*Aşağıdaki yazı, Şubat ayının sonunda yayınlanmış değerlendirmemizdir. Yazıdan sonra iki ayı aşkın zaman sonra PKK fesih kararını alan kongresini yaptı ve kararlarını duyurdu. Bu gelişmeler yazıdaki değerlendirmelerin geçerliliğini ortadan kaldırmış değil. Bilakis gelişmeler yazıdaki tespitleri sınayacağını bildiğimiz gibi, yazının da bu gelişmeleri daha anlaşılır kılacağını umuyoruz.

Bir PKK Değerlendirmesinin Gerekliliği

Bahçeli’nin burjuva kamuoyunda şaşkınlık yaratan “Teröristbaşı gelsin Meclis’te açıklama yapsın!” çağrısıyla başlayan ikinci çözüm süreci Öcalan’ın “PKK kongresini yapıp silah bıraksın!” çağrısıyla ilerliyor. Önümüzdeki günlerde solda PKK’ye “hain”, “Amerika ve hükümetin işbirlikçisi” diyenlerin olduğu kadar Öcalan’ın sözlerinde hikmet arayıp PKK’nin açıklamalarından medet umanların sayısı da artacak. Bu tablo platformumuzun PKK’ye, onun evrimine ve çelişkilerine dair değerlendirmelerini derli toplu bir biçimde sunmasını şart koşuyor.

Peşinen belirtmek gerekir ki PKK’ye dair bir değerlendirme yapmakla bu değerlendirmeyi PKK’ye karşı siyasi bir mücadelenin konusu yapmak iki farklı tutumdur. Birincisi devrimci bir mücadeleye yön verecek ihtiyaçları ve taktikleri belirlemeye, ikincisi her koşulda Türkiye Cumhuriyeti devletine ve sosyal şovenizme hizmet eder.

PKK’yi Bir Ulusal Hareket Olarak Değerlendirmenin Dayanılmaz Hafifliği

PKK’yi ulusal hareket yahut Kürt hareketi olarak tanımlamak, hatta çoğu zaman, geçmişte HEP ile başlayıp bugün DEM ile devam eden yasal partileri de bu hareketin bir uzantısı olarak kabul etmek sol içinde yaygın bir tutum. Bu görüş sadece Türkiye solunda değil Kürdistan’da PKK’nin dışında olup da sosyalizm, komünizm iddiasını taşıyan akımlar tarafından da benimseniyor. Ulusal hareket sadece PKK’nin müttefiklerinin, dostlarının değil sosyal şovenizmin anaforunda sürüklenen hasımlarının da benimsediği bir kalıp.

Bir anlamda galat-ı meşhur haline gelmiş bu kavramların içeriği ve kapsamı hiç şüphesiz belirsizdir. Bir ulusal kurtuluş hareketini de, toprak talebi ve bağından kopmuş kültürel temeldeki bir ulusal muhalefet hareketini de ulusal hareket torbasına doldurmak mümkün. Ulusal hareket tabiri, yine sıklıkla, o ulusun kendisi anlamında da kullanılmaktadır. Ancak bu belirsizliğin sol içinde yayılması sebepsiz değil. Bilakis, bu tabir, ulusların kendi kaderini tayin hakkının İkinci Enternasyonal çerçevesinde formüle edilen içeriğiyle ve ABD emperyalizmi tarafından istismar edilen Wilsoncu yorumuyla birleştirildiğinde, her tür ilkesiz işbirliğinin ve ittifakın yaygınlaşmasını meşru göstermek için kullanılmaktadır.

İkinci Enternasyonal kavrayışı, ulusların kendi kaderini tayin hakkını, ulusların kendi kaderlerini tayin edebilmelerinin koşulu olan devlet kurma hakkından çıkarır, bir referandum sorununa indirger. Bu kavrayışa göre ulusların kendi kaderini tayin edebilmesi için ortaya sandık konur, özgür bir seçim yapılır sonra da bu seçimin sonucu söz konusu ulusun kendi kaderini nasıl tayin ettiğini gösterir. Referandumun sonucuna bağlı olarak da uluslar kendi kaderlerini ayrılmak, federasyon ya da ezen ulusla beraber yaşamak olarak tayin ederler. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi nedeniyle bu seçime karışılamayacağı için, referandum sonuçlarına yansıyan bu tercihe de saygı durmak gerekir.

Bir kere, sandık ulusal iradeyi yansıtan, dile getiren yani bir anlamda ona sözcülük eden bir rol üstlendiğinde yani ulusal irade bir iktidarı kullanma sorunu olmaktan çıkıp bir tercihi dillendirme sorunu olarak kavrandığında ulusal hareket kavramı da üstlendiği rolü oynamaya başlar. “Ulusal hareket” adı verilen hareket, bu sefer de, bir referandumun yapılmadığı koşullarda o ulusu temsil eden, onun iradesini yansıtan, ona sözcülük eden bir rol üstlenir. Dolayısıyla, bu kavrayışa göre ulusların kendi kaderini tayin hakkına saygı duranların da ulusal hareketlerin siyasi kararlarına saygı duyması, bu kararları benimseyip kabul etmesi gerekir.

Bugün Rojava’da Suriye Demokratik Güçleri (QSD)’nin bir parçası olarak hareket eden, Türkiye sathında Halkların Birleşik Devrim Hareketi (HBDH) ile silahlı mücadele yürüten yahut DEM/HDK bünyesinde/yörüngesinde demokrasi mücadelesi veren akımların kavrayışı bu şekildedir. Zira bu akımlar, bir parçası oldukları zeminlerin ana bileşeni olan ve kendilerine kıyasla orantısız bir güce sahip, PKK’yi yahut onun şekillendirdiği partileri “ulusal hareket” olarak tanımlamasalardı, onu kendileriyle aynı damardan gelen, aynı temel iddiaları taşıyan bir sol/devrimci/komünist hareketin bir parçası olarak görselerdi bugün bulundukları yerde durmaları mümkün olmazdı. Örneğin, Avrupa’da kendisiyle aynı gelenekten gelen Almanya Marksist-Leninist Partisi (MLPD) yahut Uluslararası Devrimci Partiler ve Örgütler Koordinasyonu (ICOR) bünyesindeki başka akımlarla kılı kırk yaran tartışmalara giren ve son derece sınırlı eylem birlikleri kuran, Türkiye’de ise yine devrimci sosyalist eylem iddiasını taşıyan DHKP ile arasındaki görüş ayrılıklarını bir ittifakın önünde engel gören MLKP’nin sosyalizmin tarihsel ve güncel sorunlarına ilişkin değerlendirmelerinde kendisiyle çok daha büyük ilkesel farklılıklar taşıyan PKK ile müttefik olduğunu iddia edebilmesi ancak onu ulusal bir hareket olarak sunmasıyla mümkündür. Benzer şekilde EMEP’i yerden yere vuran onunla devrimci bir blok kurmayı aklından geçirmeyecek olan Mücadele Birliği’nin DBP ile aynı platformda buluşması yine ancak aynı kavrayışla mümkün olabilir. Nihayetinde böyle bir kavrayış olmasaydı, kendine Kürdistan Komünist Partisi adını veren oluşumun ulusal sorunu, DEM ile ittifak içinde, DEM’in uygun bulduğu şekilde gündem ederken, kendi komünizmini yirmi birinci yüzyıl sosyalizmine dair fantaziler üretimiyle ve Kürdistan sathında bir sendikalizmle sınırlı tutması da mümkün olmazdı.

Daha da önemlisi eğer PKK ulusal bir hareket olarak tanımlanmamış olsaydı, “birleşik devrim” kavrayışları gereği, Kürdistan’da da örgütlenip mücadele eden bu akımların “Ulusal hareket ulusal sorunla ilgilenir biz de onu bu konuda destekleriz. Biz de işçi hareketinin sorunlarıyla ilgileniriz, sosyalizm propagandası yaparız.” olarak özetlenebilecek işbölümünü reddetmeleri “ulusal kurtuluş mücadelesine asıl bizim gibi komünizm kavrayışı olanlar önderlik eder” iddiasını taşımaları gerekirdi.

