30 Ağustos “Zafer Bayramı” Erdoğan’ın  kerhen ve Mustafa Kemal adını telaffuz etmeden kutladığı törenlerle kapandı. Buna karşılık CHP ve Kemalistler başka vesilelerle olduğu gibi, bu kutlamaları da Mustafa Kemal’in dehası ve büyüklüğü hakkındaki söylevlerle karşıladılar. Bununla birlikte her iki kanadın da buluştuğu ortak nokta 30 Ağustos’un sadece bir “zafer bayramı” değil aynı zamanda Cumhuriyetin yolunun “Başkomutan”ın önünün açıldığı bir dönemeç olmasıdır. Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir karşı devrimle kuruluşunun 95. yıldönümüne gelirken, bu cumhuriyetin kurulmasının ne anlama geldiğini idrak edebilmek için geride bıraktığımız 30 Ağustos “zafer”ini de bir daha hatırlamakta, uzmanlık alanımıza girmeyen konvansiyonel savaş unsurları üzerinde durmak yerine daha çok bu savaşın hangi bağlamda cereyan edip etrafında yaratılan efsanelerin başka konuların üstünü nasıl örttüğü üzerinde durmakta yarar var.

30 Ağustos’un Anlamı

30 Ağustos’un bir diğer adının ‘başkomutanlık meydan muharebesi’ olduğunu hatırlamak gerekir. Mustafa Kemal herhangi bir rütbesi olmadığı halde 1921 Ağustos’unda meclisten başkomutanlık rütbesini alarak ‘büyük taarruz’a bizzat komuta edecekti. Bu nedenle bu savaş aynı zamanda ‘başkomutanlık meydan muharebesi’ olarak adlandırıldı. Bunun ardından da Mustafa Kemal’e mareşal ve gazi unvanları verildi. Bu unvanlar daha önce hem savunma bakanı hem genelkurmay başkanı olan Fevzi Çakmak’a da verilmişti. Bu itibarla 30 Ağustos aynı zamanda Mustafa Kemal’in kişisel bir siyasi zafer kazanmasında nihai bir aşama olarak da görülebilir.

30 Ağustos savaşı aynı zamanda ‘Kurtuluş Savaşı’nın sona ermesini sağlayan nihai zafer olarak da anılır. Bu savaşı Kuvayı Milliye’nin “7 düvele karşı” yürüttüğü de söylenegelir. Oysa Sakarya meydan muharebesinden itibaren Türk ordusunun karşısında Yunan ordusundan başka kuvvet olmadığı da besbellidir. Anadolu’ya İngiliz-Fransız-İtalyan müttefikleriyle birlikte çıkan Yunan ordusu bir bakıma yalnız kalmış durumdadır. Onların İzmir’e çıkmasına önayak olan ve para yardımı yapmaya devam eden İngiltere ne askeri ne de siyasi olarak artık Yunan ordusunun arkasında değildir. Diğer müttefikler, yani Fransız ve İtalyan emperyalistleri de çoktan Ankara hükümetiyle pazarlık hâlindedir. Hatta Türk ordusu bunlardan silah ve mühimmat temin ederek büyük taarruza girişmekteydi.

Yunanistan’ın birinci paylaşım savaşı çerçevesinde Anadolu’ya girerken Pontus ve İstanbul hayalleri kurmakta olduğu sır değildi. Ama her şeyden önce aynı ittifak içinde oldukları Rusya’da Ekim devrimi olmuş ve bu anlamda savaş sona ermiş durumdaydı. Yeni dengelere göre yeni ittifaklar kurulmaya başlamış Yunanistan’ın ortakları Rus devrimine karşı Anadolu’da bir barikat kurma hesaplarına girmişti bile. Sonuçta yalnız bırakılan Yunan birliklerinin kursaklarında kalan hayalleriyle kaçacakları aşikardı. Dolayısı ile ‘Büyük Taarruz’ esasen kaçmakta olan Yunan ordularının peşinden sürdürülen bir tür kovalamaca olarak görülmelidir.

Bununla birlikte, ciddi çarpışmalar yaşandığı ve gerek asker sayısı gerek cephane ve donanım bakımından Yunan ordularından daha zayıf olan Türk birliklerinin askerî bir zafer kazandıkları yanlış değildir. Türk ordusunun gerek asker sayısı gerek cephane ve donanım bakımından Yunan ordusundan zayıf olduğu hâlde bir askerî zafer kazandığı da doğrudur. Türk ordusunun Yunan ordusundan üstün olduğu üç nokta vardır sadece: birincisi daha fazla süvarileri vardır; ikincisi daha fazla kılıçları vardır ve çok daha fazla subayları vardır.  Buna karşılık hem asker sayısı hem silah ve cephane hem de donanım bakımından Yunan ordusu daha üstün olduğu hâlde yenik düşmüştür. Bunda da şaşılacak bir şey yoktur, zira Yunan ordusu belki ilk kez bir savaş deneyimi yaşarken, Trablusgarp ve Balkan savaşlarından beri birçok cephede uzun yıllardır savaş deneyimi kazanmış bir orduyla karşı karşıyadır. Üstelik Türk ordusu adeta bir subay ordusudur: sekiz ere bir subay düşmektedir. Bu şartlarda müttefiklerinin askeri desteğinden mahrum olan deneyimsiz Yunan ordularının askerî bir zafer şansı zaten yoktu.

