Somut Durumun Somut Tahlili

Erdoğan’ın, hükümetin ve bir bütün olarak devletin 6 Şubat depremlerinin ardından içinde bulunduğu aciz durumu görmek zor değil. Onbinlerce emekçinin öldüğü, yüzbinlercesinin enkaz altında kaldığı bir deprem, inşaatçı kapitalistlerin talandan, hırsızlıktan vazgeçmediğini, devletin de “ülke ekonomisinin motor gücü olan” bu hırsızlara göz yumduğunu gösteriyor. Hükümet deprem sonrasındaki yetersizlikleri, beceriksizlikleri ve tercihleriyle devletin emekçilerin en basit ihtiyaçlarını dahi karşılayamadığını gözler önüne serdi.

Gelgelelim bu tablodan kalkarak Türkiye’de devletin olmadığı sonucuna varmak, “Nerede bu devlet?” diye feryat eden, yaşanan gelişmeleri devletinin altyapısındaki, teknik organizasyonundaki yetersizliklerle açıklayan emekçilerin bilincinin ötesine geçememek anlamına gelir. Söz konusu yetersizlikler açıklayıcı bir neden değil açıklanması gereken bir sonuçtur. Emekçilerin deprem sonrası sefaletini devletin sınıf karakteri ile açıklamak yanlış değildir. Ancak genel itibarıyla doğru olan bu saptama da Türkiye’deki somut siyasi ve sosyal tabloyu anlamaya hizmet etmez. Zira konu sermayenin çıkarları ise 1999 ile bugün arasında esaslı bir fark yoktur. Konu tedbirsizlik, yolsuzlukla harmanlanmış bir talan ekonomisi yahut devletin emekçilerin en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaması olunca benzer bir tabloyu 1999 depreminden sonra da gözlemek ve “Türkiye’de son yirmidört yılda hiçbir şeyin değişmediği” sonucuna varmak mümkündür. Ancak Türkiye’de işler hiç de aynı tas aynı hamam değildir. Bu bakımdan 6 Şubat depremlerinin ardından, depremin bir kez daha altını çizdiği Türkiye Cumhuriyeti’nin genel ve değişmez özelliklerinden çok, onun ayna tuttuğu, Türkiye’deki rejim krizinin ve içsavaşın seyriyle bağlantılı, özgün yönlere dikkat çekmek gerekir.

17 Ağustos Yeniden Yapılanmanın Katalizörüydü

17 Ağustos 1999 depremi, Türkiye’de bir yeniden yapılanma sürecinin katalizörü oldu. Daha ilk etapta başarısızlığa uğramış 12 Eylül rejiminin yeniden yapılandırılması, 90’lı yılların siyasetine damgasını vuran temel gündemdi. Reformdan kasıt 12 Eylülcülerin ezmeyi amaçlarken kışkırttığı Kürt uyanışını bastırmak, Kürdistan sorununu Kürt sorununa indirgemek, Türkiye’yi demokratikleştirerek AB’ye girmesinin önündeki engelleri kaldırmak, devlet aygıtını daha da merkezîleştirmek, teknokratik ve etkin kılmaktı. 1996 Susurluk Skandalı, 1997’deki 28 Şubat darbesi, nihayetinde 1999’da Abdullah Öcalan’ın rehin alınması ve Türkiye’nin AB üyelik sürecinin başlaması reformların uygulanmasını mümkün kılacak bir zemin yarattı. 1999 seçimlerinin ardından ortaya çıkan zayıf ANAP-DSP-MHP koalisyonu reform yolundaki ilk adımları hızla attı. Öyle ki sonrasındaki AKP hükümetlerinden hiçbiri onun reform hızına yetişemedi.

Marmara Depremi bu siyasi iklimde gerçekleşti. Tamamlayıcısı iki sene sonra gerçekleşecek 2001 krizi oldu. Bu iki sarsıntıyla birlikte 12 Eylülcülerin yıllardır isteyip de gerçekleştiremediği temizlik 3 Kasım 2002 seçimleriyle gerçekleşti. 12 Eylül öncesi dönemin tüm partileri, CHP hariç, meclisin dışına atıldı. ABD’nin öngördüğü reform planını yürütmekse, “eski gömleği çıkarıp yeni gömlek giymiş” AKP’ye ve seçim öncesi Washington’u defalarca tavaf etmiş Erdoğan’a düştü.