Bununla birlikte PKK’ye ve DEM’e karşı hasmane karşı bir tutum takınan TKP gibi akımlar da onu Kürt hareketi yahut ulusal hareket olarak tanımlıyorlar. Ulusların kendi kaderini tayin hakkını bir ilke olarak değil bir taktik olarak gören TKP, SSCB gibi bir devletin olmadığı koşullarda kendi kaderini tayin hakkının emperyalistlerin ulus devletleri zayıflatmayı amaçlayan mevcut planına hizmet edeceği için bu hakkı reddediyorlar. Bu nedenle de, özerkliği savunan hareketleri de emperyalizmin dümen suyundaki ulusal hareketler olarak tanımlayıp karşılarına alıyorlar. Tam da bu kavrayışı nedeniyle bir ulusal hareket olarak gördüğü PKK’yi karşısına alan TKP, bir ulusal hareket olarak görmediği, 1967 sınırlarını savunan ve bu amaçla ABD’ye ve uzantısı İsrail’e karşı savaşan bir hareket olarak değerlendirdiği HAMAS’a bu sınırlar çerçevesinde destek veriyor.

Kürdistan’da kuşkusuz PKK’nin bir ulusal hareket olmadığını söyleyen, çoğu PDK’nın (Kürdistan Demokrat Partisi) dümen suyunda yer alan bir dizi akım da bulunuyor. Ancak altını dolduramadıkları bağımsızlık lafızları bir kenara bırakılırsa, bu akımların söz konusu değerlendirmesi, ulusal soruna ve hareketlere dair farklı bir kavrayıştan değil onların siyasi etkisizlikleriyle ters orantılı rekabetçiliklerinden kaynaklanıyor. Ulusal hareket ulusun sözcüsü olduğuna göre, bu sözcülük/temsilcilik görevini PKK değil bu akımlar üstlenmelidir. O nedenle de PKK’nin ulusal hareket sayılmaması gerekir. Ancak bu kesimlerin ulusal bir hareket saymadıkları PKK’nin ne türden bir siyasal hareket olduğuna dair bir değerlendirmeleri yoktur. Bu apolitik değerlendirmenin vardığı sonuç PKK’nin Türkiyeli bir hareket olduğudur. Bu kesimlerin PKK’nin savunduğuna benzer bir özerklik talebine razı olmuş, Irak iç politikasıyla PKK’nin Türkiye politikasıyla olduğundan çok daha fazla içli dışlı olmuş PDK ve YNK’yı (Kürdistan Yurtseverler Birliği) neden Iraklı hareketler olarak kabul etmediği ise ayrı bir muammadır.

Kürdistan’ın farklı parçaları hesaba katıldığında, Kürdistan sathında PKK’den daha geniş bir coğrafyada mücadele eden bir hareket yoktur. Kürdistan’da harekete geçirilen Kürt nüfus bakımından da aynı durum söz konusudur. Kürdistan dışındaki Kürtler de Kürt ulusunun bir parçası olarak hesaba katıldığında böyle bir kıyaslama iyiden iyiye abes hale gelir. Benzer bir durum Kürtler adına yürütülen eylemli mücadelenin şiddeti ve kapsamı, diplomatik temasların yaygınlığı ve sürekliliği bakımından da söz konusudur. Tüm bu ölçütlere başvurulduğunda PKK kuşkusuz bir ulusal harekettir, hatta en önde gelenidir. Ama PKK’yi, siyasi olmayan bu ölçütlere bakarak tanımlamaya çalışmak onun evrimini anlamamayı garantilediği kadar, onun mücadele ettiği coğrafyada devrimci bir çizgide ilerlemeyi de imkansız kılar.

PKK’nin Kuzey Kürdistan’ın bağımsızlığı için mücadeleyi, “Türk sömürgeciliğine karşı savaşı”, öncelikli görev olarak gördüğü doğrudur. Ama tüm bunlar PKK’nin o dönem kurulmuş bir dizi hareket gibi ulusal sorunu ve milli demokratik devrimi gündemine almış bir sosyalist hareket olduğu gerçeğini unutturmamalı.

PKK Yola Bir Devrimci Sosyalist Hareket Olarak Çıktı

PKK 1978 yılında bir ulusal kurtuluş hareketi olarak değil, Kürdistan’da devrimci mücadeleyi büyütüp, zafere ulaştırma hedefini ve komünizm iddiasını taşıyan bir örgüt olarak kuruldu. Kürdistan Devrimi’nin Yolu Manifestosu bu konuda hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak kadar açıktır.

Her türlü burjuva ve küçük-burjuva milliyetçiliğinin ipliğinin çoktan pazara çıktığı, ufak bir kemik karşılığında kendilerini satmaya çoktan hazırlandıkları bir ülkede, bir yandan revizyonizme, diğer yandan revizyonizmin ikiz kardeşi ve onunla aynı maskeyi takınan burjuva ve küçük-burjuva milliyetçiliğine karşı proletarya bayrağını yükseltmek, Kürdistan proleter devrimcilerinin kutsal görevidir.

Eğer bu görevlerini, ülkelerinin bağımsızlığı ile birlikte gerçekleştirirlerse, Kürdistan proleter devrimcileri, dünya proletaryası ve halklarına muzaffer olmuş bir komünist örgüt sunarak tarih görevlerini yerine getirmiş olacaklar ve bundan haklı bir gurur duyacaklardır.

Kürdistan Devrimi, Ekim Devrimi’yle başlayan ve ulusal kurtuluş hareketleriyle gittikçe güçlenen dünya proletarya devriminin bir parçasıdır.”

PKK’nin Kuzey Kürdistan’ın bağımsızlığı için mücadeleyi, “Türk sömürgeciliğine karşı savaşı”, öncelikli görev olarak gördüğü doğrudur. Ama tüm bunlar PKK’nin o dönem kurulmuş bir dizi hareket gibi ulusal sorunu ve milli demokratik devrimi gündemine almış bir sosyalist hareket olduğu gerçeğini unutturmamalı. PKK’nin görüşleri Kürdistan’ın bağımsızlığı ile sınırlı değildi.

Kürdistan’da sosyalizmin inşasını hedefliyordu. PKK çıkış manifestosunda, o dönem uluslararası komünist hareketin sorunları diye kodlanan tartışmaya, yani Çin-Sovyet rekabetine dair görüş ve tutum belirtiyordu Manifesto’da kendisinden Kürdistan ulusal hareketi olarak değil de Kürdistan kurtuluş hareketi olarak söz etmesi de bu yaklaşımıyla uyumludur. PKK’nin kurtuluş projesi ulusal bağımsızlıkla sınırlı değildir. Başka bir deyişle PKK sosyalizme dair görüşlerini Kürt ulusal mücadelesine tabi olarak ele almadığını, tam tersine ulusal soruna, ulusal kurtuluş mücadelesine dair görüşlerini sosyalizm kavrayışına tabi olarak ele alıp şekillendirdiğini etmektedir.

Kürdistan’ın Güneyi ve Kuzeyindeki Hareketler Birbirinden Farklı Niteliktedir

Bu durum sadece PKK için geçerli değildir. Bugün siyaset sahnesinden silinmiş olsalar da Kawa, KUK, Özgürlük Yolu, Rızgari gibi tüm akımlar aslında öncelikle komünist/bilimsel sosyalist olma iddiasını taşıyorlardı. Ulusal soruna dair görüşlerini ise sosyalist hareket içindeki konumlarına bağlı olarak ele aldılar. 1960’ların sonundan 1980’e kadar Kürdistan’ın kuzeyinde kurulan akımlar, kendilerini birer ulusal hareket olarak görmedikleri için, kendi bağımsız varlıklarına neredeyse tamamen Türkiye solundaki akımlarla birlikte yürütülen ayrı örgütlenme tartışmasının bir sonucu olarak kavuştular. Kendini ulusal hareket olarak tanımlayan bir hareketin ayrı örgütlenme tartışması diye bir tartışmaya girmesi bile abestir. Ulusal akımlar zaten doğal olarak herhangi bir tartışmaya girmeden, kendi ulusal sınırları olarak gördükleri topraklarda, kendi uluslarının bir parçası olarak gördüğü kesimler arasında örgütlenirler. Buna karşılık kendini komünizmle tanımlayan, işçi sınıfının ve ezilen halkların en geniş birliğini savunan akımların, ayrı örgütlenmeyi gerekçelendirmesi şarttır. Kürdistan’ın kuzeyindeki akımlar da bu şekilde doğmuştur.