Diğer yandan bahis konusu olanın birinci paylaşım kavgasının bir gecikmiş epizodu olduğu akılda tutulursa, Yunan ordusunun İzmir’den denize dökülmesinin Türkiye açısından büyük bir zafer, Yunanistan açısından büyük bir hezimet olmadığı da görülür. Zira denize dökülen Yunanlar oradan Egedeki adaların büyük kısmını alarak çıkacaktır. Hatta daha önce İtalya’nın payına düşen 12 adaları da kendi hanelerine yazacaklardır.  Sembolik bir anlamı olsa bile Yunanistan Trakya’da Meriç’in batısındaki bir miktar toprağı da sınırları içine katacaktır. Bu bakımdan her ne kadar Pontus ve İstanbul hayalleri suya düşmüş olsa da, Yunanistan Ege Denizi’ne hakim bir küçük devlet olarak paylaşım savaşından çıkacaktır. Yunanistan’ın müttefikleri de savaştan tüm beklentilerini alarak çıkmamışlardır.

Öte yandan büyük zaferin sahibi olarak böbürlenen yeni Türkiye de Misak-ı Millî hudutlarından (bilhassa Kerkük’ü de içeren Musul’u ve “Anadolu kıyılarına yakın adalar”ı) taviz vererek kurulacaktır. Bununla birlikte Türkiye’nin savaştan büsbütün küçülerek çıkmadığı da açıktır. Tersine 1877-78’deki ‘93 harbi’nden beri Rusya hakimiyetine geçmiş toprakları ve sonradan ilhak edilecek Hatay da dahil Sevr Anlaşması’yla Fransa ve ABD’nin mandası altına girmesi öngörülen toprakları da alarak görece büyümüş olarak çıkacaktır. Yunanistan’ın bu süreçte kazandığı mevziler göz önüne getirildiği takdirde bu büyümenin Yunan Ordularına karşı kazandığı muharebeler sayesinde olmadığı görülebilir. Buna karşılık bu büyümenin Sovyet Rusya’ya ve Rusya’da başlayan dünya devrimine karşı sınır bekçiliği rolünü üstlenmek kaydıyla sağlandığı da açıktır.

Bununla birlikte Türkiye bakımından 30 Ağustos zaferi her fırsatta şovenizmin pompalandığı bir dönüm noktası olagelmiştir. Bu aynı zamanda Yunan halkı ile Türkiye halkı arasında şovenist bir kutuplaşmanın canlı tutulmasına vesile yapıldığı için, savaşın iki tarafındaki devletler de kazanmış görünürken her iki cephedeki halklar da kaybedenler arasında yerlerini almıştır. Bu itibarla komünistlerin ödevi herhangi bir biçimde 30 Ağustos’u işgale karşı meşru bir savunma hamlesi olarak görme anlamına gelecek şovenist tutumlardan uzak durmak ve söz konusu savaşı emperyalist paylaşım kavgasının bir epizodu olarak ele almaktır. 30 Ağustoslar komünistler tarafından şovenizme karşı mücadelenin yükseltilmesi gereken günler olmalıdır.

30 Ağustos Mustafa Kemal’in emperyalist savaşın galiplerinin hizmetinde şovenist diktatörlüğünü pekiştirmeye başladığı bir dönüm noktasıdır.  Her ne kadar o gün bugündür Yunanistan’a yönelik şovenist yaklaşımlar canlı tutuluyorsa da, dikkatleri salt batı cephesine yoğunlaştırmak doğru değildir. Şovenizmin asıl damarı elbette Kürtlere yönelik olanıdır. Nitekim garp cephesine, Yunan ordusuna yönelmeden önce Kuvayı Milliye ilk iş olarak Koçgiri’ye yönelmiştir.

Kuvayı Milliye’nin ilk askerî harekatı Koçgiri’ye saldırısıyla başlar (bu saldırı yönelimi 1938 Dersim’e kadar sürecektir). Bu da asıl misyonunun Erzincan Şurası’yla ilgili olduğuna delalet eder. Kuvayı Milliye’nin Rusya’ya değil Ekim Devrimi’nin yayılmasına karşı bir misyonu olduğunu buradan da görmek mümkündür. Yunan ordusuna karşı harekata geçmeden önce Kafkasya ile akrabalıkla sınırlı olmayan ilişkileri olan Çerkes Ethem’in kuvvetlerine saldırılması da aynı bağlamda düşünülmelidir. Bu bakımdan cumhuriyetin kuruluşunun şu ya da bu biçimiyle Osmanlı İmparatorluğu’na ve sözüm ona “feodalizm”e son verme bakımından bir ilerici yönü olduğunu söylemeden önce cumhuriyete giden yolun Ekim Devrimi’nin önünü kesmek üzere döşenmiş bir karşıdevrim yolu olduğunu asla unutmamak gerekir. Komünistler açısından cumhuriyetin kuruluşunun 95’inci yıl dönümüne yaklaşırken öne çıkarılması gereken de bu yönüdür.

