Erdoğan gidici mi kalıcı mı? “Faşizm” darbe mi aldı yoksa kurumsallaştı mı? Amerika Erdoğan’ın kalmasını mı gitmesini mi istiyor? Hükümet seçim sonuçlarını keyfince değiştirebiliyor mu değiştiremiyor mu? Türkiye solu, son on yıldır her seçimin ardından aynı soruları sorup farklı yanıtlar veriyor. Parlamentarizmin iliklerine işlediği pusulasız akımlar birbiriyle çelişen tespitlerin ve ruh hallerinin bir kutbundan diğerine savruluyorlar.

Türkiye bir rejim krizi içinde. Erdoğan da partisi AKP de 2009’dan beri düzenli olarak geriliyor. Bu gerileyişine rağmen Erdoğan’ın hükümette kalma ısrarı krizi derinleştiriyor. Kriz Erdoğan’ın siyasi akıbetinde düğümlendi ve 7 Haziran 2015’te bir içsavaşa yol açtı. Erdoğan koltuğunda oturduğu sürece bu krizin bitmesi imkansız. O koltuktan seçim yoluyla indirilmesinin ise hiçbir yolu yok. Hiçbir seçim sonucu bu temel gerçekleri değiştirmez. Türkiye’de seçimleri krizin seyrini belirleyen dönüm noktaları olarak görüp, sonuçlarını ona değerlendirmek gerekir.

Seçimin Kaybedeni Cumhur İttifakı Değil, AKP

Yerel seçimlerin sonuçlarını değerlendirirken akılda tutulması gereken birkaç nokta var. Birincisi, adı üstünde yerel seçimler yerel ihtiras ve çekişmelerin damgasını vurduğu seçimlerdir. Bu seçimlerden ulusal ölçekli sonuçlar çıkarmak isteyenler kişilere oy verilen belediye başkanlığı seçimlerine değil partilere oy verilen belediye meclis seçimlerinin sonuçlarını incelemelidir. İkincisi, 2024 seçimlerinin sonuçlarını, 2019 seçimleriyle değil, 2023 milletvekili seçimleri sonuçlarıyla kıyaslamak gerekir. Zira 2019’da, Deva da Gelecek de AKP bünyesindeydi. Bugün çapları küçük olsa da bu partiler AKP’den CHP’ye seçmen taşıma işlevini 2019-23 arasında yerine getirdiler. Üçüncüsü, Erdoğan’la AKP’yi bir tutmamak, Erdoğan’ın sahip olduğu bugünkü seçmen desteğini anlamak için 2023’te Cumhur İttifakı içinde yer alan akımların toplam oylarını bugünkü toplam oylarıyla kıyaslamak gerekir.

2024 yerel seçimlerinin en büyük kaybedeni yine AKP oldu. Parti olarak aldığı oylar, 2023 seçiminde 2002 seçiminin biraz üstündeydi, şimdi iki puan altındadır. Tüm taşıma oylara rağmen, Kürdistan’da oyları yüzde kırklardan yüzde otuzlara inmiş, Diyarbakır’da yarı yarıya azalmıştır. Diğer tabela partileriyle arasındaki fark belirsiz hâle gelirken, belediyeler ve belediye meclislerine ilişkin kaybı daha da büyüktür. Elindeki her üç belediyeden birini kaybeden AKP’nin elinde tuttuğu il belediye sayısı 39’dan 14’e indi. Bursa’yı ve Urfa’yı da kaybetti, Türkiye’nin en büyük sekiz şehri içinde elinde bir tek Konya kaldı. İstanbul’da yıllardır elinde tuttuğu Beyoğlu, Üsküdar, Gaziosmanpaşa, Beykoz gibi ilçeleri, Ankara’da büyükşehir adayı Turgut Altınok’un ‘kalesi’ Keçiören’i yitirdi. Konya, Kayseri, Çankırı gibi geleneksel olarak güçlü olduğu yerlerde birçok ilçeyi kaybederken, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere, belediye meclislerindeki denetleyici ve engelleyici rolü son buldu.

Bununla birlikte AKP’nin asıl kaybı, tüm bu belediyelerden ve oy kaybından farklı bir yerdedir. 2015’te tek başına hükümet kuramaz hâle gelen AKP, şimdi daha büyük bir siyasal darbe aldı. Türkiye’nin en büyük partisi, artık seçimlerin birincisi değil. CHP’nin arkasında kaldı, ikinci parti oldu.

Cumhur İttifakı’nın belirleyici ortağı MHP ciddi bir oy kaybı yaşamadı, oyları 2023 seçimlerine kıyasla sadece bir miktar erozyona uğradı. Aldığı hasar elinde tuttuğu belediyeleri yitirmekle sınırlıydı. İl belediye başkanı sayısı 11’den 8’e düştü, elindeki tek büyükşehri kaybetti. MHP’nin önceliği hükümetten bakanlık kapmak, parlamentodaki koltuk sayısını arttırmak değil devlet içinde kadrolaşmak olduğu için yitirdiği belediyeler onun açısından önemli bir kayıp sayılmaz.

AKP ve MHP’nin oy kaybına bakarak 2023 Cumhurbaşkanı seçimindeki dengelerin değiştiği sonucuna varmak yanlış olur. Zira Cumhur İttifakı 2023’ten beri genişlemiş bir koalisyondur. İçinde sadece Büyük Birlik Partisi ve Hüda-Par değil Yeniden Refah da bulunmaktadır. Tüm bileşenler hesaba katıldığında Cumhur İttifakı’nın toplam oylarında 2023 seçimlerine kıyasla ciddi bir değişim yaşanmadığı görülür. Erdoğan 2023 Cumhurbaşkanlığı Seçiminin ikinci turunda yüzde 51,9 oy alırken Erdoğan’a cumhurbaşkanlığı için destek veren partilerin 2024 yerel seçimlerinde aldığı oy oranları toplam yüzde 48’dir.