Tüm bu akımlar, şüphesiz ki, ufku Kürdistan’ın güneyinin bağımsızlığı yahut özerkliği mücadelesiyle sınırlı PDK’den farklıdır. “Modern revizyonizm” sorunu da “sınıfsız topluma geçiş sorunu” da PDK’nin gündemine girmez. İster Molla Barzani gibi Sovyetler Birliği ile dostça ilişkiler kursun, isterse de YNK gibi sosyalizme daha açık mesajlar versin, bu hareketlerin ufku siyasal bağımsızlık, özerklik ve Kürtlerin ulusal haklarıyla sınırlıdır.

Bu durum salt Kuzey Kürdistan’a özgü bir durum değil. Doğu Kürdistan’da Komala da marksizm-leninizm iddiasındaydı, ulusal sorunda da PKK gibi tek başına kendi kimliğiyle bir savaş vermek yerine YNK kurucuları arasında yer almayı tercih etti. Filistin’deki FHKC’yi de asıl olarak sosyalist hareket içinde değerlendirmek gerekir. Bu oluşum da kendi sosyalizm ve devrim kavrayışına uygun olarak Filistin Kurtuluş Örgütü içinde yer alıyor. Buna karşılık söz konusu ittifakın asli gücü olan El-Fetih ise FHKC’den farklı olarak ulusal bir harekettir. İrlanda’da eski IRA’dan farklı olarak 1970’lerde kurulmuş IRA da bir ulusal hareket olarak değil marksist bir hareket olarak değerlendirilmeli. Aynı durum Bask bölgesindeki ETA için de geçerlidir. Kendini önce sosyalizm mücadelesinin bir parçası olarak görüp buna bağlı olarak ulusal kurtuluş sorununu ele alan bu akımlar kendini önce ulusal temelli bir mücadele örgütü olarak görüp iktidarı aldıktan sonra Sovyetler Birliği ile olan ilişkilerine bağlı olarak kendini marksist leninist yahut komünist olarak tarif eden Küba’daki 26 Temmuz hareketinden yahut Angola’daki MPLA’dan da farklıdır.

Sovyetler Birliği’nin yozlaşıp, bir proletarya diktatörlüğü olmaktan çıkmasına karşın Ekim Devrimi’nin yarattığı sarsıntı on yıllar boyunca sürdü, Sovyetler Birliği’nin ve Sovyet Komünist Partisi’nin prizmasından dünyayı etkisi altında tutmaya devam etti. İkinci paylaşım savaşının ardından Çin’den Arnavutluk’a, Küba’dan Vietnam’a uzanan devrimler de bu etkiyi büyüttü.

PKK’nin Tarihi Ancak Ekim Devrimi Işığında Anlaşılabilir

PKK kendisine kendi kurucularının yaşam ve mücadelesini merkeze oturtan bir tarih yazmak istese de PKK’nin tarihi Ekim Devrimi’nden ve onun akıbetinden bağımsız anlatılamaz. Ekim Devrimi bir emperyalist paylaşım savaşının içinde doğdu. Bu savaşın içinde doğan ilk tek ve devrim değildi. Paskalya Ayaklanması İrlanda’da Ekim Devrimi’nden bir buçuk yıl önce gerçekleşti. Ekim Devrimi’nin kazandığı zafer devrim dalgasının Avrupa’nın içlerine, Ortadoğu’ya ve Uzak Asya’ya kadar yayılmasına yol açtı.

Ancak devrim dalgası Kızıl Ordu’nun 1920’de Vistula nehrinde püskürtülmesi, İran’da Şah’ın, Türkiye’de kemalistlerin zafer kazanması, Moğolistan’da bir halk cumhuriyetinin kurulması ve nihayetinde 1928’de Çin Devrimi’nin yenilmesiyle son bulmadı. Komünist Enternasyonal’in tasfiye edilmesine, Sovyetler Birliği’nin yozlaşıp, bir proletarya diktatörlüğü olmaktan çıkmasına karşın Ekim Devrimi’nin yarattığı sarsıntı on yıllar boyunca sürdü, Sovyetler Birliği’nin ve Sovyet Komünist Partisi’nin prizmasından dünyayı etkisi altında tutmaya devam etti. İkinci paylaşım savaşının ardından Çin’den Arnavutluk’a, Küba’dan Vietnam’a uzanan devrimler de bu etkiyi büyüttü. Hem Ekim Devrimi’nin de bir parçası olan dalgayı, Ekim Devrimi’ni takip ettikleri iddiasıyla maddi olarak taşıyıp güçlendirmeye gayret ettiler hem de bu iddiayı etkileri altındaki işçi ve ezilen ulus hareketlerine kendi çarpık perspektiflerinden yozlaştırılmış bir şekilde sunup, onu daha da deforme ettiler. Bu nedenle 1975 Kamboçya ve Laos, 1978 Afgan – 1979 Nikaragua devrimlerine kadar uzanan tüm devrimler Ekim Devrimi’nin yarattığı sarsıntının ve politik iklimin ürünüydü. Tüm bu devrimleri yürütenler Ekim Devrimi’nden ilham aldılar, proletaryayı hakim kılma adına iktidarı aldılar. Dünyanın bütün kıtalarında farklı ülkelerde iktidarı alanlardan kat be kat fazla, onlarca iktidarı alamayan akım da bulunuyordu.

PKK ve Kürdistan’ın Kuzeyi’ndeki diğer akımlar, birer ulusal hareket olarak değil bu dalganın son on yılında onun bir parçası olarak ortaya çıktılar. Ortaya çıkışları, Mustafa Suphi TKP’sinin tasfiyesinden sonra Türkiye’de yükselen devrimci dalgayla eş zamanlı, bir anlamda da iç içeydi. Bu akımlar sömürge ve ilhak tartışmalarına yaslanarak kendi ayrı örgütsel varlıklarını temellendirdiler, kendi bağımsız varlıklarıyla kendi anladıkları şekliyle Kürdistan’da devrim ve sosyalizm mücadelesini yürüttüler.

PKK’nin Özgünlüğü Kürdistan’ın Özgünlüğünden Kaynaklanır

Benimsedikleri devrim stratejisi ve eylem çizgisi farklı olsa Kürdistan’daki tüm bu akımları dünya üzerinde komünist iddialarla ulusal kurtuluş/sömürge karşıtı mücadelelere önderlik etmeye kalkan akımlardan ayırt eden önemli bir nokta vardı. Bu durum bir yönüyle Kürdistan’ın özgünlüğünden diğer yönüyle de Komünist Enternasyonal’in Kürdistan konusundaki zaaflarından kaynaklanıyordu. Diğer sömürge ve ilhak edilmiş topraklardan farklı olarak Kürdistan dört parçaya bölünmüştü.

Komünist Enternasyonal ise Kürdistan sorununu Filistin sorununu gündemine aldığı kadar dahi almamış, bağımsız ve birleşik Kürdistan mücadelesine önderlik etmeyi bir siyasi görev olarak önüne koymamış, bu soruna kör kalmıştı. Dolayısıyla Kürdistan’ın bütün parçalarında mücadele edecek bir parti yaratılması için de sorumluluk üstlenmemişti. Bu durumun doğal sonucu, öznel bir bilinçle yapılan komünist bir müdahale olmadığı sürece, Kürdistan’ın parçalarındaki devrimci iddialara sahip tüm örgüt ve hareketlerin aslında Kürdistan’ın tüm parçalarındaki değil tek bir parçasıyla sınırlı mücadele yürütmeleri oldu. Bu bakımdan bu hareketler birer ulusal hareket olmadıkları gibi, dünyanın diğer parçalarındaki kendilerine benzer hareketlerin aksine bir ulusal kurtuluş mücadelesinin yürütücüsü de olmadılar. Kürdistan’ın bir parçasıyla sınırlı bir ulusal başkaldırıyı örgütleme mücadelesini verdiler. Kürdistan’ın ulusal birliği, yani ulusal kurtuluşu, sorununun çözümünü parçalardaki başarılı devrimci başkaldırılarının sonrasına ertelediler. Tüm bu akımların programları da onların bu parçacı kavrayışını yansıtıyordu.