Mustafa Kemal’in 9. Ordu müfettişi sıfatıyla 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkması hakkındaki efsanelerin perdesi de aralanmıştır. Mustafa Kemal ve yanındakiler Samsun’a gizlice değil Padişah’ın ve İngiliz işgal kuvvetlerinin izni ve bilgileri dahilinde gitmiştir. Bu heyet mensuplarına İstanbul’dan çıkmaları için vize veren İngiliz işgal kuvvetlerinin istihbarat subayı yüzbaşı John Godolphin Bennett’tir[1], Bandırma gemisi de işgal kuvvetleri tarafından tahsis edilmiştir. Heyetin önde gelen isimleri arasındaki Rauf Orbay Osmanlı devleti adına Mondros Mütarekesi’ni imzalayan amiraldir.  Mondros mütarekesinin gereği olarak Yıldırım ordularının tasfiyesini üstlenmiş olan da (bu orduların komutanı Liman Von Sanders’in yaveri olan) Mustafa Kemal’dir. Bu heyetin bileşimi de, Gilan sovyetinin akibeti de açıkça 19 Mayıs misyonunun Mondros mütarekesi ve Ekim devrimiyle ilgili olduğunu düşündürmeye yeter. Söz konusu misyonun “Samsun ve civarındaki karışıklıkları” önlemek maksadıyla verildiğini söyleyenler var. Doğrusu o günlerde pek çok yerde olduğu gibi Samsun ve civarında da bir takım “karışıklıklar” olduğu sır değildi. Ama Mustafa Kemal ve arkadaşlarının o civarda pek kalmayıp Erzincan etrafındaki Sıvas ve Erzurum’a yöneldiği de sır değildi. Bu bakımdan asıl önü alınması beklenen karışıklığın Rus Ordusu (daha doğrusu Rus ordusunun bozguncu unsurları) himayesinde kurulan Erzincan Ermeni-Kürt Şurası olduğu da gizlenememektedir. Padişah Vahdettin’in, Mondros’un verdiği yetkilerle İran/Gilan’daki şuraya yönelik olduğu gibi İngilizlerin bizzat müdahalesine mahal vermemek amacıyla, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını görevlendirdiği artık gizlenemiyor; ancak çarpıtılabiliyor.

Kemalizmin Cumhuriyetçilik Diye Bir İlkesi Var mı?

Cumhuriyetçilik, ‘Atatürk ilkeleri’ diye de tarif edilen ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin simgesi altı okta ifade bulan ilkelerden biri, hatta birincisidir. Daha sonra da, devletin adının Türkiye Cumhuriyeti olması yeterli ve inandırıcı olmadığı için olsa gerek, T.C. anayasasının temel ilkeleri arasına da diğer beş kardeşi ile birlikte bir daha yazılmıştır. Adı Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) olan bir partinin ilkelerinin başında cumhuriyetçilik ilkesinin gelmesi, adı Türkiye Cumhuriyeti olan devletin anayasasına bu altı okla birlikte cumhuriyetçilik ilkesinin alınması gayet tabii görünebilir. Hatta Atatürk hakkında sonradan yaratılan efsaneleri sahi sanırsanız, küçük Mustafa’nın ta dayısının tarlasında kargaları kovaladığı zamandan beri cumhuriyet kurmayı düşündüğüne inanıp bu ilkenin Atatürk ilkelerinin en temel ilkesi olduğu kanaatine varabilirsiniz. Halbuki eğer Mustafa Kemal’in adıyla anılan hareketi CHP ile özdeşleştirebiliyorsak ve Sivas Kongresi’nin bu partinin kuruluş kongresi olduğu doğruysa, ‘altı ok’tan cumhuriyetçilik hakkında olanı bu hareketin temel özelliği olarak anılmayı en az hak edenlerden biridir.

Sivas Kongresi, Adında Cumhuriyet Geçen Bir Partinin İlk Kongresi Olabilir mi?

Sivas Kongresi, resmen ve türlü gayrıresmî yorumlarda CHP’nin ilk kongresi olarak kabul edilir. Aynı zamanda da cumhuriyetin temellerinin atıldığı dönüm noktası olarak anılır. Bu bakımdan CHP’nin ‘altı ok’undan biri olan cumhuriyetçilik ilkesinin ne kadar ilke olduğunun anlaşılması için Sivas Kongresi iyi bir gözlem imkanı sunar.

Sivas Kongresi’ne katılan temsilciler şu yemini etmişlerdir:

Yüce halifelik ve saltanat makamlarına, islamiyete, devlete, millete ve memlekete manen ve maddeten hizmetten başka bir gaye ve emelimiz olmadığından ötürü, kongre görüşmeleri devam ettiği sürece, kişisel ve siyasi ihtirastan ve particilik amaçlarından uzak bir azim ve iman ile çalışacağıma ve İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin ihyasına çalışmayacağıma namusum ve bütün kutsal saydığım şeyler adına yemin ederim.” (altını biz çizdik.)

Bu sözlere bakıldığında bu yeminle yola çıkanların, baştan itibaren hilafet ve saltanatı kaldırıp bir cumhuriyet kurmak üzere hareket ettikleri herhalde en son akla gelmesi gereken şey olsa gerektir. Aksine bu sözlerle hilafet ve saltanat makamları yüceltilmekte ve bu makamlara bağlılık yemini edilmektedir; bu yeminde olduğu gibi kongrenin tümüne de aynı yaklaşım damga vurur. Tabii siyasette marifetin yalan ve çarpıtma ile kandırmaca olduğuna inananlar az değildir. Böyle düşünenler, sonradan geri dönüp baktıklarında, bu aykırılığı asıl amaca ulaşmak için, bu amacı gizleyerek uygulanan ustaca bir taktik olarak yorumlayabilir. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî tarihini yazanlar böyle yapmışlardır. Hakim ideoloji de söz konusu resmî tarih üzerinde yükseldiği için, bu yorum öteden beri hakim ve yaygın olan inanışı ifade etmektedir.

