Köz’ün arkasında duran komünistler 2025 Newrozu’na Ankara, Bursa, İstanbul ve İzmir’de “Tüm Siyasi Tutsaklara Özgürlük! Demokrasi Savaşını Büyütelim! Demokratik Anayasa İçin Kurucu Meclis!” pankartıyla katıldı. Gündeme “Kürt Sorunun Çözümü”nün, Öcalan’ın mektubunun damgasını vurduğu koşullarda bu pankartların anlamı üzerinde ayrıca durmalı.

İki Devlet Üç Savaş

Öncelikle içinden geçtiğimiz dönemde Türkiye ve Suriye’deki siyasi gelişmelerin birbirinden bağımsız ele alınamayacağını tespit etmek gerekir. İlhakçı iki ülke olarak Suriye ve Türkiye zaten Kürdistan’a geçirdikleri zincirle kuruluşlarından beri birbirlerine bağlanmış durumdadır. Ancak son on beş yılda bu iki ülkenin içinden çıkamadığı siyasi krizin içsavaşa dönüşmesi her iki yerdeki gelişmeleri birbirine paralel hâle getirdi. İçsavaş Suriye’de 2010’da Türkiye’de 2015’te patlak verdi. Esad devrildi, Erdoğan hâlâ koltuğunda oturuyor, ancak Colani Suriye’deki egemenliğini sağlayabilmiş değil, Erdoğan ise içsavaşın başladığı güne göre daha zayıf pozisyonda. O hâlde halihazırda her iki devlet bünyesinde iki ayrı savaş sürüyor. Biri Colani ve Erdoğan’ın kendi devletleri içinde hükümette kalabilme mücadelesinden kaynaklı içsavaş. Diğeri ise Suriye’nin Kürdistan’ın batısını, Türkiye’nin de Kürdistan’ın kuzeyini üniter bir ulus devlet içinde tutmak için yürüttüğü savaş. Bu savaşları Colani’nin kazanma şansı yok, Erdoğan’ın da bunları sürdürmeye mecali yok. Dolayısıyla barış sorunu hem Suriye’de hem de Türkiye’de siyasi mücadelenin merkezinde yer alıyor.

ABD emperyalizminin Trump’la birlikte gizlenemez bir karakter kazanan yalpalayan çizgisi, ABD’nin askerî harcamalarını karşılamakta yaşadığı darboğaz, barış konusuna sadece Türkiye değil dünya çapında merkezî bir önem kazandırıyor. Ukrayna’da, Filistin’de, Suriye’de ve Türkiye’de barış konusunun aniden öne çıkması bu bakımdan tesadüf değildir. Gelgelelim barış yapmayı istemek başka şeydir, barışı mümkün kılacak siyasi ve askerî güce sahip olmak başka şey. ABD ise bu güçten çok uzaktır, gün geçtikçe daha da uzaklaşmaktadır. Bugünkü barış girişimlerinin kısa ömürlü, hatta çoğu zaman sonuç bile alamayacak olmasının bir numaralı sebebi ABD emperyalizminin söz konusu aczidir.

Bir diğer sebep ise Suriye ve Türkiye’de barış sorununun demokrasi sorunuyla iç içe geçmiş olmasıdır. Suriye’de içsavaşın bitmesi yeni bir anayasanın yapılmasına bağlıdır. Türkiye’de ise içsavaş asıl olarak bir yeni bir anayasayı dayatan rejim krizi nedeniyle patlak vermiştir. Batı ve Kuzey Kürdistan’daki başkaldırılara önderlik eden hareketlerin bağımsızlığı hedeflemediklerini ve Kürt sorununa anayasal bir çözüm aradıklarını ifade etmeleri Kürdistan’daki barışı doğrudan demokratik anayasa sorununa bağlayan diğer etmendir. Dolayısıyla barışı sağlamak için sadece genel bir siyasi güce değil, bir anayasa yapabilecek, yeni bir rejim kurabilecek bir güce ihtiyaç vardır. Türkiye’de ve Suriye’de bu güce sahip herhangi bir siyasi oyuncu bulunmamaktadır.

İbre Kimden Yana?