17 Ağustos 1999’dan bugüne Türkiye’de büyük bir altyapı hamlesi gerçekleşti. Merkezîleşen devlet kurumları vergi toplamaktan sosyal hizmet sunmaya uzanan bir dizi alanda kapasitesini arttırdı, teknik, idari ve elbette askerî anlamda işlevlerini daha etkin bir şekilde yerine getirmeye başladı. Bu bakımdan 6 Şubat’ta ortaya çıkan acz tablosunda dikkatleri devletin yetersizliğine çekmek tüm bu reform sürecini ve onun siyasi sonuçlarını göz ardı etmek anlamına gelir. Bugünkü felç tablosunun nedeni teknik yahut idari değil siyasidir. Devletin donanım ve personel eksikliğinden değil rejimin krizinden kaynaklanmaktadır.

6 Şubat Rejimin Krizine, İşlemeyen Devlete ve İçsavaşa Ayna Tuttu

Köz uzunca bir süredir, rejimin kriz içinde olduğu, buna bağlı olarak da Türkiye’de devletin işlemediği tespitini yapıyordu. 6 Şubat depremleri bu tespiti bir kez daha doğruladı. Türkiye’deki devlet aygıtının idari örgütlenmesi öncesiyle kıyas götürmez derecede merkezîleşmiştir. Erdoğan bu anlamda 12 Eylülcülerin gönlünden geçenleri yerine getirmiş, AB reformcularının etkin bürokrasi yanlılarının projelerinin takipçisi olmuştur. Hatta 2017 Anayasa değişikliği ile 12 Eylülcülerin atmaya cesaret edemediği adımları da atarak tüm yetkileri Cumhurbaşkanı’nın eline teslim etmiştir.

Ama 90’ların sonunda gerçekleşen reform süreci rejimin omurgası orduyu ve bürokrasiyi, “demokratikleşme” ve “sivilleşme” adına saha dışına çıkarınca bu merkezîleşme süreci aynı zamanda rejimi krize soktu. Devletin tüm kurumları politikleşti, reform öncesinde zayıf koalisyon hükümetleri vardı, bugünse görünürde yürütme tek bir partinin elinde ama aslında sadece yürütme değil, bütün kurumlarıyla devlet devasa bir koalisyona dönüşmüş durumda. Bu koalisyonun cambaz reisinin gücü elinde toplama çabaları ise devlet aygıtını iyiden iyiye işlemez kıldı. Bürokrasinin politikleşmesi, paradoksal olarak devleti merkezîleştikçe işlemez hâle getirdi. 6 Şubat öncelikle bu gerçeği hatırlatmaktadır.

Deprem içsavaş gerçeğini de hatırlattı. Bu durumun en fazla farkında olan, 2015’te içsavaşı başlatan hükümet olsa gerek. Deprem sonrası aldığı önlemler kurtarma ve yardım çalışmalarını etkinleştirmeye değil, tıpkı korona günlerinde olduğu gibi, kendisini güvence altına almaya yönelik oldu. Bir darbe tehdidinden ölesiyle korkan hükümet o zaman olduğu gibi bugün de sıkıyönetim yahut seferberlik ilan etmedi. Cumhur İttifakı’na tabi olmayan örgütlerin ve belediyelerin yardım girişimlerini ise Erdoğan’ın altını oyan ikili iktidar girişimleri olarak değerlendirip engelledi. Benzer şekilde arama kurtarma girişimlerinde kendisine muhalif olan kesimleri bilinçli olarak yalnız bırakarak cezalandırdı. Erdoğan tüm muhaliflerini her anlamda ve depremde dahi düşman olarak görmekte, ona göre tedbir almaktadır.

Burjuva muhalefetinin katkısıyla büyüyen “Nerede bu devlet?” feryatları da bu çerçevede anlam kazanır. Tıpkı korona salgını sırasında olduğu gibi deprem sonrasında da muhalefet hükümeti sokağa çıkma yasağı ilan etmeye, orduyu aktif yetkilerle sahaya sürmeye zorladı. Demirtaş dahi seferberlik ilan edilmesi gerektiğini savundu. Emekçilerin seferberliği konusunda ağızlarını açmayan tüm kesimler konu devletin seferberliği olunca bu koroya katıldılar. Hükümet ise muhalefetin hamlesini OHAL ilan ederek boşa çıkardı, üstelik kendisi için kritik bir bölgede seçim sürecini yönetmek açısından bulunmaz bir fırsat ele geçirdi.

