iktidarı alabilmenin yegâne koşulu ise devrimci partinin yaratılmasıdır. Dolayısıyla Türkiye’de kadınların kurtuluşu için mücadele edenler mücadelelerini bu hedef doğrultusunda birleştirmelidir. Günün görevi 8 Mart’ta yükseltilmesi gereken şiarların neler olduğunu öne çıkararak bu şiarlar için mücadele edecek partinin yaratılması için açık seçik ve somut bir çağrı yükseltmektir. Bu çağrı Köz’ün arkasında duran komünistlerin çağrısıdır.