Kadınların mücadelesi söz konusu olduğunda komünizm dışındaki hareketlerin tümünün reformist karakteri onların aile konusundaki yaklaşımlarından belli olacaktır. Komünistler aile yıkılmadan ezilen cinslerin kurtuluşunun gerçekleşemeyeceğini, devleti ve özel mülkiyeti ortadan kaldırmadan da aileyi ortadan kaldırmanın yahut demokratikleştirmenin mümkün olmadığını hatırlatacaktır. Engels’in “kadının kurtuluşunun insanlığın kurtuluşu” olduğuna dair saptaması muhtelif sol akımlar tarafından dönem dönem anımsanır ama bu saptamanın hangi bağlamda söylendiği üzerine pek düşünülmez. Marx’ın sermayeyi analizinden günümüzde işçi sınıfının “kötü durumda olduğu” sonucunu çıkaranlar, “işçi sınıfının yegane devrimci sınıf olduğu” sözlerini işçi sınıfına yönelik bir övgü olarak anlayanlar, elbette Engels’in bu sözlerinden “kadınların herkesten çok ezildiği”, kadınların geleceği temsil ettiği, bu nedenle de “erkeği öldürmek”, “kadınlaşmak” gerektiği sonucuna varacaklardır. Son iki yüzyıldır sol içerisinde süregiden işçi dalkavukluğu günümüzde yerini öncekine rahmet okutacak, samimiyetsiz bir kadın dalkavukluğuna bırakmıştır. Halbuki Engels bu sözleri kadınları pohpohlamak için değil aynı eserinde “kurumsallaşmış fuhuş” olarak tanımladığı ailenin tüm sınıflı toplumların üzerinde yükseldiği gerici ve baskıcı temel olduğuna işaret etmek için sarf etmiştir.
Engels’in bu saptaması aynı zamanda komünistlerin ezilen cins sorununa yaklaşımıyla kadınların özgürleşmesinin kimi zaman “hemen şimdi” kimi zaman da “ancak inatçı, uzun soluklu ve günlük bir mücadeleyle” kazanılabileceğini savunan kof radikal söylemlere sahip dar pratikçi akımların yaklaşımı arasındaki farka da işaret eder. Komünistler aileyi ortadan kaldırmak için devletin ve özel mülkiyetin ortadan kaldırılması gerektiğini savunurken her boydan reformist akımın varacağı noktada “demokratik, dayanışmacı aile” kavramı olacaktır. “Demokratik ve dayanışmacı devlet” ne kadar gerçekçiyse “demokratik, dayanışmacı, erkek egemen olmayan aile” de o kadar gerçekçi bir mücadele hedefidir. Konu kadınlardan çok daha katmerli bir cinsiyetçi baskıya uğrayan, bugün LGBTİ+ adıyla varlığını en kör gözlere dahi duyuran kesimler olduğunda bu durum daha da çarpıcı bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Bu bakımdan aileye yaklaşım her boydan burjuva sosyalizmiyle komünizm arasında bir turnusol kâğıdıdır.
Aile konusu programatik zeminde tartışılacak teorik bir sorun değildir. Günümüz Türkiye’sinde bu konunun pratik politik bir anlamı vardır. Zira Erdoğan Millet İttifakı’nı bölmek için toplumdaki cinsiyetçi baskıyı pekiştiren aileye ve geleneksel değerlere vurgu yapmaktadır. Bu nedenle önümüzdeki günlerde kadın sorunu, İstanbul Sözleşmesi konuları gündeme her zamankinden fazla oturacaktır. Bu durumun kendisi Türkiye’de emekçi ve ezilenlerin en basit bir kazanım elde etmesi için bile Erdoğan’ın gitmesi gerektiğini anlatır. Erdoğan’ın nasıl gidebileceği sorusunu yanıtlamadan kadın hakları konusunda konuşmak gevezelikten öte bir şey olmayacaktır. Benzer bir gevezeliği “demokratik anayasa” sakızını yıllardır çiğneyenler de sürdürmektedir. Komünistler ise bu süreçte öncelikli görevin Erdoğan’a karşı kitlesel bir seferberlik yürütmek olduğunu tekrarlayacaktır.