30 Ağustos Zafer Bayramı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kerhen ve Mustafa Kemal adını telaffuz etmeden kutladığı törenlerle kapandı. Buna karşılık CHP ve Kemalistler başka vesilelerle olduğu gibi, bu kutlamaları da Mustafa Kemal’in dehası ve büyüklüğü hakkındaki söylevlerle karşıladılar.

Bununla birlikte her iki kanadın da buluştuğu ortak nokta 30 Ağustos’un sadece bir zafer bayramı değil aynı zamanda cumhuriyetin ve kurtuluşun yolunun açıldığı bir dönemeç olduğudur.

Bizim uzmanlık alanımıza girmediği gibi, savaş ve askerî özellikler gibi boyutlar üzerinde durmak akla ziyan olacağı için daha çok bu savaşın hangi bağlamda cereyan ettiği ve bunun etrafında yaratılan efsanelerin başka efsanelerin üzerini nasıl örttüğü üzerinde durmakta yarar var.

Her şeyden önce 30 Ağustos’un bir diğer adının “Başkomutanlık Meydan Muharebesi” olduğunu da hatırlamak gerekir. Mustafa Kemal herhangi bir rütbesi olmadığı halde 1921 Ağustosu’nda meclisten başkomutanlık rütbesini alarak büyük taarruza bizzat komuta edecekti. Bu nedenle bu savaş aynı zamanda ‘başkomutanlık meydan muharebesi’ olarak adlandırıldı. Bunun ardından da Mustafa Kemal’e mareşal ve gazi ünvanları da verilecekti. Bu unvanları daha önce hem savunma bakanı hem Genelkurmay Başkanı olan Fevzi Çakmak almıştı. Bu itibarla 30 Ağustos aynı zamanda Mustafa Kemal’in siyasi zaferinin tamamlanma adımı olarak da görülebilir.

Öte yandan 30 Ağustos savaşı aynı zamanda ‘Kurtuluş Savaşı’nın sona ermesini sağlayan nihai zafer olarak da anılır. Bir başka bağlamda ‘Kurtuluş Savaşı’ denen savaşın Kuvayı Milliye’nin “Yedi düvele karşı” yürütüldüğü de söylenegelir. Oysa Sakarya meydan muharebesinden itibaren Türk ordusunun karşısında Yunan ordusundan başka kuvvet olmadığı da besbellidir. Doğrusu Anadolu’ya İngiliz-Fransız-İtalyan müttefikleriyle birlikte çıkan Yunan ordusu bir bakıma yalnız kalmış durumdadır. Onların İzmir’e çıkmasına ön ayak olan ve hâlâ para yardımına devam eden İngiltere ne askerî ne de siyasi olarak artık arkalarında değildir. Diğer müttefikleri olan Fransız ve İtalyan emperyalistleri de çoktan Ankara hükümetiyle pazarlık hâlindedir. Hatta Türk ordusu bunlardan silah ve mühimmat temin ederek ‘büyük taarruz’a girişir.

Yunanistan’ın Birinci Paylaşım Savaşı çerçevesinde Anadolu’ya girerken Pontus ve İstanbul hayalleri kurmakta olduğu sır değildi. Ama her şeyden önce aynı ittifak içinde oldukları Rusya’da Ekim Devrimi olmuş ve bu anlamda savaş sona ermiş durumdaydı. Yeni dengelere göre yeni ittifaklar kurulmaya başlamış Yunanistan’ın ortakları Rus devrimine karşı Anadolu’dan bir barikat kurma hesaplarına başlamıştı bile. Bu anlamda yalnız bırakılan Yunan birliklerinin kursaklarında kalan hayalleriyle kaçacakları aşikardı. Nitekim ‘Büyük Taarruz’un esasen kaçmakta olan Yunan ordusunun peşinden sürdürülen bir tür kovalamaca olarak görülmesi daha doğrudur.