Oysa gerçek bu değildir. Geçmişe resmî tarihin gözlüğünden bakılınca doğan bu yanılsama, olaylar gelişim seyri içinde ele alındığı zaman daha iyi görülür. Sivas Kongresi’nin toplanmasına giden süreç 1919 Haziranı’ndan itibaren, Amasya Tamimi ile başlamıştır ve Erzurum Kongresi de bu kongrenin bir nevi önhazırlığı olarak görülmelidir.  Erzurum Kongresi’nde kabul edilen karar metni de, Sivas Kongresi’nde edilen yemin ile aynı amaca işaret etmektedir zaten:

Osmanlı Vatanı’nın bütünlüğü, ulusal bağımsızlığın sağlanması, saltanat ve hilafet makamlarının korunması için, Kuvayı Milliye’yi etkin ve ulusal iradeyi hakim kılmak esastır.”

Sivas Kongresi’ne katılanların ettiği yemin metni kongrenin ilk üç günü boyunca tartışılmış ve ancak bu tartışmaların ardından son şeklini almıştır. Bu metinde dikkat çeken bir husus, kongrenin kendini özenle İttihat ve Terakki’den ayırmak istemesidir. Bir diğer ilginç husus ise, kongrenin “kişisel ve siyasi ihtirastan ve particilik amaçlarından uzak bir azim ve iman ile” çalışacağının belirtilmesidir. Esasen Erzurum Kongresi kararlarında da benzer bir kayıt vardır:

“İşbu Cemiyet(Erzurum kongresinde ayrı ayrı cemiyetlerin birleştirilmesiyle  ortaya çıkan Doğu Anadolu Müdafayı Hukuk Cemiyeti)her türlü fırkacılık akımlarından tamamen uzaktır. Müslüman Vatandaşların tümü, Cemiyetin doğal üyeleri sayılır”. Bu kongre Halk Fırkası’nın kurulması yolundaki önemli temel taşlarından biri olmuştur. Bu bakımdan sonradan bu kongrenin Halk Fırkası’nın kuruluş kongresi olarak benimsenmesi raslantı değildir. Ama tabii ki söz konusu olan Cumhuriyet Halk Fırkası değildir.

Besbelli ki bu kongreden sadece İttihat ve Terakki’ye alternatif bir yeni parti çıkması değil, eski dönemin siyasi ekiplerinin hepsine alternatif yeni bir partinin çıkması planlanmıştır. Zira İttihat Terakki zaten savaşın sona ermesiyle birlikte fiilen dağılmış ve bu hareketin şefleri ülkeyi terk etmiş durumdadır. Kuvayı Milliyeciler’in bilhassa hedef aldıkları sadrazam Ferit Paşa ise, İttihatçılar’ın rakibi Hürriyet ve İtilaf Partisi’ndendir. Bu itibarla Kuvayı Milliye hareketinin kendilerini İkinci Meşrutiyet hareketini temsil eden bu iki partinin yerine yeni bir parti olarak kabul ettirme arayışında olduğunu düşünmek zorlama değildir. Ama hedeflenen partinin cumhuriyetçi bir parti olmayacağı besbellidir; hatta daha açık söylemek gerekir ki bu kongre üçüncü bir “meşrutiyet”in peşinde bir kongre görünümündedir.

Erzurum ve Sivas kongrelerinde olduğu gibi, bunların peşinden kuracak olan Büyük Millet Meclisi’ne katılanların genel eğilimi de “vatanın (mülkün) sahibi” kabul edilen padişaha ve “milletin” dini lideri kabul edilen halifeye bağlılık temelinde bir “vatanseverlik”tir. Bu meclise damgasını vuran siyasi eğilim de cumhuriyetten ziyade meşruti bir monarşi arayışıdır. Sonradan resmî tarihin üreteceği safsatalar bir yana, bu konuda istifham yaratacak en ufak bir belirti dahi yoktur.

Bununla birlikte bu meşrutiyetçilikten cumhuriyetçiliğe geçişin nasıl ve hangi etkenler sonucunda olduğunu anlayabilmek için evvela bu hareketin “millî” karakterinin ne anlama geldiğini hatırlamak gerekir. Bu sayede Kuvayı Milliye hareketi ile İttihat ve Terakki arasındaki asıl farklılıkları kavramak kolaylaşır. Özellikle de emperyalist devletlerin bu “millî” harekete ilişkin tutumları ve bilhassa ne zaman ve neden ipleri ellerinde olan bir cumhuriyete razı olmaya karar verdikleri ancak bu ışık altında görünür hale gelir.

Kuvayı Milliye’nin Millîliği Neyi İfade Eder?

Sivas Kongresi’ne ve onun ürünü olan harekete yansıyan duygu ve düşüncelerin işgal altındaki Osmanlı topraklarının elden gitmesine karşı millî bir tepkiyi yansıttığını söylemek yanlış olmaz. Bu itibarla bu hareketin kendini Kuvayı Milliye diye tanımlaması da gayet tabiidir. Üstelik kongredeki en hararetli tartışmalardan birinin Amerikan mandası tartışması olması ve bu manda seçeneğinin reddedilip Mondros mütarekesi sınırlarına sadık bir “tam bağımsızlık” fikrinin benimsenmesi de bunu doğrular. Bu anlamda kongrenin temsil ettiği hareketin bağımsızlıkçı ve millîci bir hareket olduğunu tartışmaya değil fakat nasıl bir bağımsızlık ve nasıl bir millîlik olduğu üzerinde düşünmeye gerek vardır.