Aradaki fark ise yerel seçimlerin, muhalefetin, özellikle de İmamoğlu’nun yansıtmaya çalıştığı gibi bir referandum, bir genel seçim değil, küçük yerel hesapların, rekabetin kısacası taşra politikacılığının ağır bastığı bir yerel seçim olmasıyla ilişkilidir.

Bir diğer etmen ise seçime katılım oranının düşmesidir.  AKP’nin seçmen kitlesinde işçi sınıfının en çok ezilen ve en geri kesiminin ağırlığı diğer burjuva partilerine kıyasla fazladır. Millet İttifakı’nın burjuva ve görece örgütlü kesiminin aksine bu kesimin politika ve örgüt bilinci yok denecek kadar azdır. Bu kesimleri siyasi olarak harekete geçirmek ancak hayat memat meselesi olarak yansıtılan seçimlerin yarattığı politizasyon ortamında mümkündür. 2024 seçimleri ise, son haftaki ani tutum değişikliği bir yana bırakılırsa, Erdoğan’ın aksi yöndeki bilinçli tutumu nedeniyle bu türden kutuplaştırıcı bir iklimde gerçekleşmedi. Bu da AKP tabanının sandıkla arasındaki mesafesine yol açtı.

Yeniden Refah Hâlen Cumhur İttifakı’nın Bir Parçasıdır

YRP bu seçimlerde sürpriz bir başarı göstermiş gibi görünse de aslında Cumhur İttifakı’ndan bağımsız bir politik güç değildir. Tüm temel konulardaki siyasi çizgisi esas olarak Cumhur İttifakı’nın çizgisidir.

Yeniden Refah’ın çizgisinin bir anlamda Millî Görüş’ün geleneksel çizgisi olduğu doğrudur. Ama bu çizgiyi siyaset sahnesinin dışına çıkartan nasıl Erdoğan’ın hocası Erbakan’a ihaneti olmuşsa, onu hortlatan da yine Erdoğan olmuştur. 7 Haziran 2015 sonrası MHP’ye teslim olan Erdoğan bu tutumunu gerekçelendirmek için Millî Görüş’ün ruhunu çağırmak zorunda kalmıştı. Böylelikle Millî Görüş, Devlet Bahçeli milliyetçiliği ile harmanlanarak Cumhur İttifakı’nın harcı hâline geldi.

Erdoğan Millî Görüşü Cumhur İttifakı’na mal ederken Saadet Partisi hükümetle kavga ettiği oranda Millî Görüş çizgisini terk etmek zorunda kaldı. Tersinden Yeniden Refah da Millî Görüş’ün asıl sahibi olduğunu iddia etmek için Cumhur İttifakı’na yanaşmak zorunda. Zira iç savaşın sürmediği koşullarda Yeniden Refah’ın siyasi olarak beslenebileceği bir siyasi ve kültürel iklim bulması mümkün değildir.

Yeniden Refah Cumhur İttifakı’nın bileşeni olmasına rağmen adaylık pazarlıklarında istediği desteği alamadığı için Cumhur İttifakı’ndan bağımsız bir görüntüyle seçime girdi. Bir anlamda Meral Akşener’in Millet İttifakı’nda yapmaya çalıştığını yaptı, Akşener’den farklı olarak başarılı oldu.

2019 yerel seçimlerinden 2023 genel seçimlerine giderken AKP oy kaybetmiş MHP ise küskün AKP’lilerin oylarını da alarak oy oranını artırmıştı. 2023’ten 2024’e giderken YRP’nin artan AKP ve MHP’nin azalan oylarını da bu kez “Cumhur İttifakı” küskünlerinin YRP’ye yönelmesiyle açıklamak gerekir.

“Emekçiler Cezalandırdı” Argümanı Hem AKP’nin Hem CHP’nin Emek Düşmanlığını Aklar

AKP’nin uğradığı bu yenilgi seçimin en öngörülebilir sonuçlarından biriydi. Zira bir parti olarak AKP’nin gerileyişi 2009’dan bu yana gerçekleşen sekiz seçimin ve iki referandumun değişmeyen yegane unsurudur. Bu gelişmenin kuşkusuz “ekonomiyle”, AKP’nin emekçileri sürüklediği yıkımla ilişkisi vardır. Ancak bu gelişmeyi Mehmet Şimşek’in reform programının sonucu olarak okumak iki nedenle yanlıştır. Birincisi, AKP’nin asıl büyük oy kaybı, Şimşek döneminde değil, Erdoğan’ın kredi musluklarını açtığı, asgari ücreti yüksek tutmaya çalıştığı 2019-23 arası dönemde gerçekleşmiştir.

İkincisi, Şimşek’in sıkılaştırma programını özel ve ayrı bir saldırı olarak tarif etmek, AKP’nin son on beş yıllık saldırılarını unutmaya, hatta Şimşek’in programına tam ters bir çizgide ilerleyen dönemleri emek dostu olarak tanımlamaya yol açar. Bu da “biz eski AKP’yi özlüyoruz”, “AKP’den daha AKP’liyiz” diyen Kılıçdaroğlu’nun çizgisidir.

Seçim sonuçlarını “emekçilerin yoksullaştırma politikalarına isyanı” olarak gören ve gösterenler az değildir. Bu hatalı açıklama Cumhur İttifakı’nın oy oranını nasıl koruduğunu ve Erdoğan’ın nasıl olup da Cumhurbaşkanı seçimlerini kazandığını açıklayamadığı gibi Türkiye’nin en IMF’ci partisi olan CHP’nin, Şimşek’e övgüler düzmesine rağmen nasıl olup da oylarını arttırdığı sorusunu da yanıtsız bırakmaktadır. Daha da kötüsü “seçim sonuçlarını emekçilerin yoksulluğa olan tepkisi belirledi” türünden analizlerin sermayenin has partisi CHP’yi, islami sosa bandırılmış uşağı Yeniden Refah’ı emekçilere yakın partiler olarak pazarlamasıdır.