Tasfiye Süreci Ekim Devrimi’nin Sonucu Dalganın Geri Çekilişi İle Açıklanmalı

PKK’nin yirminci yüz yılın son çeyreğinde ortaya çıkan, hem marksizm leninizme bağlılık hem de milli demokratik devrim iddiası taşıyan benzeri tüm hareketlerden farkı gerilla savaşını diğer mücadele yöntemleriyle bağlantılandırarak en yetkin ve en uzun soluklu bir biçimde yürütmeyi başarabilmiş olmasıdır. Vietnam Komünist Partisi dışında söz konusu mücadeleyi PKK’ninki kadar etkin yürütmüş az sayıda hareket vardır.

Bununla birlikte Ekim Devrimi’nin sonucunda oluşan dalganın geri çekilmesi ve kapitalizmin bunalımına bağlı olarak sosyalist ve halk cumhuriyetli isimli devletlerin ve onların hayat verdiği uluslararası merkezlerin ortadan kalkması, komünizm iddiasındaki tüm hareketleri etkisi altına alacak ve etkisi onlarca yıl sürecek tasfiyeci bir sarsıntı başlattı. Dünya üzerindeki tüm akımların ayaklarının altındaki toprak çekildi.

Sarsıntının bu kadar şiddetli olması aslında tasfiye sürecinin onlarca yıl önce Komünist Enternasyonal’in tasfiye rotasına girmesiyle birlikte başlamış olmasından kaynaklanıyordu. Önceki altmış yıl küsur yıl boyunca komünist hareket programatik, politik ve örgütsel köklerini adım adım yitirmişti zaten. Bu süre zarfında revizyonist, liberal ve tasfiyeci hareketlerin artan kuşatması söz konusu devrimci hareketlerin marksizm leninizme bağlılığını çoktan şekilsel ve konjonktürel bir hale getirmişti. Bu koşullar altında hiçbir akımın bu sarsıntıya direnmesi mümkün değildi. PKK de bu sürecin bir istisnası olmadı.

PKK’nin bu durumunun elbette gerilla savaşının sınırları ve akıbetiyle de yakından ilişkisi vardı. 1945 sonrasında devrimci hareketler arasında yaygın olarak benimsenen bir strateji olan gerilla savaşı elbette 1945 sonrasının neredeyse tüm devrimleri gibi bir devletin lojistik desteğini ve himayesini şart koşuyordu. Bu destek de esas olarak SSCB’den ve onunla dostça ilişki kuran devletlerden geliyordu. PKK örneğinde bu devlet Suriye idi. SSCB’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte PKK’nin Suriye’de eskisi gibi hareket etmesinin koşulları da ortadan kalkmaya başladı. Bu durum dünyanın dört bir yanındaki tüm sosyalist hareketlerin üzerlerinde hissettiği tasfiyeci basıncı Türk devletine karşı ateş hattında mücadele veren PKK’nin daha yoğun hissetmesine yol açtı. Bu koşullar PKK’nin diğer tüm akımlardan hızlı bir şekilde tasfiyeci rüzgarları hesaba katmasına ve yeni bir rota belirlemesine yol açtı.

PKK’nin Tasfiyesi Derken Kast Edilen

PKK’nin tasfiye sürecinden söz ederken tasfiyeciliğe dair beş temel noktayı akılda tutmak gerekir. Bunlardan birincisi tasfiye sürecinin kuvvetli ve etkili örgütlerin yerini zayıf, gevşek ve dağınık örgütlerin alması anlamına gelmediği olmalı. Rusya’da tasfiyecilik RSDİP’in yasal bir işçi kongresi ile değiştirilmesi anlamına geliyordu. Ama Almanya’da da tasfiyecilik Komünistler Birliği’nin ve onun programatik mirasının önce Gotha sonra da Erfurt programlarıyla, lassallecıların şekillendirdiği, işçi aristokrasisine yaslanan SPD tarafından gasp edilmesi anlamına geliyordu. Bu süreç dünyanın en güçlü reform partisini yarattı. Türkiye’de tasfiyecilik, özellikle 12 Eylül sonrasında, Rusya’daki dağınık ve gevşek tabloyu andıran şekilde ilerlerken, Kürdistan’da tam aksi istikamette ilerledi. PKK, Kürdistan’daki dağınık, gevşek, sendeleyen örgütlenmeleri etkisizleştirip siyaset dışına iterek, bu akımların militanlarını kendi bünyesinde birleştirerek gelişti, bir anlamda Kürdistan’da tartışmasız bir siyasal ve örgütsel merkeze dönüştü. Dahası PKK’nin tasfiyesi dediğimiz sürecin 1993, 1999, 2006 ve 2012 yıllarındaki kritik dönüm noktalarının hepsinin ardından PKK bir önceki döneme kıyasla birkaç kat daha güçlü bir hale geldi.

Bu bakımdan PKK’nin tasfiyesi, PKK’nin örgütsel olarak bitmesi, etkisiz ve gevşek bir örgütlenmeye dönüşmesi anlamına gelmediği gibi PKK’nin gerillanın silahlı eylemlerinden de tümüyle vazgeçmesi anlamına gelmez. Tasfiye sürecinden kast edilen PKK’nin eski iddialarını, geleneğini, programını, stratejisini terk etmesi yeni iddialara kavuşması, yeni bir geleneğe bağlanması, yeni bir programı ve stratejiyi benimsemesidir.

İkincisi, dünya devrimci hareketinin yaşadığı asıl ve belirleyici tasfiye süreci 1920’li yılların ortasında başlamıştı. Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinin ardından dünya komünist hareketinin tartışmasız otoritesi olan merkezin varlığı ortadan kalktı, birbirleriyle hasmane ilişkiler içerisinde farklı uluslararası merkezler ortaya çıktı. Bugün tasfiye sürecine girdiğini söylediğimiz, ve PKK’nin de bir parçası olduğu, akımlar bu asıl tasfiyeden yıllar sonra tarih sahnesine çıktılar. Dahası, yeni nesil akımları şekillendirip etkileyenler bu birbirine rakip uluslararası merkezlerdi.

Üçüncüsü, her ne kadar bir devrimci yükseliş süreci içinde ortaya çıkmış olsalar da, bu akımları şekillendirip, etkileyen uluslararası odakların Komünist Enternasyonal’in yerini tutmaması, bir

devrim gerçekleştirsinler gerçekleştirmesinler, bu yeni akımların devrimciliğinin de, hedefine ulaşamamış bir kopuşun ürünü olan sınırlı bir devrimcilik olmasına yol açtı. Bu bakımdan sadece THKO yahut TKP-ML değil, Vietnam Komünist Partisi, 26 Temmuz Hareketi yahut PKK’nin devrimciliği de Mustafa Suphi TKP’sinin devrimciliğinin gerisinde bir devrimcilikti. Tasfiye süreci derken kast edilen dünyanın farklı coğrafyalarındaki bu kopuşların, örgütsel ve siyasi birikimlerinin tasfiyesidir.

Dördüncü nokta PKK’nin oluşumuyla ilgilidir. Kürdistan’ın kuzeyindeki neredeyse tüm hareketlerin şu ya da bu şekilde Türkiye soluyla ilişkisi vardı. PKK ise örgütsel köken olarak bu örgütlerin en Türkiyeli’siydi. Bir anlamda doğrudan THKP’nin içinden çıkmıştı. PKK’nin oluştuğu 1974 sonrası dönem, 71-72 kopuşunun kazanımlarının yitirildiği, bizim Türkiye’de tasfiye süreci olarak adlandırdığımız döneme denk düşer. Bu tasfiyeci süreçte Türkiye’de Devrimci Yol’dan, TKP-ML Hareketi’ne bir dizi örgüt kuruldu. Bu hareketlerin hepsi gerek askeri gerek örgütsel gerekse de kitleleri yönlendirme bakımından THKO, THKP ve TKP-ML’den daha başarılı ve etkindir. Ama örgütlerinin siyasi karakteri ve niteliği bakımından kopuşu gerçekleştiren üç örgütün gerisindedirler. PKK aynı tasfiyeci iklimin ve yönelimlerin şekillendirdiği bir dönemde kurulduğu için kitleleri hareket ettirme kabiliyeti, savaş kapasitesi, maddi ve teknik imkanlar bakımından tüm bu akımların toplamından fersah fersah ileride olsa da onu 74 sonrasında kurulmuş ve kendisiyle aynı siyasi ve stratejik sınırlara sahip akımlarla birlikte ele almak gerekir.