Gerek ABD’nin gerekse ondan beter durumda olan diğer emperyalistlerin ve Ortadoğu’daki uşaklarının acizliği, Kürtlere yönelik hâkim analizlerin geçersizliğini de gösterir. Kürtlerin teslim olduğu yoktur, onları yok oluşa götüren bir sürecin başladığı ise doğru değildir. Tersine her iki coğrafyada da rüzgar Kürdistan’daki hareketlerden yanadır. Bahçeli’nin açıklamasıyla hükümet Kuzey Kürdistan’da PKK’yi imha edemeyeceğini kabullenmiştir. Türkiye’de ise, Kürt dinamiğinden beslenen DEM, pozisyonunu sağlamlaştırmıştır.

Benzer şekilde YPG, gerek güneybatı Kürdistan’da gerekse de Suriye’de politik denklemleri belirleyen bir güce dönüşmüştür. Bu anlamıyla teslim bayrağını çekenin Erdoğan ve Colani olduğunu söylemek daha doğru olur.

Reformist ve liberal akımlar, her türlü devrime zinhar karşı oldukları için siyasi ve sosyal dönüşümlerin tedricen, kademeli bir evrimin sonunda olması gerektiğini savunurlar. Bu nedenle de söz konusu güçlenmeyi Kürtler açısından olumlu bir gelişme olarak kabul ederler. Halbuki siyasi mücadelenin inatçı gerçekleri tam aksi yöndedir. Siyasi dönüşümler evrimle değil devrimle gerçekleştiği için ezilenlerin reformist temelde güçlenmesi onları iktidara taşımaz, bilakis onları karşı devrimin açık hedefi hâline getirir. Türkiye’nin son on yılı, bu süre zarfından özellikle HDP/DEM Parti’nin başına gelenler, bu temel tespiti doğruluyor.

Sola Hâkim İki Yaklaşım

Bugün Suriye’de ve Türkiye’de bir içbarış sorunu olarak karşımıza çıkan sorun kümesi, emekçiler ve ezilenler açısından üç ayrı sorun kümesine işaret ediyor: Türkiye’deki demokrasi sorunu, Suriye’deki demokrasi sorunu ve nihayetinde bağımsız ve birleşik Kürdistan’ın yaratılması sorunu. Her üç sorunun çözümü de başarılı devrimlere bağlıdır. Ancak söz konusu devrimler, her ne kadar birbirleriyle yakından bağlantılı olsalar da asıl olarak üç farklı devrimdir. Bu devrimlerin başarısı ise biri Türkiye’de, ikincisi Suriye’de, üçüncüsü ise Kürdistan’ın tüm parçalarında mücadele eden devrimci partilerin varlığına bağlıdır.

Türkiye solunda bu üç sorun devrimci partinin bulunmayışı sorunundan bağımsız ele alınmaktadır. Bu nedenle de meselelere ilişkin yorumlar iki uçtan birine savrulmaktadır. Ya bu akımlar PKK/YPG’yi kendilerine rakip olarak görmektedir. Bu durumda varılan yer emperyalizm işbirlikçiliği ve ihanet suçlamaları olmaktadır. Temelsiz ve karamsarlık yayan yok oluş öngörüleri ise bu yolda ilerleyenlere şaşmaz bir biçimde eşlik etmektedir. Ya da PKK yahut YPG’nin attığı tüm adımlar kah dahiyane taktik hamleler, kah bir halkın iradesi olarak yüceltilmektedir. Bu durumda sol akımların kendilerine biçtikleri rol de çözüm masasının bir an evvel kurulmasını, PKK’nin ve Öcalan’ın çağrılarına kulak verilmesini, konu YPG olunca da Türk devletinin Rojava’dan/Suriye’den elini çekmesini savunmaktır.  PKK ile muhtelif zeminlere eylem birlikleri kurarak yahut onunla ilişkili olduğunu düşündükleri yasal parti ve platformların içinde yer almakta, PKK’ye ve onunla ilişkili gördükleri yapılara yönelik eleştirileri bu zeminlerden “dostça uyarılar” olarak yöneltmekte ve bu şekilde PKK’yi ileri itmeye çalışmaktadır.

Kuşkusuz, Türkiye’den PKK eleştirileri yaparak birinci yolu seçenlerin, hükümetin ve burjuva muhalefetinin doğrudan yahut dolaylı olarak PKK’yi karalama kampanyalarına malzeme sağlayıp bunları onaylayarak sosyal şovenist propagandaya kan ve can veriyor olmaları göz ardı edilecek bir ayrıntı değildir. Ancak konu açısından önemli olan her iki yolu seçenlerin ortak paydasıdır. Her iki yolun yolcuları devrimci parti sorununun üzerinden atlamaktadır.