Parlamentarist hayalleri yayanlar şimdiden ’99 Depremini sık sık hatırlatmaya başladılar bile. Onlara göre 2023 depremi de ’99 Depremi gibi siyasi tabloyu köklü bir şekilde temizleyecektir. Tümüyle temelsiz olan bu temenni 1999 ile 2023 arasındaki köklü farklılıkları gözden kaçırır. 1999 yılında reform yapacak bir bürokrasi, başarısız da olsa işleyen bir devlet aygıtı vardı. ABD’nin uzantısı olan sermaye gruplarının gazeteleri, televizyonları, düşünce kuruluşları aracılığı ile düzen siyasetini yönlendirebiliyorlardı. Bugün böyle bir tablo söz konusu değildir. Üstelik 17 Ağustos’tan farklı olarak Türkiye bir içsavaş içindedir. Bu bakımdan yaklaşan seçimlerin 2002’dekine benzer bir temizliğe hizmet etmesi mümkün değildir.

Rejim Krizi ve Seçim

Bununla birlikte Türkiye’deki rejim krizinin özgün bir yönü daha vardır. Seçimler içsavaş içinde işlevini yitirmiş olsa da, Erdoğan dahil olmak üzere tüm aktörler kendi siyasi gelecekleri için seçimleri kazanmaya bel bağlamıştır. Bu nedenle yaklaşan seçimler depremle birleştiğinde Türkiye’deki rejim krizini ortadan kaldırmaya değil derinleştirmeye adaydır.

Onbinlerce evin yıkıldığı, yüzbinlerce emekçinin yersiz yurtsuz kaldığı, konut sorununu çözmek için üniversitelerin bir dönem tatil edildiği koşullar Erdoğan’ı seçimleri ileri bir tarihe ertelemeye zorlamaktadır. Ayrıca bir felaketi yaşayan milyonlarca emekçinin  önüne sandığı koymak da Erdoğan için tercih edilir bir seçenek değildir. Gelgelelim Erdoğan, anayasal çerçeve içinde hareket etmeye mecburdur.  Bu nedenle bir kez daha cumhurbaşkanı seçilebilmek için seçimleri erkene almak zorundadır. Nitekim depremden önce 14 Mayıs tarihini bu maksatla telaffuz etmişti. O hâlde Erdoğan seçimleri hem öne çekmek hem de ertelemek zorundadır. Erdoğan açısından en ideal durum, o seçimleri önce erkene çektikten sonra, başka bir makamın seçim tarihini ertelemesi olurdu ancak böyle bir anayasal çözüm de mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla seçimin ne zaman gerçekleşeceği önümüzdeki günler için başlı başına bir kriz dinamiğidir.

Söz konusu kriz karşısıda Erdoğan’ın en büyük talihi yine Amerikancı muhalefettir. Seçim dışında bir yol bilmeyen Kılıçdaroğlu daha baştan onun aday olmasına itiraz etmeyeceğini açıklamıştır. Böylelikle Erdoğan’ın seçimi ertelemesinin önündeki engelleri daha baştan kaldırmıştır.

Halbuki HDP’ye yönelik kapatma davası, Erdoğan’ın tekrardan cumhurbaşkanı adayı olması, yeni seçim kanununun usulsüz bir biçimde yürürlüğe sokulması aslında Cumhurbaşkanlığı seçiminin provasıdır. Bu usulsüzlüklere itiraz etmeyenler önümüzdeki seçimde Erdoğan’ın yapacağı bir oldubittiye de karşı çıkamaz. Hükümete itiraz etmek elbette Demirtaş’ın yaptığı gibi YSK’ya dilekçe vermek değil, eylemli bir şekilde HDP’nin kapatılmasına, Erdoğan’ın hukuksuz bir biçimde cumhurbaşkanı olmasına eylemli bir şekilde karşı durmaktır. Sol temsilî demokrasinin sınırlarına hapsolduğu için böyle bir mücadele çizgisi gündemde bile değildir. Demirtaş’ın  itiraz dilekçesi ise bu tabloyu özetliyor. Seçim döneminde Amerikancı muhalefetin çizgisiyle HDP’nin çizgisi arasındaki fark YSK’ya dilekçe verip vermemeye inmiştir.

