Seçimlere 4 gün kala Mudanya’da bulunan Eğitim-Sen bürosunda gerçekleştirdiğimiz panelin konuşmacıları KöZ gazetesi’nden Engin Gürbüz ve Teori ve Politika Dergisi’nden İnayet Aksu idi. Katılım 11-12 kişiyle sınırlı kaldıysa da panel, katılanlar açısından verimli geçti. Öncelikle KöZ adına Engin yoldaş söz alarak şunları söyledi:
“Biz faaliyet yürüttüğümüz alanlarda siyasal gündemlerle alakalı periyodik bazı söyleşiler gerçekleştiriyoruz. Bugün de önümüzdeki seçimlerle ilgili olarak bu söyleşilerden birini Mudanya’da gerçekleştireceğiz. Bu söyleşileri gerçekleştirirken bulunduğumuz alanlardaki diğer siyasetleri de davet ediyoruz. Bugün de Teori ve Politika Dergisi’nden arkadaşlar aramızdalar. Onlar da kendi görüşlerini açıklayacaklar ve soru ve görüşleri de alarak panelimizi gerçekleştireceğiz.
Önce seçim sürecine nasıl bir atmosferde gittiğimizi ve bu atmosferde ezilenlerden emekçilerden yana siyaset yürüttüğünü iddia eden bir dizi akımın takındığı tutumdan bahsedeceğim. Köz, 1998 yılında siyasi hayatına başladı. 1998 yılında Köz, bu topraklarda bir devrimci partinin olmadığını, ve öncelikli ödevin ezilenlerin ve emekçilerin silahlı ayaklanmasına önderlik edebilecek bir devrimci partinin yaratılması olduğunu ifade ederek siyaset sahnesine çıktı. Bu partinin yaratılması için de işçilerin birliğinden önce komünistlerin birliğinin sağlanmasının gerektiğini öne sürüyoruz. Bu gerçekleşmeden işçi sınıfının elde ettiği kazanımların hiçbirinin kalıcı olamayacağını savunuyoruz ve yürüttüğümüz siyasi faaliyetin tümünü de bu amaca yönelik olarak yürütüyoruz. Seçimlere ilişkin takındığımız tutumu da bu amaca yönelip yönelmediğine bakarak belirleriz, değerlendiririz.
Kendimizi kısaca tanıttıktan sonra, 2009’dan beri yaptığımız tespiti tekrarlayalım: AKP ve Erdoğan zayıflıyor. Bu tarihlerden itibaren zayıflamaya başlasa da Erdoğan halen devrilemiyor. Muhakkak ki bunun kimi sebepleri var. Bununla birlikte 12 Eylül Rejiminin de ciddi bir kriz içinde olduğunu tespit ediyoruz. Bu kriz devletin adliyesinden harbiyesine kadar bir çatırdamayı beraberinde getiriyor. Bir takım başarısız darbe girişimleri yaşanıyor. Bu tespiti yaptıktan sonra tamamlıyoruz: rejim krizi ya darbe ile ya da devrimle çözülür. Bu krizin rejimin olağan araçlarıyla çözülmesi mümkün değildir. Biz zaten 15 Temmuz öncesinde bu topraklarda bir darbe olabileceğini, ancak bunun başarı şansının düşük olduğunu ifade ettik. Nitekim olaylar bizim önceden tespit ettiğimiz şekilde gerçekleşti. Böyle olması da bizim kâhin olmamızdan ileri gelmiyordu. Biz ordunun içerisinde parçalı bir yapının bulunduğunu, dolayısıyla 12 Eylül harekâtı gibi emir komuta zinciri içerisinde bir darbenin gerçekleşmesinin mümkün olmadığını gördük. Bu yüzden de bu girişimin ABD tarafından başından sonuna dek desteklenmesi mümkün olmayacaktı. Dolayısıyla darbenin başarılı olması mümkün değildi. Bunun karşısında Erdoğan’ın da kendi açmazlarından kurtulmak için bir darbeye muhtaç olduğunu ifade ettik. Ancak Erdoğan’ın da bunu gerçekleştirecek gücü yoktu. Bu kriz hali içerisinde cebelleşen, cebelleştikçe saldırganlaşan, saldırganlaştıkça da kendini kurtaracak yeni yollar arayan bir Erdoğan gördük. Bu hal içerisinde iken aradığı dalı MHP ve Devlet Bahçeli olarak gördü ve bu dala tutundu. Yani dışarıdan bakıldığında Bahçeli’nin Erdoğan’ın himayesinde olduğu izlenimi oluşsa da aslında Erdoğan Bahçeli’ye muhtaçtır. Bu yüzden de Türkiye’nin son dönem siyasetinin esas belirleyicisi Devlet Bahçeli ve MHP’dir. Bu durumun en somut örneğini de 24 Haziran baskın seçimlerinde gördük. Bu seçimi isteyen esas olarak AKP ve Erdoğan değil, MHP ve Bahçeli idi.