Beşincisi ve en önemlisi, PKK Türkiye solu içindeki ayrışmalardan ortaya çıkmış bir akım olsa da Kürdistan’a yönelmiş, Kürdistan’ın kuzeyinde serpilmiş bir harekettir. Dolayısıyla PKK’nin kuruluşunu ve temel siyasi örgütsel çerçevesini şekillendiren etmen Türkiye solu içindeki tasfiyeci dinamik olsa da onun gelişimini belirleyen asıl etmen Kürdistan’daki devrimci yükseliş oldu. Dolayısıyla PKK, daha ilk andan itibaren tasfiyeci bir çerçevede kurulmuş, ama devrimci bir ulusal başkaldırının etkileyip, yönlendirdiği bir harekettir. Bu dinamiği ve yarattığı çelişkiyi akılda tutmadan PKK’nin paradokslarla dolu gelişimini anlamak mümkün olmaz.

O halde PKK’nin tasfiyesi derken kast ettiğimiz asıl olarak bir dönüşüm sürecidir. Söz konusu olan Ekim Devrimi’ne, bu devrimle ilişkili politik hedef ve sembollere bağlandığını iddia eden bir hareketten tüm bunların yirminci yüzyıla ait olduğunu ve artık aşıldığını savunan bir harekete dönüşümdür. Çin ve SSCB arasında ortayolcu ama SSCB’ye yakın duran bir konumdan nevi şahsına münhasır yerli ve yerelci bir sosyalizm anlayışına dönüşüm. Demokratik halk iktidarından demokratik konfederalizme, kapitalist olmayan kalkınma yolundan Bookchin’ci ekolojik anarşizme, her türlü devlet iktidarını reddeden anarşist kooperatifçi biz çizgiye dönüşüm. Kuzey Kürdistan’ın bağımsızlığı hedefinden her türlü bağımsızlık talebini ilkel milliyetçilik olarak mahkûm eden bir yaklaşıma dönüşüm.

Tüm bu programatik tasfiye aynı zamanda eski stratejinin, politik hedeflerin ve eylem çizgisinin tasfiyesini de beraberinde getiriyordu. Gerilla mücadelesi ile halk savaşını büyütmeyi, kurtarılmış bölgeler yaratmayı ve işgalciyi Vietnam’daki ABD misali çekilmeye zorlayan strateji artık gerillanın silahlı eylemini düşmanı müzakere masasına zorlamak için oturtan bir çizgiye dönüştürmüştür. Bu görüşmelerdeki hedef de elbette Kürdistan’ın bağımsızlığı değildir. Yeni hedef Türkiye’nin vidalarının gevşetilmesi özerk yerel yönetimlerin kurulmasıdır, tüm Türkiye sathında da eşit yurttaşlık temelinde demokratikleşmedir. Böylelikle Kürdistan sorununun çözümünde kritik halka da değişti. Acil görev Türkiye’nin Kürdistan’dan defedilmesi değil onun demokratikleştirilmesiydi. Hedeflerin taleplerin değişmesi eylem çizgisine de yansıdı. Gerilla mücadelesi sadece taktik anlamını değil ağırlığını da yitirdi, Kürt kitlelerinin demokratik muhalefet olarak kodlanan eylemlerinin önemi ve ağırlığı arttı. Bu durum aynı zamanda Türkiyelileşme denilen bir sürecin, yani Kürt kitlelerinin Türkiyeli emekçilerle birlikte demokratik bir Türkiye için harekete geçtiği bir sürecin de yolunu döşedi. Bu çerçevede Türkiyelileşme gerilla dışında kalan Kürt kitlelerini, özellikle de Kürdistan sınırlarının dışında, Türkiye’de göçmen olanları, o güne dek cephe gerisi olarak gördükleri bir alanda, düşmandan barış talep edip, gerillayla görüşmesi için devlete basınç yapan bir güç olmaktan çıkardı, Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin öncü gücüne dönüştürdü.

Öcalan Rehin Alınması Sonrası Soldaki Dehşet Ve Platformumuz

Rehin alınan Abdullah Öcalan’ın İmralı’da yaptığı savunma, PKK’nin Abdullah Öcalan’a sadık kalacağını belirtmesi, sonrasında askeri eylemlere son vererek Türkiye’den çekilmesi ve adını değiştirmesi Türkiye’de kah ölçüsüz bir dehşetle kah ölçüsüz bir memnuniyetle karşılandı. Kuruçeşme sürecinin ardından peş peşe kurulan legal partiler memnundu zira PKK’nin de nihayet kendileriyle aynı yola girdiğini düşünüyorlardı. PKK’nin askeri eylemlerine son vermesi onların gelişmesi için elverişli bir barışçıl siyasal iklim yaratacağı kanaatindeydiler. Tersinden, doksanlı yıllarda Kürdistan’dan esen rüzgarlardan ve PKK’nin Türkiye metropollerindeki destekçilerinden güç alarak varoşlarda devletle çatışan bir çizgide güç kazanmaya çalışan akımlar ise dehşet içindeydiler çünkü PKK’nin frene basması bu akımların söz konusu mücadele çizgisini tek başlarına sürdüremeyeceği anlamına geliyordu. Özellikle bu ikinci kesim hızla PKK’nin 1999 sonrasındaki yönelimini ihanet, işbirlikçilik, teslimiyet kavramlarıyla bezeli polemiklerle mahkum etme yarışına girdi. Bunun uç noktası 19 Aralık’ta alınan yenilginin sorumluluğunu teslimiyetçi olmakla ve devletin hapishane operasyonuna direnmemekle suçlanan PKK’nin üzerine yıkmak oldu.

Platformumuz bu akıl tutulmasına hiçbir şekilde kapılmadı. Kendi zaaflarının sorumluluğunu PKK’ye yıkan bu çizgiden bilinçli bir şekilde uzak durdu, PKK’yi karalama, ona akıl verme girişimlerinin hepsinin karşısında yer aldı. Bu tutumuz, sadece ezilen ulusun bağrında mücadele eden akımlarla polemikten uzak durmamızdan kaynaklanmıyordu. PKK’ye ve tasfiyeci sürecin ilerleyişini solun diğer kesimlerinden farklı değerlendiriyorduk. 1999 öncesinde PKK’yi ölçüsüz ve benzersiz bir devrimci hareket olarak tanımlayan kesimler, 1999 sonrasında büyük bir teslimiyet tablosu çizmeye mecbur kaldı. Biz 1999 öncesindeki PKK’yi 74 sonrasının Türkiyeli devrimci akımların muadili olarak gördüğümüz için onun devrimci eyleminin sınırlarının farkında idik. PKK’nin rota değişikliğinin 1990’larda başladığını gördüğümüz için özel ve yeni bir değerlendirme yapma ihtiyacı duymadık. PKK’nin evrimini doksanların dünyasındaki sosyalist hareketin evrimiyle uyumlu bir süreç olarak gördük. PKK’nin ulusal soruna ve gerilla mücadelesine olan bakışının onun sosyalizmi kavrayışının bir sonucu olarak gördüğümüz için onun silah bırakmasını, bağımsızlık hedefini açıkça reddetmesini özel bir değerlendirmeye tabii tutmadık, hiçbir koşulda teslimiyet olarak adlandırmadık. Kürdistan’daki ulusal başkaldırıları PKK’ye başlatmadığımız, onu bir ulusal kurtuluş hareketi olarak değerlendirmediğimiz için PKK’nin rota değiştirmesiyle Kürdistan’daki ulusal bağımsızlık mücadelesinin sonunun geldiğini ilan etmedik.

