Liberal, reformist akımların sol içindeki etkisi arttıkça demokrasi ve demokrasi mücadelesi hakkındaki temel doğrular unutulup gitti. Unutulan; demokrasinin bir devlet, dolayısıyla bir şiddet biçimi olduğuydu. Unutulan, demokrasi mücadelesi ile devrim arasındaki kopmaz bağdı.

Öyle ki “Haklarımızı demokratik yollardan arayacağız!” cümlesi “Asla şiddete başvurmayacağız, tümüyle düzenin hoş gördüğü mücadele yöntemlerini benimseyeceğiz” niyetini anlatan bir kod olarak kullanıldı. Türkiye’de faşizmin varlığını kanıtlamak için devletin halka uyguladığı “ölçüsüz şiddet”ten bahsetmek kimsenin geçerliliğini sorgulamadığı bir akıl yürütme haline geldi. Burjuva demokrasisini halka karşı ölçüsüz şiddet uygulamayan bir rejim olarak pazarlama alışkanlığı yaygınlaştı.

Hâlbuki Komünist Manifesto, demokrasi ile devrim arasındaki ilişki konusunda son derece netti: “İşçi sınıfının devriminde atılacak ilk adım demokrasi savaşını kazanmak için proletaryayı egemen sınıf konumuna yükseltmektir.” Başka bir deyişle proletarya iktidar olmadan demokrasi savaşını kazanamaz.

Rusya’da da Bolşeviklerle Menşevikler arasındaki ayrımlardan birisi 1905 Devrimi sırasında, demokrasi mücadelesine dair ortaya çıkmıştı. Demokratik bir Rusya’yı kurmanın burjuvazinin işi olduğunu düşünen Menşevikler kendilerine aşırı muhalefet partisi rolünü biçiyorlardı. Buna karşılık Bolşevikler demokratik bir anayasayı hazırlayacak kurucu meclisin ancak işçilerin ve köylülerin devrimci diktatörlüğü ile kurulabileceğini savunuyorlardı.

Türkiye’de, demokrasi ve devrim arasında mesafe açıldığı oranda belirsiz bir “demokrasi güçleri” kavramı da dolaşıma girdi. Her türden liberal, burjuvazinin hatta devlet bürokrasisinin farklı kesimleri demokrasi güçleri olarak kabul edildi. “En geniş” demokrasi mücadelesini vermek için bu kesimleri de kucaklayacak bir ittifak arayışı arttı. Burjuvazinin muhtelif bir ittifakta yer almaması gerektiği hakkında tantana eden kesimler de vardı elbette. Ama bunlar da “öncü işçi” diye andıkları liberal sendikacıları da kapsayan bir “emek cephesi” kurmak istiyorlardı.

Demokrasi mücadelesinin her boydan liberal eğilimi kapsayacak şekilde verilmesi gerektiğini iddia edenler elbette söz konusu kesimlerin ürkütülmemesi, dışlanmaması gerektiğini savundular. Bunu yapmak içinse emekçilerin ve ezilenlerin demokratik taleplerini iğdiş etmek, onu düzenle uyumlu hale getirmek gerekiyordu.

Geride bıraktığımız on yıl içinde rejim krizi derinleştikçe kucaklayıcı olma kaygısı ibretlik bir hâl aldı. “Tek adam rejimi”ne karşı “en geniş mücadele”yi örmek için faşist artıklarını da kapsayan Millet İttifakı’na açık çek yazıldı, bu karşı devrimci ittifakın bileşenlerini ürkütmemek için siyaseten görünmez olmak tercih edildi. Kürtlerin adı bile anılmadı. Hâl böyle olunca da sembolik eylemler yapan, zaman zaman Kürtlerin adını anan, HDP ile dayanışma mesajları yayınlayan kesimler kendilerini “radikal demokrat” olarak pazarlamaya başladılar. Günümüz Türkiye’sinde demokrasi mücadelesi kurt postundaki bu kuzuların çizdiği çerçevede verilmektedir.

Demokrasi sorunu belediyelere atanan kayyımlar çerçevesinde değerlendirildi. Hâlbuki asıl sorun valileri, garnizon komutanları, nüfus ve tapu müdürleriyle bölgeyi demir pençesi altına almış işgalci bir ezen ulus devletinin varlığıydı. Bu işgalci bünye varlığını korudukça ezen ulus işçilerinin de nefes alması mümkün değildir.
Liberaller siyasi tutsaklardan söz edince sadece HDP’li vekiller yahut muhalif gazetecileri kast ediyorlar. Abdullah Öcalan’ı da bir siyasi tutsak olarak değil, “terör suçlusu” olarak görüyorlar. Onun için de özgürlük isteme önerisini dehşetle karşılıyorlar. “Emek siyaseti” güdenlerin bu konudaki tepkileri daha da şiddetli oluyor.

Polisin ölçüsüz şiddetinden yakınanların, “öz savunma” güzellemeleri yapanların da sayısı artıyor. Ama demokratik bir ülke için polis teşkilatının dağıtılmasının gerekli olduğunu savunan, halk milislerinin kurulmasını demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak gören yok.

Demokrasi sorunu sadece bu talepler çerçevesinde düşünüldüğünde bile “demokrasi savaşını kazanmak için” neden bir devrime mecbur olduğumuz anlaşılır.

Rejim krizi içerisinde debelenen Türkiye’de en basit demokratik hakkın kazanılması için bile devrimin gerekli olduğu doğrudur. Geçelim işgal ordularının çekilmesini, kayyımların son bulması için bile hükümetin emekçiler tarafından süpürülüp atılması gerekir. Ancak bu doğru saptamadan çıkarılması gereken sonuç gündelik demokratik talepler uğruna verilecek mücadelenin kendi başına devrimci sonuçlar üreteceği olmasa gerek. Yapılması gereken tam tersidir. En basit demokratik hak mücadelesinde bile sorunun devrim ve iktidar sorununda düğümlendiğini emekçi yığınlara anlatmak gerekir.

Demokrasi mücadelesini bir devrim sorunu olarak görenler taleplerini liberallere makul gelecek bir çerçeveyle sınırlamamalıdırlar. Politik özgürlük mücadelesi yazılı açıklamalarla verilemez. Demokrasiyi devrim sorunu olarak görenler 8 Mart’ta, Newroz’da, 1 Mayıs’ta, diğer miting ve protestolarda bu yaklaşımlarına uygun bir eylem çizgisi ve ajitasyon içeriği belirlemelidir.

Demokrasi ve devrim arasındaki bağlar dünyada ve Türkiye’de burjuva sosyalizminin damgasını vurduğu bir siyasi iklim hüküm sürdüğü için kopmuştur. Devrimci bir partiyi yaratmadan bu iklimi değiştirmek elbette mümkün değildir. Ancak devrimci bir partiyi yaratmak için öne çıkacak örgütlü militanlar da ancak liberalizme boyun eğmeyen devrimci talepleri yükseltip, devrimci bir eylem çizgisini hayata geçirmek isteyen güçler arasından çıkabilir. Bugün devrimci bir demokrasi mücadelesinde ve eylem birliğinde ısrar etmenin anlamı tam da bu noktada yatmaktadır.

Demokrasi için Tek Yol Devrim

Devrim için Devrimci Parti