Peki neden Devlet Bahçeli ve MHP bu seçimi istedi? Ayrıca neden Türkiye solu seçimlerin Erdoğan ve AKP’nin tasarrufuyla gerçekleştiğini iddia ediyor? Eğer Türkiye’de bir rejim krizi tespiti yapmıyorsanız, AKP ve Erdoğan’ın kadir-i mutlak olduklarına inanıyorsanız böyle düşünmeniz doğaldır. Böyle düşünürseniz de doğal olarak “tek adam neden Bahçeli’ye muhtaç olsun” dersiniz. Oysa bu topraklarda faşizmi katre katre örmekte olan biri; seçimlerden, referandumdan medet ummaz. Bu topraklarda faşist politikalar uygulanıyor olabilir, ancak faşizm tespiti yaparsanız buna karşı başka türlü bir mücadele yürütmeniz gerekir. Ayrıca rejim krizi tespitini yaptığınızda rejimin aygıtlarının birbiriyle çatıştıklarını, devletin zayıf ve yıkılmaya müsait olduğunu ifade etmiş olursunuz. Dolayısıyla devleti ortadan kaldırma sorumluluğundan kaçmak isteyen Türkiye solu bu tespiti yapmaktan doğal olarak kaçınmaktadır.
İlk soruya dönelim: MHP neden erken seçimi istedi? Yerel seçimler genel seçimlerden önce gerçekleşseydi MHP çuvallayacaktı. Böylelikle de genel seçimler öncesinde pazarlık payı düşecekti. Bunun olmaması için erken genel seçimi dayattı. Bu şartlar altında Erdoğan da “madem ben bu seçimi erkene almak zorunda kaldım, bu seçimi iyice öne alayım ki rakiplerim de çuvallasın” dedi. Bu yüzden, özellikle Abdullah Gül ismi üzerinde ittifak tartışmaları yürüten CHP’ye zarar vermeyi denedi. Dolayısıyla baskın seçimler en fazla CHP’ye zarar verdi. Buna karşın bu seçimler en fazla HDP’ye yaradı. Bir defa HDP’nin oyları AKP’nin Kürt düşmanı politikaları neticesinde yükseldi, hiç değilse düşmedi. Ayrıca HDP’nin sınanmış, daha önceden Erdoğan’a ilk seçim yenilgisini tattırmış bir adayı vardı. Üstelik HDP’nin İYİ Parti ve SP ile ittifak yapan CHP’den sol oyları koparma şansı da vardı. Neticede HDP bu şansı kullanamadı, ancak bu olanağın mevcut olduğunun tespiti gerekir.
Bu tabloda KöZ olarak, henüz seçim programı dahi açıklanmadan, solun ortak adayının Demirtaş olması gerektiği, bu adayın çalışmasının da programı ortak olarak belirlenen bir sol blok tarafından yapılması gerektiğini ifade ederek bu çerçeveyi önerdik. Bu öneri kabul görmese de solun belli akımlarına mensup isimler HDP listelerinden aday gösterildi. Bu itibarla, önerimiz kabul görmese de solun büyük kısmı Erdoğan karşıtı bir çizgi üzerinde, HDP saflarında bir araya gelmiş oldu.