Bununla birlikte “PKK’nin ne olduğunun ve ne olacağının baştan belli olduğunu” söyleyen kendi kabuğuna çekilmiş, benmerkezci, doktriner akımlardan da olmadık. PKK ile Kürdistan’daki devrimci mücadelenin yükselişi arasındaki bağları her zaman akılda tuttuk. Türkiye’nin batısındaki büyükşehirlerdeki işçi ve emekçilerin, en çok ezilen kesimlerinin varoşlardaki Kürt göçmen proleterleri olduğunu da hesaba kattık. PKK’nin geri çekilmesinin Türkiye’deki ve Kürdistan’daki sonuçlarını bu tabloya göre öngörmeye çalıştık.

Öngörümüz “Türkiyelileşme”nin batıda Kürt emekçileri öne çıkaran, varoşlarda yeni bir toparlanmayı mümkün kılan bir demokrasi mücadelesini, politik bir emekçi muhalefetini, yaratacağı yönündeydi. Aslına bakılırsa varoşlar vurgumuz da bu tespitle yakından ilgiliydi. Biz siyaset sahnesine adımımızı attığımızda sol akımlar yenilgi psikolojisi içinde varoşlardan kaçıyordu. Biz ise bu yeni demokrasi mücadelesiyle birlikte varoşlarında tekrardan önem kazanacağını, o dönem evsahibi olabilmek için varoşlara hızlıca girmek gerektiğini savunuyorduk.

Kürdistan’da silahlı mücadelenin sona ermesinin Kürdistan’daki mücadelenin kentlileşmesine ve proleterleşmesine yol açacağını bunun da ulusal kurtuluş mücadelesinin önünü tıkamak şöyle dursun açacağını düşünüyorduk. Emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasının keskinleştiğini gözlediğimiz için bu mücadelenin bağımsız Kürdistan mücadelesini gündemden düşürmesini değil daha fazla gündeme getirmesini bekliyorduk. İkinci Körfez savaşında, Güney Kürdistan’daki gelişmeleri yakından takip ederken bu vurgumuzu sivrilterek koruduk.

Sonuçsuz İmha Saldırıları Ve Geciken Tasfiye Süreci

Öcalan’ın rehin alınıp Türkiye’ye teslim edilmesi, bizim pek çok kere vurguladığımız üzere, Ortadoğu’daki devrimci silahlı Kürt dinamiğinden ürken ABD’nin planıydı. ABD Türkiye’yi bölmek istemek şöyle dursun, Ortadoğu’daki ulus devletlerin altını oyacak ulusal başkaldırıları ortadan kaldırmak istiyordu. Filistin’de iki devletli çözüm, Güney Kürdistan’da 36. paralelin üstündeki otonom oluşumun Bağdat’a, peşmergenin Irak genelkurmayına bağlanması bu planın ögeleri arasındaydı. Türkiye’de ise bu plan uyarınca PKK’nin silahsızlandırılması, Kürdistan sorunun Kürt sorununa çevrilmesi, silahlı bir başkaldırı örgütünün dağıtılıp yerine işbirlikçi bir örgütün kurulması gerekiyordu. ABD’nin Öcalan’ı teslim ettiği Türk devleti ise bu plana bağlı olarak bir yandan anayasal bir reform sürecini başlattı diğer yandan da Kürdistan’da PKK’ye yönelik kapsamlı bir saldırı harekatına girişti. Bu dönemde PKK ağır askeri darbeler aldı.

Gelgelelim bu plan tasarlayanların umduğu gibi gitmedi. Türk devleti PKK’yi imha edemedi, PKK Peru’daki Aydınlık Yol gibi şahinler ve güvercinler diye ikiye yarılmadı, PKK’nin içinden işbirlikçi bir hareket de çıkmadı. Zaman zaman adını da değiştirse bile PKK, onu işbirlikçi teslimiyetçi olarak damgalayanları, Öcalan’ın devletin elinde bir aparat olduğuna dair komplo teorileri üretenleri hayal kırıklığına uğratırcasına, bu süreçten siyasi, örgütsel ve askeri olarak çok daha güçlü bir hareket olarak çıktı. Devlet ise reform girişimiyle el ele yürütülen tasfiye saldırılarından zayıflayarak çıktı.

Bu durumun üç temel nedeni vardı. Birincisi, emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasının kızışmasına paralel olarak, Türkiye’de OYAK/TSK ve TÜSİAD arasındaki çatışmasının keskinleşmesiydi. Bu çatışma Türkiye’deki reform ve saldırı sürecini de akamete uğrattı. Sürecin iki ayağı birbirini destekleyen değil çelmeleyen şekilde ilerledi. İkincisi Güney Kürdistan’daki gelişmelerdi. Güney Kürdistan’da Türk devletinin erişimine ve saldırısına kapalı bir bölgenin oluşunca PKK bu alana çekilerek varlığını korudu.

Nihayetinde PKK, programatik bir kavrayıştan yoksun ve pragmatik bir bakış açısıyla da olsa, devletle onun istediği koşullarda savaşmayı reddetti. “Demokratik alan” siyasetine ağırlık verdi, doksanların başından beri tarif etmeye çalıştığı köşe taşlarını, Öcalan’ın konfederalizm yazılarından da güç alarak oturttu, tasfiye sürecini kendi inisiyatifiyle hızla yürüttü. Zaten SSCB’nin dağılmasının ardından PKK’nin kendine çizdiği yeni rota ABD’nin Ortadoğu’daki yönelimlerini hesaba katıyordu. PKK, ABD’nin Kürt açılımı karşısında ayakta kalabilmek için kendi Kürt açılımını tarif ediyordu. Başka bir deyişle, doksanların başında yapılan düzenlemeler doksanların sonunda PKK’nin bu kadar seri bir biçimde hareket etmesini mümkün kıldı. PKK’nin Kürdistan’da ve Türkiye’nin metropollerinde güçlenmesini asıl onun bu pragmatik yönelimi mümkün kıldı.

İlk iki faktör devletin içindeki yeniden yapılanma ve demokratik reform hamlelerinin hızını da düşürdüğü için sadece imha planlarını boşa çıkarmadı aynı zamanda tasfiye sürecinin hızını düşürdü. Bu nedenle Öcalan’ın rehin alındığı ilk on yıl boyunca açıklanması gereken, tasfiye sürecinin neden başladığı değil neden bir türlü ilerlemediği oldu.

2012’de büyük umutlar pompalanarak başlayan çözüm süreci ise 2015’te paramparça oldu ve böylelikle bir dönem kapanmış oldu. Bu süreci iki temel dinamik belirledi: Türkiyelileşmenin sonucunda PKK’nin ve etkisi altındaki partilerin güçlenmesi, AKP’nin zayıflayıp gerilemesi, “Kürt Açılımı”nda ısrar eden Amerika’nın Erdoğan’dan vazgeçmesi.

Birinci Çözüm Süreci

Açılım sürecinin tıkanması ABD’nin Kürt açılımını da, PKK’nin ABD’nin açılımını veri kabul eden Türkiyelileşme yönelimini de boşluğa düşürmedi. Ama olan bu açılım sürecinden beslenmeyi uman AKP’ye, Erdoğan’a ve onun Kürt açılımına oldu. AKP’nin açılım sürecini ilerletmesi ABD’nin önce onu dengelemek sonra da değiştirmek için Gandhi Kemal’e yatırım yapmasına, tersinden de Türkiyelileşen DTP-BDP-HDP’nin AKP’nin her zeminde altını oyup, onu geriletmesine yol açtı.

2007-2015 yılları arasındaki zaman dilimi bugünkü çözüm sürecini anlamak için iyice irdelenmesi gereken sekiz yıldır. Bu süre zarfında çözüm sürecinin yolu döşendi, 2012’de büyük umutlar pompalanarak başlayan çözüm süreci ise 2015’te paramparça oldu ve böylelikle bir dönem kapanmış oldu. Bu süreci iki temel dinamik belirledi. Birincisi yukarıda belirttiğimiz üç temel vektördü: Türkiyelileşmenin sonucunda PKK’nin ve etkisi altındaki partilerin güçlenmesi, AKP’nin zayıflayıp gerilemesi, “Kürt Açılımı”nda ısrar eden Amerika’nın Erdoğan’dan vazgeçmesi.