Sermayenin halk düşmanı politikalarını hayata geçiren tüm hükümetler yıpranırlar, bu bakımdan AKP’nin oy oranındaki kayıplar için özel bir açıklama bulmaya gerek yoktur. AKP oy oranını koruyabilseydi, bu özel açıklama gerektiren bir durum olurdu. Bununla birlikte AKP’nin yıpranmışlığını katmerlendiren özel bir durum söz konusudur. Erdoğan, rejimin derinleşen krizinin verdiği cesaretle, kendisinden önceki burjuva hükümetler gibi kaderine boyun eğmemiş, hükümette kalabilmek için bir içsavaşı başlatmıştır. Cumhur İttifakı bu içsavaşın ürünüydü, Erdoğan’ın teslim olduğu savaş ittifakı onun hükümette kalmasını sağladı.

Önce MHP, sonra YRP ve Hüda-Par hükümet olmanın herhangi bir bedelini ödemeden içsavaştan beslenirken, görünüşte tek başına hükümet olan ama kendi başına yönetemeyen Erdoğan’ın partisi içsavaşın tüm tahribatının bedelini ödedi ve hızlı bir biçimde yıprandı. Benimsediği politikalar ve mensubu bulunduğu koalisyon nedeniyle Erdoğan’ın partisinden çok devlete yaslanmak zorunda kalması partisini kötürümleştirirken aynı zamanda onun parti üzerindeki denetimini de azaltıyor. Bu da seçim kantarında AKP’nin iyice zayıflamasına, ittifakın ortak adayı olan Erdoğan ile AKP arasındaki açının artmasına yol açıyor. Bir parti olarak AKP’nin gerileyişinin, içsavaş politikalarının her anlamda en yoğun biçimde sürdürüldüğü Kürdistan’da yaşanıyor olması bu bakımdan şaşırtıcı değil.

İçsavaşın cefasını tek başına çeken AKP bu yükü artık taşıyamıyor. Erdoğan da AKP’nin içsavaşın yükünü taşıyamadığını gördüğü için buna bir son vermek ve MHP’den kurtulmak istiyor. Ancak ortakları, son seçimde YRP’nin gösterdiği gibi, her fırsatta bu ittifakı terk edemeyeceğini kendisine hatırlatıyor.

CHP’nin Yeni Oyları Millet İttifakı’nın İçindeki ve Yörüngesindeki Partilerden Geldi

CHP son kırk yedi yılın en yüksek oy oranını yakaladı, 1989’dan bu yana ilk defa seçimin birinci partisi oldu ve ilk defa AKP’den daha fazla il belediyesi kazandı. CHP’nin seçim başarısı CHP’liler ve hatta CHP’de star rolünü oynamak isteyen “kazanacak aday” İmamoğlu tarafından da büyük bir şaşkınlıkla karşılandı. 31 Mart’ın asıl yeniliği ve sürprizi CHP’nin bu başarısıdır, önümüzdeki dönemin tüm siyasi gelişmelerine damgasını vuracaktır.

Bununla birlikte 1977’de Ecevit, 1989’da da SHP sokak hareketini ve grevleri peşine takmışlardı, siyasal arenadaki karşıtlarından oy topluyorlardı. CHP 70’lerde Ecevit’le ortanın solundan Türk tipi sosyal demokrasiye yelken açıyordu, SHP 80’lerde dört eğilimi birleştirme iddiasındaki Özal’ın karşısında, Bahar Eylemleri’nin yanında saf tutuyordu.

Bugünkü CHP ise İsmet İnönü’nün bile sağında. CHP’nin “solcu” genel başkanı Özel “işte CHP işte sol” sloganını attıranları azarlarken, Eyüp Belediye Başkanı göreve Eyüp Sultan’da basın mensupları önünde sabah namazı kılarak başlıyor.

CHP’nin oy başarısını sola yaklaşmasıyla değil, DEM’in koşullu desteğiyle ve Millet İttifakı’nın içindeki konsolidasyon süreciyle açıklamak gerekir. CHP’nin 2023’e kıyasla arttırdığı oyların yarısı DEM ’den diğer yarısı ise Millet İttifakı’nın diğer bileşenlerinden gelmiştir. CHP oylarını Cumhur İttifakı’ndaki rakiplerini zayıflatarak değil, Millet İttifakı içindeki müttefiklerini eriterek, yörüngesindeki destekçilerinden beslenerek arttırdı. Millet İttifakı’nın bileşenlerinden İYİP silinerek tasfiye oldu, DEVA ve Saadet ise silikleşti. Bu durum herkesi kucaklamak için yola çıkan “Gandhi Kemal” çizgisinin mantıksal sonucu olsa gerek. Gandhi Kemal günah keçisi ilan edilip sırtından bıçaklansa da Amerikancı proje sanıldığı gibi dağılıp gitmedi, aksine meyve verdi.

Cumhur ve Millet arasındaki temel dengeler değişmiyor, fakat her iki ittifakın bileşimi farklılaşıyor, biri diğerinin başlangıçtaki hâline dönüşüyor. Cumhur İttifakı güç dengelerinin iyice belirsizleştiği bir yamalı bohçaya dönerken, Millet İttifakı, tüm çelişkili unsurları CHP’nin bünyesinde toplayarak sadeleşiyor. Seçim öncesinde CHP’nin akıl hocalarının kopardığı tantanaların aksine yerli yerinde duran Millet İttifakı, krize sürüklenen ise Cumhur İttifakı’dır.

Cumhur ve Millet ittifaklarının bileşenler arası denge ve ilişkilerinin birbirine ters istikametteki evrimi Yeniden Refah’ın Cumhur cephesinde oynadığı rolü Millet cephesinde çok daha önceden oynamaya kalkan Zafer Partisi’nin neden yerinde saydığını da açıklar. Üstelik bu parti, cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turunda kilit parti rolündeydi, bir anlamda tüm pazarlıklarının merkezinde duruyordu. Gelgelelim, Amerikancı projedeki uzlaşı nedeniyle Millet İttifakı’na dahil olmuş ya da yörüngesinde hareket eden hiçbir akım CHP’nin faaliyet gösterdiği alanlarda yaşam şansı bulamadı. CHP’nin Millet İttifakı’nı kendi bünyesinde toparladığı koşullarda, onu dışarıdan ittirmeye çalışan, “yetmez ama evet”çi tutumların da, daha fazlasını talep ederek CHP’yi teşhir etmeye çalışan tutumların da hiçbir başarı şansı yoktur.