Özetle Köz’ün HDP’ye bu denli önem atfetmesinin altında HDP’nin parlamentodaki varlığının rejimin krizini derinleştirecek olması yatıyor. Bu topraklarda devrimci bir partinin bulunmadığını ifade ediyoruz. Dolayısıyla HDP de elbette böyle bir parti değildir. Hatta HDP; adıyla, sanıyla, programıyla reformist bir partidir. Ancak buna rağmen HDP, ezilenlerin emekçilerin mücadelesinin odak noktasında bulunan ve niyetinden bağımsız olarak krizi derinleştiren bir partidir. HDP ne kadar reformist olursa olsun, onun mecliste bulunması AKP’nin çoğunluğu kaybetmesi anlamına geliyor. Bu da OHAL’in uzatılamaması, kanun yapılamaması gibi bir dizi krizi beraberinde getirir. Biz de bu krizin büyümesini istiyor, HDP’yi bu sebeple destekliyoruz. Seçimlerde takınılacak yegane devrimci tutum budur. Zira devrimci siyaset, devrim koşullarının oluşmasını sağlamaya yönelik siyasettir. İkinci tura da bir cümleyle değinelim: HDP ve Demirtaş’ın olmadığı bir ikinci turda boykot çağrısı yapıyoruz. İki gerici düzen ittifakına da oy yok.”
İkinci olarak Teori ve Politika Dergisi adına İnayet Aksu söz aldı:
“Öncelikle bir soru sormak istiyorum: HDP’nin tümüyle parlamentarist ve reformist bir parti olduğunun çok net altını çizdiniz. Hatta özel sayınızda bu partinin devrim karşıtı olduğunu da yazmıştınız. Bunu pratik olarak Erdoğan’dan kurtulmanın bir yolu olarak ifade ettiniz. Peki pratik olarak Erdoğan’dan kurtulmak açısından Amerikancı muhalefet daha yakın bir aday değil mi? HDP’yi desteklerken programatik bir arayışa girmiyoruz. O halde Amerikancı muhalefeti neden desteklemeyelim?
Demin yolda gelirken Mudanya ile ilgili bir meseleyi hatırladım. Hasan Telci’nin adını özel olarak anmak isterim. Hasan Telci Mudanya’da 70’lerin antifaşist mücadelesinin ünlü simalarındandır. Hamallık yaparak geçimini sağlar. 1984’te ölüm orucu direnişinin 76. Gününde düştü. Annesi halen Mudanya’da yaşıyor sanırım. 2000’li yıllarda halen kimi toplantılara katılıyordu. Gelirken öylesine aklıma gelmişti ancak şuan yapmak istediğim karşılaştırmayla uygun düştü. Yani 1970’lerdeki devlete ve faşizme karşı verilen hakiki devrimci mücadeleyle, bugün bizlerin seçimlerle alakalı bitmez tükenmek bilmez tartışmalarımız, analizlerimiz arasındaki karşılaştırmadan söz ediyorum. Devrimcilikle demokratlık arasındaki kontrastın açık varlığını görebiliriz diye düşünüyorum.
Biz çok konuştuk, çok yazdık, biraz tekrar olacak ama bunda bir beis görmüyorum. Türkiye’de düzen olarak ne var ve bunun karşısında düzen dışı diyebileceğimiz, devrimci diyebileceğimiz ne var; onu konuşalım. Bizce Türkiye’de devlet ve toplum iki büyük düzen içi ideolojik alanın sevk ve idaresinde kurulmuş bir yapılanmadır. Bunun birisi İttihat ve Terakki’den itibaren takip edebileceğimiz modernist laik gerici klik iken, diğeri de otantik diyebileceğimiz, muhafazakar diyebileceğimiz diğer kesimdir. Bunlar düzeni şu ya da bu şekilde dönüşümlü olarak idare etmektedirler. Seçimler de bu iki odağın şu ya da bu şekilde demokrasi denilen, Marksist Literatürde burjuva diktatörlüğü olarak anılan aygıtın idaresi konusunda bu iki kliğin arasında geçen bir yarışı ifade eder.