Depremin Hafiflettiği Sorunlar

Amerikancı muhalefetin temel yapısal kusurlarından biri onun bireysel yahut grup çıkarlarını ortak çıkarların üstünde tutan, birbirine benzemeyen bileşenlerden oluşmasıydı. Böyle bir platformdan ortak bir aday çıkarmak Amerikancı muhalefetin enerjisini yiyip bitiren bir sorundu. Kılıçdaroğlu deprem sürecini bu sorunu çözmek için istismar etmeye gayret etti ve sadece HDP’den değil tüm sosyalist akımlardan çok daha politik bir şekilde hareket ederek attığı her adımda Erdoğan’ı eleştirdi, hükümeti karşısına aldı. Belediye başkanlarını peşine takarak yanından ayırmadı, belediye başkanlarının işinin “hizmet” olduğunu her fırsatta hatırlatırken, kendi “kader planında Erdoğan’la hesaplaşmak” olduğunu vurguladı.

Tabanındaki huzursuzluklar, Altılı Masa’nın umursamaz tavrı ve Erdoğan’ın kapatma tehdidi HDP’yi aday çıkaracağını açıklamaya iten faktörlerdi. Gerek Demirtaş’ın gerekse de CHP ile HDP arasında çöpçatanlık yapan TİP’in döne döne hatırlattığı gibi ilk turda aday çıkarmanın sonucu hükümeti seçimde rahatlatmak olacaktı. Bu nedenle HDP’nin aday çıkarma kararı, Emek Özgürlük İttifakı bileşenleri içinde sadece TİP’le sınırlı olmayan, HDP’nin içindeki etkili bir kesimin de destek verdiği bir dirençle karşılaştı. HDP ilk aldığı kararı değiştirip kendi adayını Emek Özgürlük İttifakı’nın müstakbel adayı olarak yansıtarak aday çıkarma sorumluluğunu Emek Özgürlük İttifakı’nın mekanizmalarına devretti. Böylelikle daha deprem öncesinde hızlıca aday çıkarma sorumluluğundan kurtulmuştu zaten. Depremle birlikte gündem tekrardan dayanışmaya ve yaraları sarmaya kaydığı için HDP’nin aday çıkarması yönündeki basınç azaldı, aday konusunu sürece yayayarak belirsizleştirmeye çalışanların eli güçlendi.

Solda Değişmeyenler

17 Ağustos ve 6 Şubat arasında devletin yapısı ve burjuva konumu arasında esaslı değişiklikler olsa da solun durumu açısından köklü bir değişiklik olmamıştır. Bilakis, Türkiye’deki 19 Aralık katliamı ve Kuzey Kürdistan’daki “Türkiyelileşme” açılımları, sol içindeki liberalleşmeyi hızlandırmıştır. Yirmidört yıl önce olduğu gibi bugün de sol akımlar kendini dayanışma faaliyetleriyle sınırlı tutmuş, asıl amacını burjuva toplumsal düzeni yıkmak değil bu düzenin yaralarını sarmak olarak tarif etmiş, hatta temel şiarını “Şimdi dayanışma, şimdi yaraları sarma zamanı!” diye tarif etmekte beis görmeyen bir çizgide çakılı kalmıştır. Korona sürecinde yazdığımız gibi bu yaklaşım kendini hükümete muhalefet etmekle ve düzeni ıslah etmekle sınırlayan burjuva sosyalizminin çıplak bir örneğidir.

Ancak solun ibreyi tümüyle dayanışmaya kaydırmasının içinden geçtiğimiz dönemdeki başka bir anlamının üzerinden de atlamamak gerekir. Deprem öncesindeki dönemde sol akımların temel güçlüğü siyasal gündemler hakkında kekeme kalmasıydı. Siyasal gündem seçimlere düğümlenmişti ve konu seçimler olunca sol akımların Altılı Masa’yı açıktan ya da mahçupça desteklemek dışında bir sözü ve tutumu yoktu. Gündemi değiştiren deprem sol akımlar için bir can simidi olmuş, “seçimlerle değil dayanışmayla ilgilen” diyerek seçim gündeminden kaçmanın kılıfını yaratmıştır.