Verili siyasi iklimde CHP’yi yeterince göçmen düşmanı olmadığı için eleştiren akımların başarı şansı niye yoksa onunla tümüyle farklı bir siyasi kulvarda yer alan sosyalist akımların, yeterince laik bulmadıkları partilerine öfkelenen CHP’li seçmenlerden beslenme şansı da yoktur. Benzer bir durum, “seçimlerin bir önemi yok” saptamasını, ilişkide bulunduğu kesimlerin CHP’ye oy vermesini sineye çekmenin kılıfı olarak kullanan, her boydan ekonomist akımın sendikalist hayalleri için de geçerlidir.

Sürpriz CHP Başarısı Parti İçi Çekişmelerin de Habercisi

Seçimdeki beklenmedik CHP zaferi sanılanın aksine İmamoğlu’nun önünü açmak yerine onun ikbal yolunu zora soktu. Zira medyanın tüm parlatmasına karşın bu seçimde İmamoğlu yerinde sayarken Yavaş kendi performansını katladı, CHP de bir bütün olarak diğer yerellerde oyları topladı. Böyle bir durumda İmamoğlu’nun İstanbul’daki zaferi arka planda kaldı. Emanetçi kabul edilen Özgür Özel ise kendisini başarının mimarı olarak pazarlama, genel başkanlık koltuğuna kurultay tehdidi olmadan uzun bir süre boyunca oturma ve partinin delege bileşimini rakiplerini etkisizleştirecek şekilde değiştirme imkanına kavuştu. Sadece Özel’in parti içi kurultaydan duyduğu endişe bile onun neden, halihazırda İmamoğlu’nu siyasetin merkezine koymaktan başka bir sonucu olmayacak bir erken seçim talebinde bulunmadığını açıklar.

Millet İttifakı’nın sadeleşmesi CHP cephesinde çekişmeleri sonlandırmamıştır. Cumhurbaşkanı adaylığı konusunda daha önce millet ittifakı bünyesinde gerçekleşen rekabet ve çekişme, 31 Mart sonrasında CHP içi bir çekişmeye dönüşecektir.

DEM’in Aldığı Sonuçlar Kendi Taktiğiyle Uyumludur

DEM’in Türkiye’deki oylarındaki çarpıcı azalmayı yüzeysel bir biçimde değerlendirenler DEM’in oylarının büyük kısmını ve tabanını CHP’ye kaptırdığı sonucuna varıyor. Halbuki, hangi kulvarda gerçekleşirse gerçekleşsin, seçim siyasetinin başarısı sadece alınan oyla ölçülmez. Ayrıca DEM Parti yüksek bir oy oranına kavuşmaya çabalayıp bunu başaramamış da değildir.

DEM bu seçimlerden kendi hesap ve beklentilerine uygun bir başarıyla çıktı, oy oranı düşse de Kürdistan’da 2019’a kıyasla daha fazla belediye elde etti. Türkiye’de ise “kent uzlaşısı” adıyla CHP ile birlikte hareket ederek hem belediye meclisinde bir dizi sandalye kazandı, hem de başta İstanbul’da Esenyurt, Mersin’de Akdeniz olmak üzere bir dizi belediyenin yönetiminde söz sahibi oldu.

DEM’in 2023 seçimlerinin ardından verdiği özeleştiri CHP ile ittifak yapmayı değil, bu ittifakı koşulsuz pazarlıksız kabul etmeyi yanlış buluyordu Dolayısıyla özeleştiriyi verenler 2024’te pazarlık yaparken eli kuvvetli bir konumda olmayı hedefliyorlardı. Bu hedefle hareket eden DEM, yaptığı pazarlıkta istediği sonucu alamadığını düşündüğü için yerel seçimlerde kendi adaylarını çıkardı. Kuşkusuz sembolik bir tutumdu bu. Bu anlamda TKP ve TKH’nin sembolik İstanbul çalışmalarından farklı değildi.

İstanbul, İzmir, Ankara’da DEM’in seçim çalışması temsilî ziyaretlerin ötesine geçmedi. Bu ziyaretlerde kimi zaman toplanan kalabalıklar herhangi bir ön çalışmanın sonunda toplanmıyordu, ortaya çıkışları tümüyle DEM tabanının kendi ilgisine ve inisiyatifine bağlıydı. DEM’in İstanbul’daki çalışmasının görünürlük yaratmak dışında bir amacı yoktu. İstanbul’da Esenyurt, Bağcılar, Esenler, Sancaktepe gibi DEM tabanının yaşadığı ilçelerde kent uzlaşısı adı altında CHP adaylarını destekleyen çalışmalar yürütmek zaten bu ilçelerde büyükşehir için hiçbir çalışma yürütmemek anlamına geliyordu. Bu bakımdan DEM’in tabanını CHP’ye kaptırdığını söylemek da anlamsızdır. DEM kendi varlıklarını kanıtlamak için seçime girmeye çalışırken elleri boş şekilde eriyip giden Millet İttifakı bileşenlerinden çok daha fazla sonuç almıştır.

DEM’in, Türkiye’deki seçimlere ayrı bir şekilde kendi adaylarıyla sembolik bir şekilde katılması, Erdoğan’ın önceki seçimlerde DEM-CHP işbirliğini diline dolamasını engelleyen bir manevra oldu, aynı zamanda onda DEM’i parçalayabileceği beklentisi yaratarak, doğrudan DEM’in üzerine yürümemesine yol açtı. Erdoğan seçim sürecinde DEM’a açıktan saldırmak yerine, onun içindeki çatışmaları büyütmeye çalıştı. Ama seçim sonuçlarından anlaşıldığı üzere bu girişimi de iyice ters tepti.