1960’lar, legalist, reformist solun altın çağıdır. Onlar kendini bu şekilde ifade ederler. Bu yıllarda TİP’in bu iki odak dışında reformist bir odak olarak varlık kazandığını tespit etmek gerekir. Bu yıllarda TİP ekseninde reformizm bir güç kazanmıştır. İşçiler, köylüler, aydınlar arasında reformizm popüler olmuştur. Bu istisna dışında 1970’li yılların Türkiye Solu’nun seçime katılımı bu iki kliğin gölgesinde gerçekleşmiştir, Türkiye Solu seçime bu iki kliğin birinin gölgesinde girmiştir. Devrimci tutum olarak seçim başlığında görebileceğimiz tavır ise reddiyedir. Seçime katılımın düzenin kendini yenilemesine bir katkı olduğunu görüp seçimleri bütünüyle reddetme tutumunu kast ediyorum. Diğer türlü bir davranış ise bu iki kliğin gölgesinde daha çok legal Marksizm, reformizm, ulusal sol dediğimiz kesimlerin katılım biçimidir. 1990’lı yıllardan itibaren Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin bu tabloyu değiştirdiğini görüyoruz. Oraya geleceğiz.
Demin tarif ettiğim iki gerici odak karşısında biz de ezilenlerin Marksizmi diyebileceğimiz, bu iki büyük ideolojik evrenin dışında kalan, bir ideolojik alan açmaya çalışıyoruz. Ne laiklerin yanında gericilerin, ne berikilere karşı ötekilerin yanındayız. Marksistler olarak ilke düzlemindeki tutumumuz bu şekilde gerçekleşiyor.
Türkiye’de esasen ezilenlerin politikaya katılım biçimlerinin şiddet yüklü olması gerektiğini düşünüyoruz. Ancak şiddet yüklü devrimci yöntemlerle politikaya katılınması gerektiğini düşünüyoruz. Bunun dışında, bunun esas alınmadığı her yöntemin şu ya da bu şekilde düzen içi kalacağını düşünüyoruz. Şiddet politikanın da Türkiye’de aslında iftiharla anabileceğimiz bir tarihsel varlığı olduğunu biliyoruz. Sizin de sıklıkla referans gösterdiğiniz 1971 devrimci kopuşunu bu biçimde anabiliriz. Bu kopuş silahın varlığı ve yokluğu arasındaki keskin kopuştur. Silahı olmayan reformizmden silahlı devrimciliğe geçiştir. Bu geçiş de, 3 büyük devrimci önder tarafından yaratılan Türkiye Devrimci Hareketi’nin doğuşu olarak nitelenebilir. Bu hareket zaman zaman kopsa, kesintiye uğrasa da, bugün cılız da olsa günümüze kadar sürebilmiştir.
Bunlardan ayrı olarak 1984’ten itibaren 1971’deki silahlı kopuşun aynısı gerçekleşti ve Kürdistan Özgürlük Hareketi, silahlı eyleme geçerek bambaşka bir evrenin kapısını açtı. Bu hareket 1984’te başlayarak Türkiye’de bu iki gerici kamp dışında yeni bir devrimci kamp yaratmıştır. Bu hareket 3-5 silahlı şakinin eyleminden yola çıkarak 21. Yüzyılın en büyük gerilla hareketine dönüşmüştür. Bu hareketi bu konuma getiren de şiddet politikanın kendisidir. HDP’yi de ancak bu şiddet politika ekseninde anlamlandırabiliriz.
Türkiye’de devrimci olmayan, demokratik diyebileceğimiz mücadele; yani yine düzene karşı eylem içerisinde olmakla birlikte devrimci yöntemi kullanmamak anlamında demokratlıktan bahsediyorum, 1990’lı yıllarda Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin varlığıyla anlam kazanmaktadır. Bu itibarla bu tarihlerden itibaren demokratik mücadele de ister reformist olsun, ister düzen içi olsun bizce meşrudur ve o büyük devrimci siyasetin bir tür dışavurumudur. Dolayısıyla HDP de geçici bir isimdir. Büyük Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin tarihinde son derece geçici bir isimdir. Demirtaş da ne kadar yetenekli olursa olsun o kadar sıradan, o kadar geçici bir isimdir ki, bu iki isme de özel bir anlam yüklememek gerekir.