Yüzlerce, binlerce militanın ilk andan itibaren deprem için fedakarca seferber olması, depremin ilk gününden beri kararlılıkla çalışması elbette umut vericidir. Türkiye çapında tırlar, kamyonlar dolusu bir sevkiyatı sürekli kılmak da bir örgütsel kapasiteye ve beceriye işaret eder. Türkiye’de sol akımların militan kadro sorunu olmadığı gibi halkla ilişki kuramamak, kitlelerle bağ kurmamak gibi sorunları da yoktur. Bu konuları döne döne gündeme taşıyanlar asıl sorunun üstünü örtmek isteyenler, daha doğrusu çaldıkları minareye kılıf arayan tasfiyecilerdir. Bu topraklarda eksik olan devrimci siyasettir. Deprem, kendine ne ad verirse versin, sol akımların ezici çoğunluğunun birer dayanışma örgütünden başka bir şey olmadığını göstermiştir. Üstelik kendilerini görünür kılmaya çalışan akımlardan hiçbiri de bu durumdan rahatsız değildir.

Eksik olanın siyaset değil devrimci siyaset olması bir ayrıntı değildir. Nitekim bu dayanışma faaliyetlerinin siyasetle ilgisiz olduğunu söylemek de yanlış olur. Sol hareketler dayanışma faaliyetini vicdanlarından yahut iyi niyetlerinden ötürü değil elbette siyasi kaygılarla büyütmeye çalışmaktadır. Beklenti etkili bir dayanışma faaliyeti örerek, yaratılan dayanışmanın (bunu sunulan hizmetin diye de okuyabiliriz) yarattığı saygınlığı siyasi güce çevirmektir. Nasıl Hizbullah Lübnan’da kamu hizmetlerini üstlenerek güç kazanmışsa yahut nasıl Refah Partisi/AKP kapı kapı gezip kolilerce yardım dağıtarak güçlü bir kitle desteğine kavuşmuşsa, sol akımlar da etkili bir dayanışma faaliyeti örerek güç olmayı amaçlamaktadır. Başka bir deyişle tüm bu akımların vizyonu burjuva anlamda kitle partilerininkiyle özdeştir. Kitleleri iktidarı almak, hükümete karşı savaşmak için harekete geçirmeyi değil kitlelere hizmet sunarak onların gönlüne girmeyi, onları kendi etki alanlarına sokmayı hedeflemektedirler.

Hedef böyle tarif edildikten sonra sol akımların rekabetçi burjuva partileri ya da kitle örgütleri gibi hareket etmesine de şaşmamak gerekir. Sergilenen koliler, çorba kazanları, sürekli güncellenen tır sayıları adı konmamış bu rekabetin dışavurumudur. Sürekli devletin örgütsüzlüğünden ve koordinasyonsuzluğundan şikayet edenler, bir iki yerel istisna dışında, kendi aralarında ortak bir dayanışma merkezi oluşturmayı bile başaramamış, önlükleriyle, parti bayraklarıyla ayrı ayrı dayanışma faaliyetleri örmeye yoğunlaşmışlardır.

Lassalecılık ve Proudhonculuk Arasındaki Salınımlar

Kendini yaralara sarmaya veren sol akımların depreme dair bu tutumları elbette köksüz, geleneksiz değildir. İşçi hareketi içindeki yüz seksen yıl önceki tartışmalarda şekillenmiş, Lassalecılıkla Proudhonculuk arasında salınan programatik temelleri vardır.

Devletle birlikte sermaye üzerinde denetim kurmayı savunan Lassalecılığın temsilcileri, devletin yokluğu üzerinde durmaktadır. Buna göre devlet sermayenin hizmetine girdiği için yozlaşmış, bilimdışı ellerde idare edilir hâle gelmiştir. Emekçilere onların ihtiyaçlarını karışılayacak hizmetleri sunmayıp, zenginleri kayırmaktadır. Devletin küçülmesini, piyasaların hakimiyetini savunan “neoliberalizm”le birlikte devlet çok daha etkisiz bir hâle gelmiştir. Yapılması gereken, sermaye sınıfının üzerinde etkili bir kamu denetimi kurmaktır. Bunun için sosyalizm propagandası yapan bir partinin kitlesel bir güce kavuşması ve seçimleri kazanması yeterlidir. Kemal Okuyan’ın depremin ikinci günündeki demeci çok açıklayıcıdır: “Bir daha aynı şeyler yaşanmasın diye konuşmamız gereken şeyler var… Buralarda yine inşaat şirketlerini zengin etmeye kalkarlarsa bu halkın öfkesini onların başının üstüne yıkarız.” Önümüzdeki seçimlerde, “elbette politik bir destek vermeden/kefil olmadan”, CHP’ye destek sunacağı için TKP Genel Sekreteri hırsız sermayedarlarla hesaplaşmayı bir sonraki sefere ertelemekte, “Neden bu halkın öfkesini şimdi onların başına yıkmıyoruz?” sorusunu sormamakta “bir daha böyle bir şey yaşanırsa” kalıbını kullanmaktadır.