Söz konusu hareketi oluşturanların başında emperyalistler arasındaki ilk büyük ve dünya çapındaki kapışmada Osmanlı İmparatorluğu’nun bekâsı ve bilhassa büyüyüp güçlenmesi gibi bir “millî dava uğruna” savaşmış ve (resmî tarih “biz yenilmedik, yanlış müttefiklerimizin yenilgisinin ceremesini çektik” dese de) yenik düşmüş bir ordunun komutanları yer almaktadır. Yenik düşmüş ve yenilgiyi hazmedemeyen, hatta savaşın sonucunda galip devletlerin onlara reva gördüğü muameleyi haksız bularak tepki gösteren “vatansever”lerdir bunlar. O zamanın telakkisine göre de vatan halife-padişaha emanet olan Osmanlı mülküdür, vatanseverlik de devlete yani padişaha bağlılıkla ölçülen bir özelliktir.

Bu idrak içinde, söz konusu komutanlar maruz kaldıkları muameleyi bir türlü kabul edememekte ve bu durumu bir yolunu bulup değiştirmek için fırsat kollamaktadırlar. Bunun için de sahip oldukları gücü, yani komuta ettikleri silahlı kuvvetleri (Mondros Mütarekesi’nin amir hükümleri çerçevesinde kalmaya dikkat ederek) ellerinden bırakmamakta direnen subaylar bu hareketi başlatanların başını çekmektedirler. Bu anlamıyla anlaşıldığında bu hareketin kendini Kuvayı Milliye diye adlandırmasında bir gariplik yoktur. Garip ve daha doğrusu yanlış olan, sonradan resmî tarihe çarpıtılarak yazıldığı ve bu tarihe yarım yamalak malumatlarla yaklaşıp akıntısına kapılanların sandığı gibi, bu hareketin emperyalizme karşı bir ulusal kurtuluş hareketi gibi görülmesidir. Bu ayrıntı gibi görünen husus anlaşılmadığı takdirde ne Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişin mahiyeti kavranabilir, ne de bu cumhuriyeti kuran siyasi hareketin ilkeleri olarak kabul edilen ve kurulan cumhuriyetin temellerini tarif eden altı okun ne anlama geldiği anlaşılabilir.

Bu bakımdan Kuvayı Milliye hareketi hem millî bir harekettir hem de doğup geliştiği tarihsel dönemeçte ortaya çıkan ulusal kurtuluş hareketlerinden farklı bir millîliği temsil eden bir harekettir. Bir nevi “devlet milliyetçiliği”dir, daha doğrusu, Leninist terimlerle ifade etmek gerekirse, bir ezen ulus milliyetçiliğidir. Aynı terminolojiye göre, kendi vatanlarında siyasi/şeklî olarak bile egemen olması engellenen ulusların kendi devletlerini kurmak için yöneldikleri hareketlereyse, ‘ulusal kurtuluş hareketleri’ denir ve bunların milliyetçiliği ezen ulusların devlete dayalı milliyetçiliğinden ayırt edilir; edilmesi gerekir. Cumhuriyetin Osmanlı devleti ile nasıl bir süreklilik içinde ortaya çıktığını anlamak için, “milliî” kavramının Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ve Osmanlı devletini kurtarma kaygısında olanlar bakımından neyi ifade ettiğini hatırlamak ve ezen/ezilen ulus ayrımını akılda tutmak gerekir.

Birinci Meclis Her şey Olabilir, Laik Bir Cumhuriyetin Temellerinin Atıldığı Yer Olamaz

Cumhuriyetin temellerinin atılması diye anlatılan Büyük Millet Meclisi’nin açılış seremonisini tarif eden bildiride şunlar belirtilir: “Yüce Allah’ın yardımıyla Nisan’in 23üncü günü Cuma namazından sonra Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılacaktır” diye başlayan bu genelgede; “Vatanın İstiklâli ve Saltanat makamının düşmanlardan kurtulması gibi en önemli ve hayati vazifeleri yerine getirecek olan Büyük Millet Meclisi’nin açılışını Cuma gününe rastlatmakla, o günün uğurundan, açılıştan önce Meclis’in bütün mensuplarıyla Hacı Bayram-ı Veli Camiinde Cuma namazı kılınarak, okunacak Kur’an-ı Kerîm’den ve getirilecek selavattan yararlanılacağı bildirilmiştir. Namazdan sonra Sancak-ı Şerif taşınarak, Daire-i mahsusa’ya (Meclis’in açılacağı yere) gelinmeden önce bir dua edilecek, kurbanlar kesilecektir. Tören dolayısıyla, Hacı Bayram Veli Camii’nden, Meclis binasına kadar Kolordu Kumandanlığınca askerî kıtalar ile özel tertibat alınacaktır. İndirilecek hatmin son bölümü camiden sonra Meclis önünde tamamlanacaktır.”

Bu protokolün laik bir zihniyeti yansıtmadığı açıktır. Bir Türkiye Cumhuriyeti kurma davetiyesi olmadığı da o kadar açıktır. Kuvayı Milliye hareketinin hiçbir aşamasında “cumhuriyetçilik” ilkesinin izine rastlanmamaktadır. Hilafet ve saltanatın lağvedilmesine varan süreç sahici tarihsel seyri tarih akışı takip edilerek kavrandığında, cumhuriyet yönünde gelişen bir hareketin akla gelmesi bile mümkün değildir. Böyle bir tarih ancak Cumhuriyet kurulduktan sonra retrospektif biçimde yazılabilirdi; öyle de olmuştur.