Bununla birlikte, ciddi çarpışmalar olduğu ve gerek asker sayısı gerek cephane ve donanım bakımından Yunan ordularından daha zayıf olan Türk birliklerinin askerî bir zafer kazandıkları yanlış değildir. Türk ordusunun gerek asker sayısı gerek cephane ve donanım bakımından Yunan ordularından zayıf olduğu halde bir askerî zafer kazandıkları da doğrudur. Türk ordusunun Yunan ordusundan üstün olduğu üç nokta vardır sadece: birincisi daha fazla süvarileri vardır; ikincisi daha fazla kılıçları vardır ve çok daha fazla subayları vardır. Buna karşılık hem asker sayısı hem silah ve cephane hem de donanım bakımından Yunan ordusu üstün olduğu hâlde yenik düşmüştür. Bunda da şaşılacak bir şey yoktur zira Yunan ordusu belki ilk savaş deneyimini yaşarken Trablusgarb ve Balkan savaşlarından, beri birçok cephede uzun yıllar savaş deneyimi kazanmış bir orduyla karşı karşıyadırlar. Üstelik Türk ordusu adeta bir subay ordusudur: sekiz ere bir subay düşmektedir.

Bu şartlarda elbette müttefiklerinin askerî desteğinden mahrum olan deneyimsiz Yunan ordularının askeri bir zafer şansı zaten yoktu.

Ama bahis konusu olanın Birinci Paylaşım kavgasının bir gecikmiş epizodu olduğu akılda tutulursa, Yunan ordusunun İzmir’den denize dökülmesinin Türkiye açısından büyük bir zafer, Yunanistan açısından büyük bir hezimet olmadığı da görülür. Zira denize dökülen Yunanlar Anadolu’dan Ege’deki adaların büyük kısmını alarak çıkacaklardır. Hatta daha önce İtalya’nın payına düşen 12 adayı da kendi hanelerine yazacaklardır. Sembolik bir anlamı olsa bile Trakya’da Meriç’in batısında bir miktar toprağı da sınırları içine katarlar. Her ne kadar Pontus ve İstanbul hayalleri suya düşmüş olsa da Ege Denizi’ne hakim bir küçük devlet olarak paylaşım savaşından çıkacaklardır. Zaten Yunanlar’ın müttefikleri de savaşı tüm hedeflerini sağlayarak bitirmiş değildir.

Öte yandan ‘büyük zafer’in sahibi olarak böbürlenen yeni Türkiye de Yunan ordularına karşı kazandığı muharebeler sayesinde değil, Misak-ı Millî hudutlarından taviz verip Sovyet Rusya’ya karşı sınır bekçiliği rolünü üstlenmek kaydıyla bugünkü sınırlarına kavuşmuştur. Bununla birlikte Türkiye bakımından 30 Ağustos zaferi şovenizmin pompalandığı bir dönüm noktası olagelmiştir. Bu, aynı zamanda Yunan halkı ile Türkiye halkları arasında şovenist bir kutuplaşmanın canlı tutulmasına vesile yapıldığı için savaşın iki tarafındaki devlet de kazançlı çıkarken her iki cephedeki halklar da kaybeden olmuştur.

Bilhassa Türkiye cephesinde bu savaşın anlamı Mustafa Kemal’in emperyalist savaşın galiplerinin hizmetinde şovenist diktatörlüğünün pekiştiği bir dönüm noktası olmasıdır. Bu itibarla komünistlerin ödevi herhangi bir biçimde 30 Ağustos’u işgale karşı meşru bir savunma hamlesi olarak görme anlamına gelecek şovenist tutumlardan uzak durmak ve söz konusu savaşı emperyalist paylaşım kavgasının bir epizodu olarak ele almaktır. Bu itibarla 30 Ağustoslar, komünistler bakımından şovenizme karşı mücadelenin yükseltilmesi gereken günler olmalıdır.