Devrimci partinin görevi şu ya da bu coğrafyadaki akımı eleştirmek, ona akıl hocalığı yapmak, onu ileri itmeye çalışmak değildir. Başka coğrafyalardaki akımlara yol göstermek, ezilen ulus coğrafyasında mücadele eden siyasi akımları topa tutmak hiç değildir. Suriye Devrimi’nin sorunları Suriye’de mücadele eden devrimci akımların sorunudur, Kürdistan Devrimi’nin sorunları Kürdistan’da mücadele eden akımların sorunudur. Türkiye’de mücadele eden devrimci akımların sorunları Türkiye devriminin sorunları olmak zorundadır.

Proleter Yol – Burjuva Yol

Uzun bir dönemdir Türkiye Devrimi’nin temel sorunu barış sorunuyla iç içe geçmiş demokrasi sorunudur. ABD’nin yarattığı iklimin sonucunda içsavaş yorgunu hükümetin attığı çaresiz adımlardan sonra bu sorun daha da merkezîleşmiş, diğer tüm sorunları daha da doğrudan belirlemeye başlamıştır. Kayyımlar, İmamoğlu’nun da uzun süredir rehin tutulan HDP/DEM Parti üyeleri gibi rehin alınması, hükümetin Suriye’deki ve Batı Kürdistan’a yönelik çaresiz girişimleri, çözüm masasının ikinci kez kurulması, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı adaylığı ve nihayetinde Anayasa tartışmaları bu sorunun birbiriyle bağlantılı dışa vurumlarıdır.

Demokratik Türkiye nasıl kurulacaktır? Emekçilerin egemenliğinde mi burjuvazinin egemenliğinde mi? Demokrasi savaşıyla mı demokratikleşme reformlarıyla mı? Başka bir deyişle devrimle mi karşı-devrimle mi?

Bu sorun sadece ilkeler düzeyinde yanıtlanamaz. Barış sorununun demokrasi sorunuyla iç içe geçtiği, demokrasi sorununun da karşımıza bir anayasa sorunu olarak yansıdığı koşullarda bu sorular daha somut sorular olarak da karşımıza çıkmaktadır. Demokrasi sorunu yeni bir anayasayla mı mevcut anayasaya yama yaparak mı çözülecektir? Yeni bir anayasa bu hükümetle mi, bu hükümeti devirerek mi yapılacaktır? Rejimin mevcut kurumlarıyla mı, bu kurumları yok sayan egemen bir iktidar organıyla mı yapılacaktır? Emekçileri anayasa yapım sürecinin öznesi kılarak mı, kapalı kapılar ardında anayasa pazarlığı yaparak mı? Siyasi yasakların hepsini ilga ederek mi, bu yasakları gevşetmeye çalışarak mı? Tüm siyasi tutsakları özgür bırakarak mı, rehine pazarlığıyla mı? Başka bir deyişle burjuva yoldan mı, proleter yoldan mı?

Türkiye’de siyasi iddiası olan akımlar öyle ya da böyle bu sorulara yanıt vermektedir. Bu yanıtları genel geçer bir sermaye ve emperyalizm karşıtlığıyla, onurlu barış, halkların kardeşliği propagandasıyla, yahut genel direniş/ayaklanma çağrılarıyla ikame etmeye çalışanlar, aslında hâkim burjuva yanıtlardan birini sessizce vermiş olacakları için, kendilerini ya hükümetle ya da burjuva muhalefetiyle uyumlu bir pozisyonda bulacaklardır.

Köz’ün Newroz’da pankartlarına taşıdığı, 1 Mayıs’ta ve sonraki dönemdeki yükselteceği şiarlar bu sorulara verilmesi gereken proleter devrimci yanıtın ne olduğunu öne çıkarmak amacını taşıyor. Bununla birlikte proleter çözüm ancak bunu hayata geçirebilecek devrimci bir partiyle anlam kazanır. O hâlde bu pankartların amacının kitlelere ve sosyalistlere bu doğrultuda müdahale etmek ve onların önderliğini kazanmak olmadığını unutmamak gerekiyor. Bu pankartlar sadece proleter çözümün arayışını çeken güçlerle buluşma, onları devrimci bir partinin görevlerinin ne olduğuna tartışmaya kışkırtma amacını taşıyabilir. Anlamını komünist önderlik boşluğu tespitiyle, bu boşluğu giderecek stratejinin propagandasıyla ve komünist partinin kuruluşunu birlikte örgütleme çağrısıyla bulacaktır.