Zaten Cumhuriyetçilik ilkesi, adı Halk Fırkası olan partinin 1927’deki ikinci kurultayında bu partinin ilkelerinden biri olarak kabul edilmiştir. Üstelik o zaman henüz altı ok kavramı bile yoktur. Bu kongrede “Cumhuriyetçilik”, “Halkçılık”, “Milliyetçilik”, “Laiklik” partinin dört temel ilkesi olarak benimsenmiştir. “Devletçilik” ve “Devrimcilik” ilkeleri ise ancak 1931’de benimsenecektir. Altı okun tarif edilmesi de bu kurultayda olmuştur. İlginç olan ve altı çizilmesi gereken ise şudur: Cumhuriyetçilik ilkesinin benimsendiği bu kongre aynı zamanda resmî tarihin referans belgesi sayılabilecek olan Nutuk’un okunduğu kongredir.

Cumhuriyetin baştan beri “bir milli sır” gibi saklı tutulan asıl hedef olduğu hakkındaki efsane ancak bu kongreden geriye bakıldığında yazılabilirdi; ve ancak tarihe bu resmî tarihin gözlüğü ile bakıldığı takdirde Kuvayı Milliye hareketinin cumhuriyetçi ve laik bir devlet kurma hareketi olarak görülmesi mümkündür. Halbuki o yıllarda böyle bir umutsuzluk ile mucizelere bel bağlamaya gerek yoktu. Resmî tarih ve ona boyun eğenler en çok bu gerçeğin üstünü örtmek istemektedir. Kuvayı Milliyenin söz konusu karakterini görebilmek için bir başka olguya daha işaret etmekte yarar var. Halk Fırkası’nın Sivas Kongresi’nde kurulduğu hakkındaki resmî tarih maddesini bir ân için göz ardı edersek bırakalım Cumhuriyet Halk Fırkası’nı, daha ortada Halk Fırkası diye bir parti bile yokken, 1920 Eylülü’nde Bakü’de Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası adıyla TKP kurulmuş ve programına şu sözleri yazmıştı:

1. Totaliter rejimlerde işçi halk zorba hükümdar ve memurların zulmü altında ezildiği gibi, demokratik denilen meşruti hükümetlerde de idare parlamentarizm ve halkçılık adı altında imtiyazlı tabakalar, yine vali ve hanların temsil ettikleri zenginler elinde tekel haline giriyor.….

  1. İşçi ve köylü şuralar cumhuriyeti ise, emek sarf etmeksizin yaşayan asalak sınıflar hariç olmak üzere halkın çokluğunu etrafında toplayarak işçilerin işleticiler tarafından soyulmasına son verecek her türlü çareleri temin eder. …
  2. Parti, halkçılığın en yüksek bir şekli olan işçi ve köylü şuralar cumhuriyetinin tesisi yolunda yorulmaksızın çalışmak ve bunun için öncelikle propaganda ve yayınları ile ezilen sınıfların egemen olmasını temsil eden bu hükümet şeklini kendilerine sevdirmeyi görev bilir.

Bu sade satırlar hilafet ve saltanata övgü düzmeye gerek olmadan laik ve demokratik bir cumhuriyetin hangi yoldan ve nasıl bir biçim altında kurulabileceğini tasvir etmektedir.

Oysa hem T.C.’nin resmî tarihi, hem de Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesinin ardından hararetle Kemalistlerin kuyrukçuluğunu yapmaya koyulan Şefik Hüsnü’nün önderliğindeki TKP’nin resmi tarihi, tam aksi yöndeki bir söylemde ağız birliği etmektedir.  Meğer Mustafa Suphi ve arkadaşları bu programı hayata geçirmek ve bir işçi köylü şuraları cumhuriyetinin kuruluşuna önderlik etmek için değil, Kuvayı Milliye’yi desteklemek üzere Anadolu’ya geçmeye karar vermiştir. Bu efsaneye göre Kuvayı Milliye hareketi emperyalizme karşı savaşmakta idi; hilafeti ve saltanatı yıkıp laik bir Cumhuriyet kurmaya hazırlanmaktaydı. Bu durumda TKP’nin bu hareketi desteklemek istemesinin gayet tabii olduğu gösterilmeye çalışılmaktadır. Oysa bu takdirde dahi izah edilmesi mümkün olmayan bariz çelişkiler ve üstü örtülemeyen olgular vardır.

“İşçi ve Köylü Şuraları Cumhuriyeti” kurmayı dolaysız siyasi hedefi olarak ilan eden ve o sırada Rusya’da kurulmakta olan Sovyet cumhuriyetleri birliği gibi “özgür ulusların özgürce birleşmesine dayalı federasyon usulünü” savunan TKP’nin önderleri, niçin Rus devrimine paralel olarak gelişmiş bulunan Erzincan Şurası’nı değil de, bu şurayı yok etmeye yönelip, Ermeniler’i ve Kürtler’i kırmakla meşgul olan Kuvayı Milliye’yi desteklemek için Anadolu’ya gelir?

Resmî tarih çizgisinde yazılan efsanelere göre bile, Mustafa Kemal aslında bir cumhuriyet kurma hedefini 1922 yılının sonuna doğru, hilafet ve saltanat birbirinden ayrılıp birer birer lağvedilirken açıklamıştı. O tarihe kadar da bu amacını “millî bir sır gibi” saklayarak, Hilafet ve saltanatı kurtarma yeminine bağlı kalmaya özen göstermişti.