TKP bu zemindeki en çarpıcı örnek olsa da tek örnek değildir. Neoliberalizm karşıtı bir dizi akım onunla aynı zeminde buluşmaktadır. Devletin sınıf karakterini gözardı eden Lassalecı kamuculuğun bir diğer versiyonunu ise troçkist akımlar sergilemektedirler. Bu akımlar da, sözümona propagandizmden uzak durma, somut sorunlara somut çözümler getirme ve devletin aczini sergileme maksadıyla devletten bir dizi talepte bulundular. Seferberlik ilan edilmesinden fahiş zamlar yapan şirketlerin kamulaştırılmasına, kredi kartı borçlarının iptalinden İsrail’e reklam yasağı getirilmesine bir dizi  “geçiş talebinde” bulunan bu akımlar iktidarı almakla ilgili bir şey söylemedikleri, bununla uyumlu bir eylem çizgisi geliştirmedikleri için aslında hükümete eleştirel destek verip, onu güçlendirmektedirler.

Solda en az bu Lassalecı eğilim kadar yaygın olan bir ikinci eğilim ise dayanışma faaliyetlerini yücelterek, dayanışma faaliyetlerini temel alan bir işçi iktidarı ve belediyeci sosyalizm propagandasına dayanan Proudhoncu yaklaşımdır. Buna göre emekçiler özgüçlerine dayanarak etkin bir dayanışma örmüşlerdir ve aslında burjuva devlete ihtiyaç duymadıklarını göstermişlerdir. Emekçiler sorunlarına sahip çıkmak için dayanışmayı ördükleri gibi elbirliği yaparlarsa kendilerini kurtarabilirler, sosyalizmi inşa edebilirler. Tüm kamu kaynaklarının dünya çapında harekete geçirilmesini, üretici güçlerin üzerinde ortak ve merkezî denetim kurmayı savunan komünizmi mahalli bir dayanışmacılığa indirgeyen bu sosyalizm anlayışı, sınıfın iktidarı sorununu atlarken birinci yaklaşımla ortaklaşır. Halbuki söz konusu dayanışmanın mahalli temelde örülmesi için bile hükümetin devrilmesinin şart olduğunu söylemek gerekir.

Fesadı ve Şiddeti Karşı Devrimciler Değil Devrimciler Örgütlemeli

Solun deprem sürecindeki apolitik tavrını en iyi gösteren Ümit Özdağ’ın pompaladığı Suriyeli düşmanlığı kampanyasıdır. İlk günden itibaren Suriyeli yağmacılardan söz edip, güvenlik güçlerinin Suriyelileri vurması gerektiğini söyleyen, el altından maskeli timlerce işkence edilen Suriyeli videoları yayan Özdağ kendi cephesinden tümüyle politik bir kampanya yürütmüş, dayanışmacı solun aksine deprem sürecini politik olarak güç kazanmak için kullanmıştır.

Özdağ karşısında verilen tepkiler  ise liberal bir ırkçılık karşıtlığıyla aynı derecede liberal “Umut Özdağ tutuklansın”  talebi arasında gidip gelmektedir. Konu yağmacılar olunca da, sol akımlar yağmanın ciddi bir problem olmadığını, yağma yapan varsa da bunların adalet güçlerine teslim edilmesi gerektiğini savunan bir hatta ortaklaşmaktadırlar. Halbuki deprem sürecinde sol akımların siyaset yapma imkanı, hükümetin gizli destekçisi, devlet görevlisi Özdağ’dan ve onun çapsız hareketinden çok daha fazlaydı. Ulaşım zammını protesto etmek için metrolara turnikelerden atlayarak binme kampanyası düzenleyen akımlardan hiçbiri marketleri kamulaştırmak için ortak komiteler oluşturmaya çalışmamıştır. “Yağmacıları yargıya teslim edelim” demek yerine, “yağmacıları halk mahkemelerinde yargılayıp cezalandıralım” demek de mümkündü. Özdağ göçmenleri hedef gösteriyor diye şikayet etmek yerine, AKP’lileri ve MHP’lileri hedef göstermek, hükümete karşı bir savaşı körüklemek mümkündü. Tüm bunlar en azından yerel düzlemde iktidara meydan okumak anlamına gelirdi ve solun gerçek anlamda hükümet karşıtı politik bir güç olarak sahaya çıkmasına hizmet ederdi.