Türkiye’de 24 Haziran seçimlerinde biri baş düşman olmak üzere iki düzen adayı yarışıyor. Bir de Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin varlığından doğmuş, onun paltosundan çıkmış bir devrimci demokrat aday var. 24 Haziran seçimlerine Türkiye Solunun katılımı da ancak bu devrimci bağlamda, yani Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin devrimci varlığıyla anlamlı olabilir. Biz de olsa olsa bu doğrultuda bir taktik tutum alabiliriz. Bizler, bu hareketin büyük gölgesi altında seçimlere katılır ve demin bahsettiğim isimleri destekleriz. Bütün bu nedenlerle 24 Haziran’da Kürdistan Devrimci Hareketi’nin bir uzantısı olan Demirtaş ve HDP’nin desteklenmesinin uygun düşeceğini düşünüyoruz. Ancak bu hareketin varlığını bir an iptal etsek, bambaşka tartışmalar ortaya çıkacaktır. Başlangıçta bahsettiğim reddiyenin de politik olarak uygun olmasa da tarihsel olarak meşru olduğunu, yani Türkiye Solundan bir devrimci öznenin seçimlere katılmama kararı alabileceğini düşünüyoruz. Zira zaten Türkiye Solunun seçimlere katılımı ihmal edilebilir niceliktedir. Kendimizi dev aynasında görmemeliyiz. Seçimlerle alakalı bir hikmet arayacaksak bu ancak Kürdistan Devrimci Hareketi’nin varlığı koşullarında mümkün olabilir.”
İkinci tura sorularla başlandı. Şu sorular soruldu:
- Teori ve Politika’ya: “Devrimciliği şiddet üzerinden tanımlıyorsunuz. Silah ve şiddet varsa devrimcilik vardır, yoksa yoktur diyorsunuz. Hatta 71 kopuşunu da bu ölçütle devrimci olarak gördüğünüzü söylediniz. Tam da bu örnek üzerinden, devrimciliği politik ölçütlerle değerlendirmediğimizde kafamızı karıştırabilecek bir noktayı sormak istiyorum. Zira İbrahim Kaypakkaya TİP oportünizminden koptuğunda öncelikle Doğu Perinçek’lerin de içerisinde yer aldığı, silahlı ve illegal bir örgüt içerisinde yer almıştı. O halde bu örgüt de size göre devrimciydi. Oysa Kaypakkaya daha sonra hangi “silahlarla” devrime yürüneceği sorunu üzerinden, onları devrimci görmeyerek buradan koptu. Siz bu durumda TİİKP’nin kendisini de devrimci mi görüyorsunuz?”
- Teori ve Politika’ya: “ Türkiye’de devrimci hareketin seçimler bağlamında zayıf olduğunu ifade ettiniz. Ben buna nesnel veriler ile birlikte baktığımda katılamam. Biz Türkiye’de 71 kopuşunun halen sona ermediğini düşünüyoruz. Türkiye solunun Dünya’daki solun bütününden farklı bir yerde olduğunu düşünüyoruz. Siz eğer bu kopuşun sona erdiğini düşünüyorsanız örneğin devrimcilerin Gezi’deki pozisyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
- KöZ’e: “ Teori ve Politika adına konuşan arkadaş HDP isminin PKK açısından çok sıradan bir isim olduğunu ifade etti. KöZ bu konuda ne düşünüyor? HDP; DEP ile, DTP ile, DEHAP ile aynı parti midir? Yoksa HDP projesinin Türkiye Soluna yönelik bir hedefi var mıdır?
- Devrimcilik yapmak isteyen birinin bu süreçte sırtını yaslayıp güvenebileceği bir odak var mıdır? Bugün devrimciliğin ölçütü nedir?