Bu tablodan yola çıkarak DEM’in seçimdeki çizgisinin ince ince işlenmiş bir stratejinin ürünü olduğunu söylemek yanlıştır. Özürcülerinin ileri sürdüğünün aksine, DEM, tarihinin en parçalanmış dönemini yaşarken, bugüne kadarki en amatörce seçim çalışmasını yürüttü. Adaylık konusu son dakikaya kadar belirsiz kaldı, Başak Demirtaş’ın önce partinin havuzundaki “en kuvvetli aday adaylarından” biri olarak taltif edildi ama sonra adaylığını geri çekti, DEM İstanbul’daki seçim başvurusuna giderken trafik sıkıştı, Leyla Zana Diyarbakır’dan İstanbul’a seslenip oy isterken Tülay Hatimoğlu İstanbul’da “faşizmi geriletme” çağrısında bulundu, 2023’te “yürü bay Kemal” diyen Demirtaş’ın çözümün öncelikli muhatabı “sayın Erdoğan’dır” demesinden hemen sonra Murat Karayılan Newroz’da “Artık SİHA’ları düşürebiliyoruz” müjdesini verdi, Yeni Yaşam’da Evdilmelik Fırat “CHP içinde bulunduğu şartlar itibarıyla uzak bir tehdittir….Herkes…AKP-MHP’nin son iki aydır içeride ve dışarıda topyekûn savaş için yaptığı hazırlıkları ve bunun yaratacağı katliamları düşünerek karar vermeli ve mühür basmalıdır.” diye yazdı. Tüm bunlar hiç kuşkusuz stratejik bir aklın değil, birbiriyle çelişen, birbirini çelmeleyen girişimlerin yansımasıydı. Türlü zikzakların ardından ortaya çıkan sonuç bir planı değil, bu parçalanmışlıkta kimin belirleyici güce sahip olduğunu gösterdi.

DEM’in bugünkü parçalanmış hâli şaşırtıcı değildir. Görevini devlete çözüm için baskı yapmak olarak tarif etmiş bir hareket, rejim krizinin yaşandığı, devletin bütünlük içinde işleyemediği, bir iktidar boşluğunun yaşandığı koşullarda elbette ya kilitlenip kalacak ya da iktidar için mücadele eden hâkim sınıf güçlerinden birine ya da ötekine eleştirel destek vermeye mecbur kalacaktır. Türkiye’deki içsavaş, iktidar için yürütülen çatışma elbette DEM’in içinde, şu ya da bu kesime yaklaşmayı savunan, farklı kutuplar ve odaklar yaratacaktır. Görevini iktidar olmak değil, hükümete baskı yapmak olarak tarif eden hareketlerin bundan başka bir kaderi olamaz.

DEM’in CHP ile yaptığı işbirliği onun karakterini de, tabanının niteliğini de değiştirmez, DEM’in tabanı üzerindeki etkisini yitirdiği anlamına hiç gelmez. DEM’in öncellerinin meclis macerasının 1987 yılında SHP ile başladığını unutmamak gerekir. 1987’de HEP’in ayrı bir parti olarak sahaya çıkmasına yol açan şey ise HEP’lilerin SHP’den ayrılmaları değil atılmalarıdır. 1991’de HEP yine SHP ile seçim ittifakı yaptı. Bu süreçte, kimsenin aklına HEP’in artık düzen partilerine eklemlendiğini, SHP’nin içinde eriyeceğini savunmak gelmiyordu. DEHAP’ın 2004 yerel seçimlerindeki müttefiki Karayalçın’ın SHP’siydi. Tabanı ve beslendiği dinamik nedeniyle 12 Eylül rejiminin hiçbir partisi ya da kurumu DEM’i yahut öncellerini bugüne kadar sindirip asimile edemedi. Üstelik 12 Eylül rejiminin krize girmesinin bir nedeni DEM’i ve öncellerini Türk siyasetine eklemleyememektir. Her gün derinleşen krizi içinde bu rejimin bu amacına ulaşmasının hiçbir yolu yoktur.

DEM’in Başarısı Her Zaman Emekçi ve Ezilenlerin Başarısı Anlamına Gelmez

Ancak başarı vardır, başarı vardır. DEM’in seçimlerde başarılı olması, bu başarının DEM’in düzen güçlerinden bağımsız bir halk örgütlenmesi ve hareketi yaratma iddiasıyla uyumlu olduğu anlamına gelmediği gibi, emekçi ve ezilen hareketinin önünü açan herhangi bir sonuç üreteceği anlamına da gelmez.

Birincisi, hükümetin Van’daki, Halfeti’deki saldırılarının gösterdiği gibi içsavaş koşullarında belediyeler daha ilk günden saldırı altındadır. İkincisi, CHP ile bir eylem birliği kurmanın, şu ya da bu belediyede ortak hareket etmenin koşulu, kendini Kürt sorununun çözümü için baskı ve aracılık yapan bir parti olmakla sınırlayıp demokrasi mücadelesi ve emekçilerin hak arama mücadelesini CHP’ye havale etmek, yani kuzuyu kurda emanet etmektir. Üçüncüsü ve daha da önemlisi CHP’yle ortak hareket etmek 2024 seçimlerinde olduğu gibi hükümete karşı mücadeleyi CHP’den beklemek, bu hükümetle asla hesaplaşamayacak, her sıkıştığında ona can simidi atacak bir partiden Erdoğan sorununu çözmeyi beklemek anlamına gelecektir.

Seçim süreci boyunca Mehmet Şimşek’e alkış tutan, AKP’nin yenilgisinin ilk günü “erken seçim istemiyoruz” demeci veren CHP’nin hükümete karşı onun zayıf ânında cepheden saldırmayacağı açıktır. CHP ile kalıcı ve kurumsal işbirliğine soyunmanın bedeli bu işbirliği gerçekten kalıcılaşıp kurumsallaşsaydı emek ve ezilen hareketinin aktif bekçiliğini üstlenmek olurdu. Bu işbirliğinin kalıcılaşmasının maddi koşullarının olmadığı durumlarda ise, aynı tutumun sahipleri bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da gerçekleşmeyecek beklentiler peşinde koşup uzlaşma ve birleşik mücadele hayalleri yayarak hükümete karşı mücadelenin önünde set olacaklardır.