68 kuşağının ve TİP etkisindeki gençlik hareketinin sembol eylemlerinden biri Hakkari’deki Zap Nehrine kendi olanaklarıyla bir köprü yapmalarıydı. ’71 kopuşu Zap’a köprü yapmaya gidenlerin Nurhak’a, Kızıldere’ye çarpışmaya gidişiydi aynı zamanda. Takipçileri iktidar hedefli bir mücadele yürütmemiş olsa da, bu ruhun esintisiyle Migros kamyonlarına el koymuştu. Bugün sol akımların kendini dayanışmayla sınırlayan bir faaliyete geri dönmesi aynı zamanda Zap Köprüsü’ne geri dönüştür ve Köz’ün arkasında duranlar dışında 71 Kopuşu’nun takipçisi olma iddiasındaki bir başka akım kalmadığını anlatır.

Solun kendini dayanışmacılığa vermesi, siyasi partilerin yardımlaşma sandıklarına dönüşmüş olması bu faaliyetleri küçümsemeyi gerektirmez. Dayanışma faaliyetleri elbette emekçilere ulaşmanın bir aracıdır, nitekim bolşevikler de bu tür araçlara başvurarak geri çekilme dönemlerinde emekçilerle olan bağlarını korumayı bilmişlerdir. Ancak bu tür faaliyetler sadece emekçilerle bağ kurmak için bir araçtır, kendi başına siyasi bir faaliyetin yerini tutmaz. Önemli olan bu aracın kendisini kullanarak siyaset yapma imkanları yaratmaktır.

Solun geniş kesimlerinin kendisini toplumsal dayanışma faaliyetine verdiği koşullarda, bu faaliyetleri küçümseyerek onlardan uzak durmak kendini sol akımlardan tecrit etmek dışında bir sonuç üretmez. Yapılması gereken bu faaliyetlerin içinde, solun aksine reklamcı ve rekabetçi olmayan bir şekilde yer almak, kendi ayrım çizgilerini halkın hükümete karşı harekete geçirilmesini savunan siyasi söylem ve eylemle çekmektir.

Solun içinde bulunduğu durum devrimci parti eksikliğinden bahsetmeden anlaşılamaz. Solda hüküm süren bu liberal çizgi esas olarak devrimci bir yönelimi ete kemiğe büründürecek, burjuva sosyalizmiyle gündelik politik bir mücadele içinde etkili bir kavgaya tutuşacak, halkı hükümete karşı harekete geçirecek bir partinin bulunmayışından kaynaklanıyor. O bakımdan da bu sorunu çözmek isteyenlerin öncelikle devrimci partiyi yaratma sorununu önlerine koyması gerekir.

Devrimci bir partiyi yaratacak güçler bunu ancak devrimci bir siyasal çizgide yürüyecek eylemli bir mücadeleyle gerçekleştirebilirler. Deprem bu siyasi mücadeleyi ertelemenin, hedefini ve yönünü değiştirmenin değil onu daha da enerjik bir biçimde yürütmenin gerekçesi olabilir. Deprem, seçim boyunca yükseltilmesi gereken “Düzen partilerine iki turda da oy yok! Hükümete karşı emekçilerin seferberliği çağrısında bulunmak için kendi adayımızı destekleyelim” çağrısının önemini azaltmamış, arttırmıştır. Köz’ün arkasında duran komünistler bu çizginin takipçisi olmayı sürdürecekler. Devrimci kaygıları olan tüm kesimleri, seçim sırasında ve sonrasında hükümete karşı bir emekçi seferberliğini örmek için ortak ve devrimci bir eylembirliği zeminine çağrımaya devam edecekler.