İkinci turda ilk sözü KöZ adına Engin Yoldaş aldı:
“ Son sorudan başlayayım: Biz bu topraklarda bir devrimci parti yoktur dedik. Bu parti yokken ne kadar büyük, şiddet içerikli, hatta mümkünse silahlı bir ayaklanma da olsa bu topraklarda devrimin gerçekleşmesi mümkün olmaz. Bu parti de komünistlerin birliğiyle yaratılabilecektir. Komünistlerin birliği de ancak Komintern’e Katılmanın 21 Koşulu, Komintern’in İlk 4 Kongre Kararları ve Mustafa Suphi TKP’sinin programı çerçevesinde mümkün olacaktır. Bizim önerimiz, asla taviz vermeyeceğimiz bu ilke ve esaslar etrafında bu birliğin sağlanmasıdır. Bizim aynamız burasıdır, devrimcilik ölçütümüz budur.
Bu ölçütlerle bakınca ulusal soruna bakışımız da nettir. Bu perspektifle baktığımızda Kürdistan sorununun demokratik bir sorun değil, bir toprak, devlet, egemenlik sorunu olduğunu görürüz. Kürdistan da yalnızca Bakur’dan ibaret değildir. Kürdistan sorununun çözülmesi de, yine bu ilke ve esaslara göre bakıldığında Bakur’un da dahil olduğu 4 parçada birleşik, bağımsız, özgür Kürdistan’ın kurulmasıyla mümkün olur. Bu olmadan Ortadoğu’ya barış gelmeyecektir. Bunun yaşanması da ancak ve ancak bu hedefe sahip bir örgütün, bir partinin bulunmasıyla mümkündür. Bu partinin kurulması da Kürdistan’lı komünistlerin işidir. Bir harekete ulusal hareket diyebilmek için de bu hareketin bu programa ve hedeflere sahip olması gerekir. Böyle baktığınızda Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketi diye bir hareket yoktur. PKK de böyle değildir, KDP de değildir, Goran hareketi de değildir.
PKK/HDP meselesine gelelim. Tabi ki HDP, DEHAP, DTP gibi hareketler PKK’nin siyasi etkisi altındadır. Böyle olması da gayet doğaldır. Lakin bir defa PKK bir ulusal hareket değildir. Böyle bir iddiaları da, programları da yoktur. Kendileri bir bağımsızlık savaşı yürüttüklerini iddia etmezken bizim onlara “hayır siz bağımsızlık savaşı yürütüyorsunuz” dememiz abestir. HDP’ye gelelim: HDP Türkiye solunun bir parçasıdır ve HDP’yi de solun içinde düşündüğünüzde Türkiye solu tarihinin en güçlü dönemini yaşamaktadır. HDP’yi de Türkiye solundan ayrı bir yerde düşünemeyiz, zira onlar da bu topraklarda demokrasi mücadelesi veren nice hareketten biridir. Gündelikçi işçilerinin haklarını savunur, alevilerle birlikte mücadele yürütürler. Bu yüzden de HADEP’tenDTP’den farklı bir pozisyondadır. Ancak nasıl bir parti HDP? İki önceki kongrelerinde Figen Yüksekdağ aynen şunları söyledi “Erdoğan ve AKP parlamenter rejimi yıkıyor, biz bu topraklarda parlamenter demokrasiyi savunacağız.” Nitekim parlamentodaki tutumları da benzer istikamette oldu. Dolayısıyla HDP özünü hangi şiddetten alırsa alsın devrimci bir misyon yürütemez. Devrimci bir hareket devleti onarmayı değil, onu yerle bir etmeyi hedefler. Dolayısıyla ne HDP, ne PKK devrimci hareketler değildir.
“Biz devrimcilik yapıyoruz, bunu da silahla yapacağız, parlamento da neymiş, seçimler de neymiş” demek devrimcilik değildir. Devrimcilik var olan tüm demokratik kanalların devrim istikametinde kullanılmasıdır. Demokrasi mücadelesine de böyle bakarız. Seçimlerden de böyle yararlanmayı hedefliyoruz. Seçimleri var olan düzeni çıkmaza sokmak için istismar etmek istiyoruz.