O hâlde TKP’nin önderleri hilafeti ve saltanatı kurtarması için mi Kuvayı Milliye’yi desteklemeye geliyordu? Yoksa Kuvayı Milliyeciler’in aslında bir cumhuriyet kurmayı tasarladıklarını herkesten önce bildikleri için ve cumhuriyetin saltanattan ileri bir adım olduğuna inandıkları için mi Kuvayı Milliye’yi desteklemeye geliyordu? Görülebileceği gibi bu soruları sorup yanıtlarını bulmak ile uğraşmak akla ziyandır. Mamafih, saltanat ve hilafetin yıkılıp yerine bir Cumhuriyet kurulması hedefinin neden ve tam olarak ne zaman Kuvayı Milliye’nin gündemine geldiği konusunu kavramak için son olarak emperyalistlerin ne zaman böyle bir değişime ihtiyaç duyduğu üzerinde de biraz kafa yormak gerekiyor.

Emperyalistlerin Sevr’den Vazgeçip Lozan’a Razı Olmalarının Asıl Nedeni
Rus Devriminin Gelişmesidir

Emperyalist savaşın galibi Antant devletlerinin ne zamana kadar kendi denetimleri altında bir halife ve padişah olmasını bir avantaj olarak gördükleri ve ne zaman bir halifenin olmamasını tercih ettiğini görebilmek için Rus devriminin evrimini göz önünde bulundurmak gerekir. Zira bu etken saltanatın ve hilafetin kaldırılmasını Kuvayı Milliyeciler’in cumhuriyet ilkesine bağlılığından daha fazla belirlemiştir.

1916’da İngiltere ve Fransa arasında bağlanan ve Rusya’nın da onayladığı gizli plana göre Sykes Picot anlaşmasına uygun bir harita çizildiği takdirde, Sevr’de çizilen haritaya uygun bir tablo çıkmaktadır. Tek fark bu anlaşmaya göre Rusya’nın payına düşmesi gereken ve ateşkes imzalandığı zaman büyük ölçüde Rus birliklerinin kontrolü altında olan topraklar üzerinde değişiklik vardır. Sovyet hükümeti Osmanlı topraklarında bir hak iddia etmediğini açıklamış ve Brest-Litovsk anlaşmasıyla Çarlık ordularının işgal ettiği topraklardan çekilmişti. Bu durumda galip devletler, savaşa son ânda ortak olan ABD’ye çarın hissesinin verilmesinde mutabakata vardılar. Bu şartlarda ABD’nin himayesinde bir Ermenistan ve Kürdistan tarif edildi ve Mondros haritası değişti.

Ama 1922’ye gelindiğinde tablo değişmişti. Kızıl ordunun zaferi kesinleşmiş, beyaz ordular tamamen dağılmış, Kronstadt ayaklanması emperyalistlerin istismarına fırsat vermeden bastırılmıştı. Bolşeviklere karşı uzun müddet direneceği sanılan Orta Asya ve Kafkaslar’ın Müslüman nüfusa sahip ulusları birer birer Sovyet cumhuriyetlerine katılmaya karar vermekteydiler. Kafkasya ve özellikle Doğu Ermenistan da öyle. Bu şartlarda ‘Wilson prensipleri’ denen çizgide güya ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının savunusunu dış politikasının önemli bir unsuru haline getirmiş olan ABD’nin mandası altında kurulacak bir Batı Ermenistan’ın Erivan’la birleşmeyi istemesi olasılığı kuvvetlenmekteydi.

Öte yandan Kürtlerin Koçgiri’deki direnişi kırılmış olsa bile, Dersim’e çekilenler hâlâ teslim olmamış ve yenik düşmemişlerdi. Doğu’da Simko hareketi, Güney’deki Şeyh Mahmut Berzenci hareketi tamamen tasfiye edilebilmiş değildi. Bu şartlarda kuzeyde ABD mandası altında bir özerk Kürt devletinin varlığı bütün bölgenin dengesini bozmaya aday bir dinamik oluşturuyordu. Emperyalistler açısından Sevr haritasında ısrar etmek demek, Rus devriminin bu harita boyunca ilerlemesine yol vermek anlamına gelecekti. 1922 dönemecine gelindiğinde Kuvayı Milliye’nin ne yapıp yapmadığından bağımsız olarak Antant devletlerinin Sevr’de çizilen tabloyu yeniden ele almalarına ihtiyaç vardı.

Öte yandan Rusya’daki içsavaş sürdüğü müddetçe emperyalistlerin tutsağı durumundaki bir halife emperyalistler açısından önemli bir silah oluşturabilecekken, bu savaşın sona ermiş olmasıyla hilafetin anlamı da farklı bir önem kazanmaktaydı. Savaşın galipleri olan İngiltere, Fransa ve İtalya’nın her birine paylaştıkları Osmanlı pastasından düşen toprakların hepsi Müslüman nüfusa sahip topraklardı. Bu durumda bu devletlerin egemenliği altında tutacakları toplumların dinen kendilerini bağlı saydıkları bir merci olmasından çok, olmamasında yarar vardı.