Bu süreç zarfında ABD Gülenciler aracılığıyla Türk devleti içinde kapsamlı operasyonlar yaparak “Kürt Açılımı”na karşı olan kesimleri devlet aygıtının dışına attı, 12 Eylül Rejimi’nin temel payandası olan sivil ve askeri bürokrasiyi Ergenekon soruşturmalarıyla hallaç pamuğu gibi dağıttı. Gerileyen Erdoğan çözüm masasına oturmaktan kaçarken, Türkiyelileşme süreci sonucunda Kürdistan’da ve Türkiye’de güç biriktiren emekçilerin dalga dalga yükselen eylemleri, onu zorla çözüm masasına oturttu. Çözüm sürecinin başlamasıyla hız kazanan siyasi yumuşama elbette Erdoğan’ın itibar kazanmasına yol açmadı, onun daha da zayıflamasına yol açtı. Nihayetinde Erdoğan masayı tekmelemek zorunda kaldı.

Türkiyelileşme Süreci İçinde Kürdistanileşen PKK

İkinci dinamik, PKK’nin Kürdistan’ın farklı parçalardaki eşitsiz tempoda gerçekleşen devrimci yükselişle iç içe geçmiş evrimiyle ilişkiliydi. Siyasi ömrünün ilk yirmi yılı boyunca PKK, ister Bekaa’da isterse de Suriye’de konumlansın, esas olarak Türkiye Kürdistanı’yla sınırlı bir hareketti. Bu sadece çıkışına damga vuran Türkiye Kürdistanı’yla sınırlı programatik çerçevesi yüzünden değil aynı zamanda Suriye’den lojistik destek alma mecburiyetinden ötürü de öyleydi. Suriye’de konumlanıp Türkiye’de gerilla mücadelesini büyütmeyi hedefleyen bir hareketin Suriye egemenliği altındaki Kürtleri örgütleyip Suriye’ye karşı hareket ettirmesi elbette mümkün değildi. Aslına bakılırsa Öcalan Suriye’yi terk edene kadar bu durum değişmedi. Dolayısıyla hem ABD’nin hem de hükümetin PKK’yi tasfiye planı Türkiye sınırlarında mücadele eden bir örgütün tasfiye planıydı. PKK’nin kendi yönelimi ve temel tezleri de bu yöndeydi.

Gelgelelim Irak Savaşı ve Güney Kürdistan’da bir federasyonun kurulmasının ardından bu durum değişmeye başladı. PKK sadece Kandil’e yerleşmedi, adım adım Güney Kürdistan’a da kök salmaya ve farklı isimler ve ittifaklarla oranın siyasi yaşamına da müdahale etmeye başladı. Tasfiye sürecini Türkiyelileşme koduyla yürüten PKK’nin Kürdistanileşmesine yol açan asıl gelişme ise Rojava Devrimi oldu. Böylelikle PKK Kürdistan’ın en az üç parçasındaki siyasi gelişmeleri belirleyen bir güç haline geldi.

Bu uluslararasılaşma PKK’nin her parçadaki gücüne güç kattı ama onu uluslararası düzlemde farklı denklemlerin bir parçası olmaya zorladı. ABD ikinci Irak savaşında Saddam’ı devirmek için PDK ve YNK ile işbirliği yapmıştı. Suriye’de ise paylaşım masasına oturabilmek için YPG ile ilişkilerini geliştirmeye mecbur kaldı. Bu durum, hele hele ABD’nin IŞİD ile mücadele adına Suriye’de etkinliğini arttırmak istediği dönemde, artık çözüm süreci ve silah bırakma çağrılarına bir kısıt koyuyordu. PKK’nin kendini silahlı bir örgüt olarak tasfiye etmesi ancak Kuzey Kürdistan sathında geçerli olabilirdi. Suriye’de içsavaş sürdüğü ve ABD’nin YPG ile olan ilişkisi ilerlediği sürece PKK’nin silahlı bir örgüt olarak varlığına son vermesi ancak sınırlı bir anlam taşıyabilirdi. Bu durum daha baştan ateşkes ve barış çağrılarının içeriğini boşaltıyor, anlamsızlaştırıyordu.

Daha da önemlisi, Türkiye içinde etki alanı genişleyen ve Kürdistan’ın tüm parçalarında güçlenen PKK’nin yolunun Batı Kürdistan’da ABD ile kesişmesi, onu Türkiye’de de yolunu ABD ile, daha doğrusu ABD’nin güdümünde şekillenen burjuva muhalefeti ile kesiştirmeye mecbur bıraktı. Bu sürecin sonunda 7 Haziran seçimlerinin ardından HDP tarafsız pozisyonunu terk etti ve Davutoğlu-CHP koalisyonu ile Erdoğan’ı kuşatma planına destek vermeyi kabul etti. Kaderine teslim olmayı reddeden Erdoğan bu nedenle 7 Haziran’a doğru çözüm masasını tekmelemekle kalmadı, seçimin ertesinde içsavaşı kışkırtacak saldırıları başlattı.

2023-24 seçimlerinin ardından ABD ile ilişkilerini düzeltmek, Suriye’de Esad ile barışmak, Türkiye’de ise içsavaşı bitirmek için gecikmiş adımlar atmaya çabaladı. Bu süre zarfında, Erdoğan ve Bahçeli arasındaki çekişmeli gerilim, Bahçeli’nin bastırmasıyla birlikte yeni bir çözüm sürecinin ortaya çıkmasına yol açtı

İkinci Çözüm Süreci

2015’ten bu yana on yıldır süren içsavaş PKK’yi bitiremedi, bilakis PKK Kuzey Kürdistan’da gücünü korudu. Batı Kürdistan’da ise, Türk işgaline ve tacizlerine rağmen, gücünü arttırdı. Buna karşılık tıpkı 1999-2009 arasında bir dizi imha saldırısı düzenlediği zamanda olduğu gibi hükümet daha da zayıfladı. Erdoğan uzunca bir süredir ifade ettiğimiz gibi içsavaşın yükünü taşıyamıyor. 2023-24 seçimlerinin ardından ABD ile ilişkilerini düzeltmek, Suriye’de Esad ile barışmak, Türkiye’de ise içsavaşı bitirmek için gecikmiş adımlar atmaya çabaladı. Bu süre zarfında, Erdoğan ve Bahçeli arasındaki çekişmeli gerilim, Bahçeli’nin bastırmasıyla birlikte yeni bir çözüm sürecinin ortaya çıkmasına yol açtı. Bir anda Öcalan siyasal sürecin merkezine oturdu. Nihayetinde 27 Şubat’ta hükümetin de önünü açtığı davullu zurnalı, fotoğraflı bir koreografi ile Öcalan’ın mesajı okundu. Öcalan PKK’yi kongresini toplamaya ve kendisini fesh etmeye çağırdı.

Bu çağrının kısa vadedeki siyasi sonuçlarının neler olacağını görmek zor değildir. Tıpkı 1999-2000 sürecinde olduğu gibi barış ve demokratik Türkiye yönünde önemli bir “fırsat penceresi”nin açıldığını savunanlar çıkacaktır. Tersinden PKK’yi, özellikle de Öcalan’ı ihanet ve teslimiyetle yerden yere vuranlar, İmamoğlu’nun önünü kesmek isteyen Erdoğan’a destek verdiğini savunanlar yine piyasaya çıkacaktır. Sırrı Süreyya’nın kareografinin sonunda fısıldadığı notun önemine sığınanlar da çıkacaktır. Ölçüsüz iyimserlikle ölçüsüz karamsarlık arasındaki gelgitler kafası karışık sol hareketimiz açısından şaşırtıcı değil.

2023’ten beri göstere göstere gelen bu ikinci çözüm sürecinin birincisinden daha ileri bir sonuç üretmeyeceği açık olsa gerek. Zira Öcalan’ın son açıklaması onun 1993’teki açıklamasıyla aynı içeriğe sahiptir. PKK’nin kendisini fesh etmesi ise zaten daha önce gerçekleşmiş bir süreçtir ve özel bir anlamı yoktur. Rojava’da ABD ile yollar kesişmeye devam ettiği gibi, Biden gidip Trump gelmiş olsa da, ABD’nin Erdoğan karşısındaki seçim bloku angajmanı sürüyor. Nihayetinde rejim krizinde çırpınan Türkiye’de yeni bir anayasa yapmak zaten mümkün değil.