HDP/DEM’in Geri Çekilmesi Solu Büyütmedi

2005’ten itibaren Türkiyelileşme yöneliminin bir sonucu olarak, DTP/BDP/HDP’nin kendisini demokrasi ve emek mücadelesinin motor gücü olarak görüp buna uygun olarak hareket etmesi, Türkiye’de sınıf hareketini ve solu temsil ettiğini iddia eden tüm akımların ayağının altındaki toprağı çekmiş, büyük bir tasfiye dalgası başlatmıştı. Gelgelelim HDP/DEM’in 2015’ten beri kendine biçtiği rolden feragat etmesi Türkiye’deki sol hareketlerin büyüyüp serpilmesine yol açmadı. DEM’in sessizliğinin tek sonucu bu akımların temelsiz bir özgüvenle, daha başına buyruk ve rekabetçi bir şekilde hareket etmesi oldu. DEM’in seçim sürecinde Türkiye siyasetinden çekilmesinin yarattığı boşluğu doldurabilen olmadı.

2024 seçimleri de bu genel eğilimin bir istisnası olmadı. HDP’ye verilmiş emanet oyların sahibi olduğunu iddia eden TİP, belediye meclisi seçimlerinde bir yıl önce genel seçimlerinde aldığı oyların ancak dörtte birini elinde tutarak asıl emanetçinin kim olduğunu gösterdi. Diğer partiler ise yirmi yıldır salındıkları oy aralığı içinde salınmaya devam etti.

Hepsi TİP kadar açık yürekli bir biçimde olmasa da, 2023’te Kılıçdaroğlu’na destek veren akımların çoğu açık ya da örtük bir biçimde İmamoğlu ve Yavaş’ı desteklemeyi sürdürdü. İstanbul ve Ankara’da aday çıkaran TKP ve TKH ise DEM’in sembolik çalışmasını kendi ölçeğinde tekrar etti.

İstisnasız tüm sol partiler hükümete karşı mücadeleye önderlik etmeye çalışmak yerine, küçük illerde ve çeşitli ilçelerde, hatta beldelerde yerel zaferler kazanarak sosyalist yerel yönetim ya da halkçı belediye deneyimlerini hayata geçirmeye kilitlendi. Ama bunda da başarılı olamadı. Hükümete karşı mücadele görevinden kaçanların ancak birbirlerine karşı mücadele edeceği gerçeğini doğrularcasına sosyalistler Kadıköy’den Defne’ye bindiği dalı kesen bir rekabetçi tutumla, ortak mevziler elde etme fırsatını çarçur etti. Sol akımların nispeten ayrı ayrı bağımsız ilişki ağlarına sahip olduğu Hatay ve Tunceli’de bu rekabet doruk noktasına ulaştı, yıkıcı, maneviyat bozucu sonuçlar üretti.

31 Mart Sonrası Hükümetin de Muhalefetin de Artan Çelişkileri

Yavan “Halk ekonomik saldırı programının hesabını sandıkta sordu” tekerlemesini bir kenara bırakmak önümüzdeki yerel seçimlerin emekçiler açısından hangi fırsatları yarattığını görmeyi kolaylaştırır.

Seçim sonuçları Erdoğan’ın içsavaşı bitirme, özelde MHP’den genelde Cumhur İttifakı’ndan kurtulma ihtiyacını büyüttü. Bu amacına ulaşmak için Erdoğan’ın Millet İttifakı’nda yer alan partilerle, özellikle de CHP ile diyalog kurmaya, işbirliği yapmaya, daha da önemlisi Amerika’ya yaranmaya, Amerika ile uyumlu bir çizgiye kaymaya ihtiyacı vardır. Seçim öncesinde doğrudan DEM’i hedef tahtasına oturtmaması da, “terör örgütlerinden uzak duranlarla oturur konuşuruz” mesajını vermesi de, seçimin hemen ardından “demokrasimiz kazandı” diye başlayan olgun olmaya çabalayan bir konuşma yapması da, Mehmet Şimşek’in programından taviz vermeyeceğini vurgulaması da bu ihtiyacın ürünüdür.

Ama aynı seçimler Erdoğan’ı Cumhur İttifakı’na daha da bağımlı kıldı. Üstelik MHP’nin yanına gücü ve hırçınlığı artan YRP’yi ekledi. Seçim değerlendirme konuşmasına Gazze’yi anarak başlaması, “PKK’ye ölümcül darbeyi vuracağız” diye devam etmesi de aynı bağımlılığın ve zorunluluğun ürünüdür. Benzer şekilde, Adalet bakanlığının Van’da Abdullah Zeydan’a kurduğu pusuyu sadece devletin Kürdistan’daki rutin zulümüyle değil, Erdoğan’ın Cumhur İttifakı’na artan bağımlılığı ve teslimiyetiyle de ilişkilendirmek gerekir. Yargıtay’ın Erdoğan’ı Can Atalay kararıyla sıkıştırmaya çalışmasıyla, Adalet Bakanlığı’ndan çıkan memnu haklar kararı birbirine benzerdir. Her iki karar da Türkiye’de faşizmin hüküm sürdüğünü değil Erdoğan’ın devlete hakim olamadığını anlatır.

Yumuşamak isteyip yumuşayamamak, demokratikleşme ve çözüme kapı aralayıp ardından sert baskı önlemlerine başvurmak hükümetlerin kırılganlığını arttırır. İçsavaşın yükünü taşıyan Erdoğan hükümeti MHP’den kurtulma yönünde adımlar attığı 2020’den beri bu yoldadır. Reform vaadi umut vermemekte, tutarsız baskısı korkutmamaktadır. 31 Mart sonrasında bu çelişkili tutumlar çoğalacak, birbirini çelmeleyen adımlar daha da sıklaşacaktır.