Şimdi sizin sorunuza geleyim. (Teori ve Politika konuşmacısına) HDP tabanı ve içerisinde çalıştığı kesimler itibariyle ezilenlerin emekçilerin odağında olduğu bir harekettir. CHP ise bir burjuva partisidir. HDP’nin devrimci bir parti olmadığını elbette söyleyeceğiz. Bunu söylemeyenlere “niye HDP’li değilsiniz” diye sormak gerekir. Size de bunu sormak gerekir. HDP’ye devrim karşıtı ifadesini kullanmamızın gerekçesi HDP’nin 7 Haziran sonrasındaki süreçte sokağa çıkan, referandum sonrası sokağa çıkan kitleleri frenlemesidir. HDP Kobaneserhildanını durdurmuştur. Ancak neticede HDP bir sol harekettir, CHP değildir. TİP de bir sol hareketti ve TİP de özünde devrim karşıtıydı. Bu yüzden HDP’yi destekleriz yahut eleştiririz, CHP’ye karşı ise mücadele ederiz.”
Ardından Teori ve Politika adına İnayet arkadaş söz aldı:
“ TİİKP meselesine ilişkin bir soru soruldu. Doğu Perinçek’in kurduğu ilk partidir. Eyleme geçmese de silah külah işlerine girişmiştir. Lafzi olarak Türkiye’de o dönemin koşullarında en ileri programdır. Marksizandır. İbrahim Kaypakkaya’nın diğer devrimci önderlerden ayrılmasında payı var mıdır? Savunulabilir. İbrahim Kaypakkaya platformunun oluşumundan önce ortaya çıkmış en ileri platformdur.
71 devrimciliği bize göre zayıflamaktadır. Mahalle sayımız azalmaktadır, dağlardaki gerilla sayımız azalmaktadır. Öte taraftan Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin medya alanlarında, Rojava’da Türkiye Solu yer tutmaya çalışmaktadır. Oralardan dönüldüğünde Türkiye’de bir mücadele yürütme niyetleri mevcuttur. Gezi Türkiye’de gerçekleşen bir ayaklanmadır. Bu konuda sizinle aynı kavramı kullanıyoruz. Bu ayaklanma büyük bir ayaklanmadır, ancak bu ayaklanmanın önderliği Türkiye Devrimci Hareketi tarafından alınamamıştır. Ancak Türkiye Devrimci Hareketi Gezi Ayaklanması’nın içine girmeye, orada uygun konum almaya çalışmıştır. Ancak buralarda yuvalanamamıştır. Gezi yalnızca bazı bulutsu, akışkan ideolojik etkiler bırakarak dağılmıştır. Türkiye Solu’na özgürlükçülük, liberterizm gibi kalıntılar bırakarak etkisini yitirmiştir.
Marksist devrimcilik ile devrimcilik aynı şey değildir. Marksist olmayan devrimcilik türleri de vardır. Devrimcilik devlet karşısında onun aygıtlarına uygun araçlarla mücadele etmektir ve elbette bu hususta ateş belirleyicidir. Son dönemde dijital alanda çok ciddi gelişmeler yaşanıyor. Bu bizi sevindiriyor. Eskiden bir bildiriyi dağıtmak için insanlar ölüyorlardı. Şimdi bunu bir tuşla yapabiliyorsunuz. Ancak biz işin özünün değişmediğini düşünüyoruz. Devrimcilik şiddet içermek zorundadır. HDP’ye ilişkin yaptığınız devrim karşıtlığı yorumundan hareketle gelelim karşı devrimciliğe: karşı devrimcilik dediğimiz de bir devrimciliktir. Yani yine şiddet politikayı savunmalı, ancak bu şiddet politikayı devlete değil, bu kez devrimcilere yöneltmelidir. Örneğin IŞİD, bize göre karşı devrimcidir. Teşekkür ederim, bu panel benim için verimli geçmiştir. KöZ’ün Marksizm konusundaki çabasını görüyoruz, bunu çok yakın takip ediyoruz ve bu çabayı çok takdir ediyoruz. Türkiye solunda bu konudaki tartışmaların yaygınlaşmasını temenni ediyoruz.”
Yapılan konuşmaların ardından panel sona erdi. Ardından katılımcılarla birlikte yemek yendi ve toplantımız dağıldı. Bundan sonraki süreçte de Bursa’da güncel siyasete ilişkin toplantılarımızı sürdürmeyi planlıyoruz.
Bursa’dan KöZ Okurları