Ancak bu tabloya bakıp, Öcalan’ın açıklamalarından hiçbir şey çıkmaz demek de doğru olmaz. Tarihin tekerrür edeceğini söylemek yaşanan gelişmeleri ve yarattığı kriz dinamiklerini küçümsemek anlamına gelir. Karşımızda yeni ve öncekine benzetilemeyecek bir durum vardır. Herşeyden önce Erdoğan 2012’deki Erdoğan değildir çok daha zayıftır. Bu sürece ve yazılan mektubun görünüşüne bakarak Öcalan’ın sefaleti ve “PKK’nin teslimiyetine” dair teoriler düzmek isteyenlerin açıklaması gereken ilk karşıtlık bu olsa gerek. PKK ve Öcalan madem yolun sonuna gelmişti, madem genelde Türk devletinin özelde Cumhur İttifakı’nın gücü karşısında çırpınıyorlardı o halde neden bu “teslimiyet” Cumhur İttifakı’nın ve Süleyman Soylu’nun sarı torbalarla en fazla böbürlendiği dönemde değil de saldırıların, operasyonların hız kestiği, genel bir yumuşama imasının belirdiği, Suriye’de Türkiye’nin önünün kesildiği bir dönemde gerçekleşti? Bu teslimiyetin Erdoğan’ın büyük bir sille yediği 2024 seçimlerinden önce gerçekleşmesi gerekmez miydi?

Henüz bir içsavaşı başlatmamış Erdoğan ile içsavaşın yükünü taşıyamayan ama onu bir türlü bitiremeyen Erdoğan’ı birbiriyle kıyaslamak mümkün değil. On üç yıl önce başında Esad’ın bulunduğu ve Erdoğan hükümetin sınırlarını hiçe sayabildiği bir Suriye vardı. Bugün Esad hükümetinin çöküşüyle Suriye’deki içsavaş yeni bir evreye girdi. Bu evrede Türkiye üzerindeki Suriye’den çıkma basıncı arttığı gibi, hükümetin Rojava’ya operasyon düzenleme imkanları da azalmıştır.

Öcalan’ın mektubundan hemen sonra Beyaz Saray’dan gelen açıklama da, gelişmelerin, birbirleriyle rekabet ederken çaresizce Öcalan’ın eline tutunmuş, Bahçeli ve Erdoğan’ı güçlendiren değil onları zayıflatan yönde olduğunu gösteriyor. ABD, fesih çağrısı sonrası QSD’yle ilişkisini kesmek şöyle dursun daha güçlü bir ilişki kurma niyetinde olduğunu, “artık IŞİD karşıtı ortaklığımızın gelişmesinin önünde bir engel kalmadı” diyerek açıklamıştır.

Nihayetinde on üç yıl önce Kürt emekçilerinin kendi eylemiyle zorla masaya oturttuğu bir Erdoğan vardı. Bugünkü çözüm sürecini ise böyle bir mücadele ve talep başlatmadı, ABD’nin de bu yönde bir basıncı yok. Hatta bu girişimlerin o cenahta hayretle karşılandığını söylemek daha doğrudur. Yeni başlayan çözüm süreci hem Erdoğan ve Bahçeli arasındaki çekişmenin ürünü hem de Cumhur İttifakı’nın iki bileşeninin de çaresizliğini yansıtıyor. Cumhur İttifakı’nın geçinemeyen ortakları Öcalan’ın masaya oturmasına muhtaç durumdalar.

Görüntüyle gerçeği ayırt etmesini bilenler açısından mektubun içeriği de bu gelişmeleri doğrular nitelikte. Öcalan-Erdoğan denkleminde güçlü ve inisiyatif sahibi olan taraf Erdoğan değildir. Tam da bu nedenle mektup onun bu geri adımı atmasını mümkün kılacak kayıtsız şartsız teslimiyet diliyle yazılmış, “not” dahi mektuba eklenmemiştir. Mektupla başlayan süreci analiz edebilmek için Cumhur İttifakı seçmenine gösterilmek için düzenlenen performansın ötesine geçmek, hükümetin halihazırdaki ve ileride büyüyecek açmazlarının üzerinde durmak gereklidir.

Bu avantajlı durumun emekçi ve ezilen hareketinde önemli fırsatlar yaratacağı açıktır. Erdoğan’ın ketumlukla moral bozukluğu arasındaki gelgitleri. İçsavaşı bitirmek isterken kayyımlar, İmamoğlu ve TÜSİAD cephesinde yürüttüğü saldırılar bu fırsatların önünü kesmek yönünde beyhude bir gayrete işaret ediyor. Fırsatların devrimci temelde değerlendirilip değerlendirilemeyeceği ise PKK’nin güçlenip güçlenemediğine bakarak yanıtlanamayacak bir sorudur.

Kürdistan’da Önderlik Boşluğunu Doldurmak İçin

Sovyetler Birliği’nin çöküşü, gerilla mücadelesini temel alan ve asıl olarak Türkiye’de mücadele vermeyi hedefleyen PKK’yi askeri olarak sıkıştırmıştı. 1993-99 süreci PKK’nin bu sıkışmışlığı aşma girişimlerinin tarihi oldu. Askeri olarak gerilla mücadelesini vermenin koşulları ortadan kalkarken, PKK dönemin ruhuna uygun tasfiyeyi başlattı, programını terk etti, el yordamıyla hareket ederek ve en çok da Kürdistan’ın farklı parçalarındaki devrimci dinamiklerden beslenerek kendine yeni yollar açtı. Bu dönem sanılanın aksine PKK’nin bittiği, ufaldığı dağıldığı değil güçlendiği bir dönem oldu. Ama aynı zamanda bu dönem emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasının kızıştığı, ezilen ulus devletlerinin temellerinin sarsıldığı, PKK’nin Kürdistan’ın tüm parçalarında ve Türkiye’de artan gücünün başlıbaşına bu coğrafyalarda krizi derinleştiren bir faktör olduğu bir dönemdi. Dahası SSCB’nin çöküşünden sonra PKK ABD’nin hakim olmak için açtığı bir alanda kendine yer bulmak için liberal bir programatik çizgiden pragmatik bir biçimde beslenerek güçlendi ama bu dönem aynı zamanda ABD’nin hakimiyetinin ve kurduğu düzenin temellerinin sarsıldığı bir dönem oldu.

Bu nedenle geçmişte askeri bakımdan tüm güçsüzlüğüne karşın pragmatik siyasetiyle kendine alan açıp güçlenen PKK, bugün kendi zayıflığından değil gücünden ötürü tarihinin en büyük kriziyle yüz yüzedir ve tüm bu gücüne karşın bir anlamda siyaseten felç olmuştur. Zira baştaki kuruluş çerçevesini değiştirmiş ama son yirmi beş yılda siyasi olarak sığınıp beslendiği çerçeve de bugün için tümüyle geçersizleşmiştir. Tüm heybetine ve esnekliğine, Kürdistan’ın farklı parçalarında harekete geçirdiği milyonlarca Kürt emekçiye karşın PKK programsız ve siyasetsizdir. Bu durum Kürdistan’daki devrimci önderlik boşluğunu olanca şiddetiyle hatırlatmaktadır.

Kürdistan’daki önderlik boşluğunu, PKK hakkında masallar anlatıp hurafeleri ve komplo teorilerini yayan lafazanlar, PKK’nin tasfiye olmasıyla önlerinin açılmasını bekleyen kalpazanlar değil Kürdistan’da komünist bir siyaseti örgütlü ve eylemli bir şekilde var etmek için yola çıkarken, PKK’nin gücünü ve çelişkilerini doğru analiz edenler, PKK’nin beslendiği Kürt dinamiğinden, PKK tasfiyesinden medet ummadan, beslenmek için ilkeli ama esnek güç ve eylem birlikleri geliştirenler doldurabilir. Uluslararası Kürdistan Konferansı’nın çağrısını ve tespitlerini değerlendirirken bu saptamaları akıldan çıkarmamak gerekir.