Tüm bu süreç Erdoğan’ın siyasi akıbetine düğümlenmiş bir rejim krizi içinde geliştiği için, onun büyüyen açmazlarına adım adım daha fazla gündeme giren bir anayasa sorunu eşlik ediyor. Cambaz’ın koltuğunda kalmak için ya meclisin alacağı bir erken seçim kararına ya da bir anayasa değişikliğine ihtiyacı var. Ancak sadece Bahçeli değil, İmamoğlu’nun önünü açmak istemeyen Özel de erken seçim defterini kapattı. Partileri erimiş, çapsızlaşmış İYİP, Deva ve Saadet’in de mecliste grup sahibi olma ayrıcalığından vazgeçecekleri bir genel seçime gitmeleri onlar açısından elbette intiharla eşanlamlıdır.

O halde gündeme mecburen anayasanın değişmesi giriyor. Nitekim Numan Kurtulmuş da seçimden daha bir gün sonra, yeni bir anayasanın zorunluluk olduğunu yumurtladı. MHP’nin kendisini safdışı bırakacak bir anayasayı kabul etmediği koşulda Erdoğan CHP ile ortak hareket etmeye mecbur kalıyor. Ama CHP’yi hâlihazırda var edip güçlendiren dinamik ise onun Erdoğan karşıtlığıdır. “Erdoğan’ı yenebilecek aday olma” dışında bir vasfı olmayan İmamoğlu’nun Erdoğan’ın bir kez daha aday olmasına ihtiyacı olsa da, Özel’in böyle bir ihtiyacı yoktur. Erdoğan’ın bu denli gerilediği koşullarda ABD’nin ve uzantısı sermaye gruplarının böyle bir ihtiyacı hiç yoktur. Gündemden çıkmayan ama çözülemeyen yeni anayasa sorunu 31 Mart sonrasında siyasi gündemin merkezine ilerleyecektir.

AKP’nin büyük yenilgisi, CHP’nin seçim başarısı, ne kadar temelsiz olursa olsun, emekçilerde Erdoğan’ın gidici olduğuna dair kanaati 2019’a kıyasla çok daha fazla arttırdı. Bu anlamıyla muhalif kesimlerinde 2023 seçimlerinin tam tersi bir etki yarattı. Erdoğan’ın içsavaşın yükünü taşıyamadığı iyiden iyiye açığa çıkıp yalpalayışlarının arttığı koşullar aynı zamanda hükümete karşı kitlesel ve eylemli seferberlik çağrılarının artacağı koşullardır.

Benzer şekilde 31 Mart’taki DEM ve CHP’nin arasındaki işbirliğinin başarılı olmasının ardından, Erdoğan’ın çelişkili yumuşama sinyalleri verdiği koşullarda, bu iki odak siyasal tutumlarda, elbette CHP’nin hassasiyetlerine uygun bir şekilde, yan yana gelmeye daha az çekinecektir. 2019-23 arasındaki süreçte kayyımlar karşısında sessiz kalan İmamoğlu ve Özel’in Van’daki saldırıya tepki vermesi bu yöndeki gelişmelerdir.

Van’daki saldırının hemen ardından Kürdistan’da 2019’dakinden çok daha kitlesel ve militan sokak gösterilerinin başlaması, düne kadar DEM’le yan yana gelmekten çekinen hareketlerin kayyım karşıtı açıklamalar yapması, kayyım karşıtı eylemlerde flamalarıyla boy göstermeye başlaması da bu gelişmelerle uyumludur.

Sürecin Amerikancı muhalefet ve onunla işbirliği yaparak “faşizmi geriletme” hayali kuran reformist sol açısından çelişkisi ise tam bu noktada açığa çıkıyor. Zira DEM meşru bir parti olarak kabul gördüğü, kimi düzen güçleriyle, geçelim işbirliğini, diyaloga girdiği ânda Türkiye’de eylem ve etkinliklerin önü açılmakta, DEM’in tabanını oluşturan proleter yığınların militan eylemleri patlak vermeye başlamaktadır. Ancak DEM’in Amerikancı blokla hareket etmesini engelleyen dinamik aslında tam da bu eylemlerdir.

Emekçilerin Daha Çok Krize Değil, Krizden Faydalanan Bağımsız Siyasete İhtiyacı Var

Bu tabloya bakarak, “o hâlde CHP’yi DEM’le daha sıkı bir işbirliğine zorlayıp krizi derinleştirelim” sonucuna varanların sayısı az değildir. Bu kesimler, krizi büyüten dinamiklerin düzen güçlerinin ya da reformistlerin şu ya da politik tercihinin olmadığını, krizin derin yapısal nedenler nedeniyle, öznel müdahalelerden bağımsız olarak ortaya çıktığını anlamadıkları gibi, tersinden, kitle eylemlerindeki kabarmalar, hatta genel grev dalgaları dahil olmak üzere hiçbir nesnel dinamiğin söz konusu krizin emekçiler ve ezilenler lehine çözülmesini mümkün kılmayacağını da anlamamaktadırlar. Başka bir deyişle müdahale edemeyecekleri nesnel gelişmeler karşısında iradeci hayaller kurup projeler üretirken, öznel zaaflarına dair kaderci açıklamalar üretmektedirler.

Bugün emekçilerin ve ezilenlerin ihtiyaç duyduğu şey krizin daha da büyümesi, çelişkilerin daha daha keskinleşmesi değil; emekçilerin bu derinleşen kriz ve keskinleşen çelişkilere sadece eylemlerle değil, bağımsız ve kitlesel eylemlerle yanıt vermesidir.

Bu eylemleri örgütlemenin koşulu, hükümete karşı mücadeleyi CHP’nin işi olarak görmeye son vermek, hükümete karşı sol içindeki en geniş ortak mücadele hattını örmektir. Bu görevi üstlenmeyenler, konu gündelik mücadeleler ve mevziler olduğunda 31 Mart öncesinde Defne’de, Kadıköy’de olduğu gibi, 31 Mart sonrasında sendikalarda, derneklerde, basın açıklamalarında küçük hesaplara dayalı çekişmelerle ömür tüketecekler, konu ülke çapındaki siyasal sorunlara gelinceyse 1 Mayıslar’da DİSK’in, seçimlerde CHP’nin peşinde oradan oraya savrulmaya devam edeceklerdir.