Sırf bu nedenle bile hilafet makamının ortadan kalkması herkesten önce (ABD hariç) Antant devletlerinin işine geliyordu. En azından saltanat ve hilafetin kaldırılmasına en son itiraz edecek olanların başında emperyalist devletler geliyordu. Bu nedenle hilafeti ve saltanatı korumaya yemin etmiş olan Kuvayı Milliyeciler direnseler dahi, emperyalistlerin bir yolunu bulup halifelik makamını ortadan kaldırmaya en azından işlevsiz hale getirmeye ihtiyaçları vardı.  Demek ki, Osmanlının mirası olarak Misak-ı Millî sınırları içinde sayılan kimi topraklardan vazgeçerken Osmanlının borçları borcumuzdur demeyi kabul eden bir Cumhuriyetin kurulmasına en son itiraz edecek olanlar her halde emperyalist devletler olacaktı.

İşte 1922 yılı sona ererken, hilafet ve saltanatın lağvedilip yerine bir cumhuriyet kurulmasının emperyalistlerin istek ve çıkarlarına aykırı olmadığı açıktı; olmamıştır da zaten. Bu cumhuriyetin kuruluşunun anti-emperyalist, yani emperyalistlerin iradesine karşı bir gelişmeyi ifade ettiğinin herhangi bir dayanağı yoktur. Aksine Hilafet ve saltanata bağlılık yeminleri eden bir hareketin bu yemini bozmaları için gayret göstermeleri daha makûldü. İşte saltanatın ve hilafetin lağvedilmesi kabaca bu şekilde özetlenebilecek dünya koşullarında gündeme gelmiştir. Padişahlığın sona ermesi ile birlikte kurulan cumhuriyet de bu tuhaf dünya koşullarını fazlasıyla yansıtır.

Saltanat ve hilafet kalkmıştır ama yerine geçen rejim Marx’ın başka örnekler için tasvir ettiği gibi, fethederek devraldığı devlet aygıtını parçalamak yerine, onu yetkinleştiren bir karakteri fazlasıyla yansıtıyordu. Bir padişah yoktu, ama temel ilkeleri ile devletin ilkelerini özdeşleştirmiş tek partinin ölünceye kadar başkanı olacağı ilan edilmiş bir cumhurbaşkanı tarifi vardı. Bu cumhurbaşkanı ölünce yerine otomatik olarak yeni parti başkanı geçecekti; onun da ölene kadar başkan olması peşinen güvence altına alınmıştı. Sadrazamlık yoktu ama başbakan daima değişmez genel başkan yani cumhurbaşkanı tarafından tayin yoluyla belirleniyordu. Ayan meclisi yoktu ama hepsi tek partinin üyesi olan vekillerden oluşan bir meclis vardı, vb…

Mustafa Kemal “Türk milletinin karakter ve adetlerine en uygun olan idare, cumhuriyet idaresidir.” sözlerini ilk defa 1924 yılında, yani söz konusu cumhuriyet kurulduktan bir yıl sonra söylemiştir. Bununla birlikte, resmî tarih efsanelerine göre, oldum olası cumhuriyet ilkesini savunmaktadır. Hakikaten çocuk yaşlarından itibaren cumhuriyet ülküsüne bağlı mı idi? Cumhuriyetçilik ilkesi Halk Fırkası daha Cumhuriyet Halk Partisi ismini almamışken bile bu partinin temel bir ilkesi mi idi? Bu soruların kanıtlı belgeli bir yanıtını bulmak zordur. Yine de Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine bir cumhuriyetin kurulmasını, hilafetin kaldırılıp laikliğin benimsenmesini ‘tarihsel bakımdan ileri’ bir adım olarak görmek gerektiğini düşünüp savunanlar az değildir. Eğer Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu tarihsel bağlamından kopartıp soyut bir çerçevede ele alınırsa böyle düşünmek makûl görülebilir. Ama eğer bu cumhuriyete öngelen sürecin Ekim Devrimi’nin Anadolu’ya doğru uzanıp Çarlık Rusya’sının köleleştirdiği ezilen ulusların bağımsızlık yoluna girmesinden cesaret alan Kürdistan’daki ulusal kurtuluş dinamiklerinin filizlendiği bir çerçeveyi ifade ettiğini akılda tutarsak tablo farklı görünür. CHP’nin resmi kuruluşunun TKP’nin kuruluşundan (10 Eylül 1920) tam üç yıl sonra (9 Eylül 1923) olduğunu göz önüne getirirsek tablo farklı görünür.

Bu gerçekler hatırlandığında cumhuriyetin ilanının bir ileri adım olduğunu söylemenin anlamı başka olur. Bu cumhuriyet hiçbir aşamasında ileri bir adım olmamış, ilerici bir mahiyet taşımamıştır. Tersine bu cumhuriyet baştan itibaren bir karşıdevrim hareketi olarak şekillenmiş olan Kuvayı Milliye’nin eseridir.  Bir karşıdevrim rejimi olarak kurulmuştur.

Hiç kuşkusuz Hohenzollern İmparatorluğu’nun yerine kurulan Weimar Cumhuriyeti’ni de ileri bir adım olarak görenler az değildir. Ama böyle bir değerlendirme bu cumhuriyetin Alman komünistlerinin cesetleri üzerine inşa edildiğini, yani bir karşıdevrimle kurulduğunu unutarak yapılabilir ancak. T.C.’nin kuruluşunun ileri bir adım olarak görülmesi de ancak aynı bakış açısıyla mümkündür. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının, Alişer ve Zarife hanım ile yoldaşlarının gözünden bakanlar için ise tam tersi doğrudur. Komünistlerin de bu bakış açısını benimsemeleri varlık nedenleri olmalıdır.

 

[1] Bkz. Bennett, J. G. (2006). Tanık. İstanbul: YKY.