Hükümete karşı bağımsız ve kitlesel bir emekçi seferberliği elbette ancak bağımsız bir sınıf çizgisiyle mümkündür. Bağımsız bir sınıf çizgisinin olmazsa olmaz koşulu ise devrimci bir önderliğin varlığıdır. Tam da bu nedenle proletaryanın devrimci önderliğini yaratmak isteyenler, dün olduğu gibi bugün de devrimci partiyi yaratma mücadelesini hükümete karşı emekçileri seferber etme mücadelesinin içinde eylemli bir biçimde yürüteceklerdir.

Yerel Seçim Sürecinde Komünistler

Köz’ün arkasında duran komünistler eylem çizgilerini bu bilinçle belirlediler. Cumhurbaşkanı seçimlerinin ardından yaklaşan yerel seçimlere 2023 Mayısı’nın derslerini çıkararak hazırlanmak gerektiğini savunduk. Cumhur İttifakının krizinin büyüdüğü, Millet İttifakı’nın toparlanamadığı koşullarda yerel seçimlerde tüm Türkiye’de ama özellikle ve muhakkak İstanbul’da emekçilerin ortak bağımsız adayını çıkarmak üzere bir eylem birliği önerisinde bulunduk. Önerimizin karşılıksız kalmasıyla beraber İstanbul’da Emekçinin Tarafındayız Kampanyasıyla Tunahan Dursun’un adaylığını desteklediğimizi Ocak ayında ilan ettik. İzmir’deyse eylem birliği girişimlerimizin sonunda Kaldıraç ve Birleşik İşçi Kurultayı ile birlikte bir eylem birliği oluşturarak Yalçın Yanık’ı destekleyeceğimizi duyurduk.

Her iki girişim de bu sorumluluğu üstlenecek başka bir aday olmadığı için attığımız adımlardı. 9 Şubat’ta DEM’in hem İstanbul’da hem İzmir’de adaylarını açıklamasının ardından desteklediğimiz adaylar bu illerde DEM adaylarını destekleyeceğini duyurarak adaylıktan çekildi. İstanbul’da DEM aday çıkarmamış olsaydı bile, TKP ve TKH’nın son anda çıkardığı adaylar Tunahan Dursun’un çekilme koşullarını yaratmış olacaktı. Bununla birlikte genel olarak ya da söz konusu alanlarda seçimlerde bir parti olarak DEM’i desteklemedik. Zira DEM “faşizmi geriletmek için” düzen muhalefetiyle işbirliğine açık, bu işbirliği gerçekleşmediği için muhalefeti suçlayan bir tutumu savunuyordu. Savunmanın yanı sıra “kent uzlaşması” adı altında bizatihi böyle bir pratik içindeydi. Bu nedenle yerel seçimlerde 2007-18 arasındaki süreçten farklı olarak DEM’i değil DEM’in İstanbul, İzmir, Ankara ve Bursa’daki büyükşehir adaylarını destekledik.

Söz konusu şehirlerin hepsinde ya da birkaç tanesinde aday gösteren EMEP, TKH ve TKP adaylarını değil de DEM’in adaylarını desteklememizin nedeni bu adaylar yahut partiler arasında siyasi bir ayrımı gözetmemiz değildi. Kimi destekleyeceğimize, destekleyeceğimiz kampanyanın ajitasyon ve propaganda özgürlüğüne açık olup olmamasına bakarak karar verdik. Bu cepheden bakınca DEM adayları ile Tunahan Dursun ve Yalçın Yanık’ın söyledikleri aynı içeriğe sahip olmasa da, kendi siyasi propagandamızla çalışmaya katılabilmemiz belirleyici etmendi.

Yerel, kısmi çekişmelere prim vermeden, ilçe seçimlerindeki rekabetçi yarışta taraf olmadan, seçim dönemi boyunca emekçileri dört büyükşehirdeki söz konusu dört adaya oy vermeye çağırdık. Eylem ve etkinliklere katıldık. Emekçiden yana olan tüm kesimleri hükümete karşı ortak bir seferberlik hattında buluşmaya davet ettik. Aday çalışmalarına, ziyaretlere aktif olarak katıldık, buluşma ve toplantılar düzenlenmesi için girişimde bulunduk. Desteğimizi verirken gazetemizi ve propaganda materyallerimizi kullandık.

Çalışmayı yürütürkenki maksadımız sadece seçim sürecinde öne çıkardığımız noktaları önemseyen emekçilerle değil, çalışmayı beraber yürüttüğümüz kesimlerle bağlar kurmak, bu çalışmalarda öne çıkardığımız noktalarla sınırlı kalmayan bir propaganda faaliyetinin koşullarını yaratmaktı. Bağ kurduğumuz kesimlere, hükümete karşı bir emekçi seferberliği örmenin gerekli olduğunu, emekçilerin demokrasi müsameresinin figüranı değil demokrasi savaşının öncü gücü olması gerektiğini, rejim krizinin ancak bir devrimle çözüleceğini ve devrime önderlik edecek devrimci partiyi yaratmanın şart olduğunu anlatmayı önümüze koyduk. Bu bakımdan 31 Mart seçimlerinde de daha önce pek çok farklı seçimde desteklediğimiz DEM öncellerinin adaylarını yahut Bin Umut Adaylarını desteklerken yürüttüğümüz eylem birliklerinin temel prensipleriyle aynı şekilde hareket ettik.

Komünistlerin birliğini savunanlar 1 Mayıs’a doğru aynı çizgide ilerleyecek. Bir yandan, işçi sınıfının demokrasi savaşının öncü gücü olmasında ısrar ederek hükümete karşı bağımsız ve kitlesel bir eylem birliğini örmek için gösterdiğimiz ilkeli fakat esnek tutumu koruyacağız. Diğer yandan da “devrim için devrimci parti”nin neden gerekli olduğunu ve bu partinin nasıl kurulacağını anlattığımız propaganda ağımızı genişletmek için azimle yolumuza devam edeceğiz.