Boğaziçi Dayanışması’nın 4 Nisan’da düzenlediği “Siyasetten Korkmuyoruz: Siyasetlerle Boğaziçi Direnişini Tartışıyoruz” adlı panele katıldık. Devrim ve sosyalizm iddiası taşıyan birçok parti ve çevrenin katılım gösterdiği panelde, KöZ adına Orhan Dilber söz aldı. Bu paneli düzenleyip bize söz verdikleri için Boğaziçi Dayanışması’na teşekkür ediyoruz.  Panelde söz alan kurumların konuşmalarının genel hatları şöyleydi:

Devrimci İşçi Partisi adına konuşan konuşmacı bugün Boğaziçi Üniversitesinde verilen mücadelenin kayyıma karşı değil, kayyımı atıyanlara karşı da verildiğini söyledi. Bugünkü rejimi bir “istibtad rejimi” olarak tanımladıklarını, bunu da keyfi ve baskıcı bir yönetim olarak tariflediklerini ifade etti. Boğaziçi özelinde de bunun aslında istibdata karşı hürriyet mücadelesinin bir mevzisi olduğunu söyledi. Bugün direnişin merkezinin Boğaziçi Üniversitesi olması gerektiğini, bunu tariflemenin bundan sonraki eylemlilikler adına etkili olduğunu söyledi. Neler yapılması gerektiği konusunda ise kitlesel boykot ve akademisyenlerin tam katılımı ile örgütlenebileceği bir grevden bahsetti.

Devrimci Hareket’in konuşmacısı Boğaziçi meselesinin memleketin ahvalinden bağımsız değerlendirmenin mümkün olmadığını söyledi. Bugünkü rejimin “sömürge tipi faşizm” olduğunu belirtirken, bu faşizmin her gün saldırarak kendini yeniden üreten bir biçime sahip olduğunu ifade etti. Biz bugün “demokratik ülke, demokratik üniversite” istiyoruz derken bunların birbirlerini yadsıdıkalrını düşünmüyoruz dedi. Bugün, kayyım atayarak sadece Boğaziçi Üniversitesine değil, nisbi temsilin olduğu her yere saldırıldığından bahsedip İstanbul Üniversitesi deneyiminden bahsetti.

Emek ve Adalet temsilcisi Boğaziçi direnişinin Şehir Üniversitesi deneyimi ile belirli benzerlikler taşıdığı üzerinde durdu ve saldırıların tamamının demokratik alanların ilgası etrafında düşünülebileceğini söyledi. Halkların kardeşçe ve eşit bir şekilde yaşadığı bir toplum ufkuna sahip olduğunu belirtirken, bu ufkun kazanılması için buranın öznelerinden bağımsız bir hat örülmesinin ikameci bir tutum olacağından bahsetti.

Halkevleri adına konuşan konuşmacı, faşizan bir süreçten geçildiğini vurgularken, rejim değişikliğinin ve yetkinin tek bir elde toplanmasının altını çizdi. Tüm dünyada hâkim olan “neoliberalist patriyarkanın” içinden geçtiği krizden bahsederken, bunun Türkiye üzerindeki yansımalarından bahsetti. Sadece Boğaziçi değil, genel olarak kayyım meselesinin, iktidarının meşruiyet kaybının ve yönetme krizinin göstergesi olduğunu söyledi. Buna karşı itirazın Boğaziçi’nden çıkmasının doğal olduğundan bahsederken, bu itirazın çeşitli toplumsal hareketlerle “Bu direnişin birleşmesi adına uğraştık ve böyle devam edeceğiz.” dedi.

İşçi Demokrasisi Partisi temsilcisi, gözümüzün önünde bir sınıf savaşı yaşandığından bahsederken, “2008 krizi ile birlikte egemen bloklar arasındaki yeni sözleşme ihtiyacından bir başkanlık rejimi doğdu, ama bu başkanlık rejimi güncel hak ve özgürlükler ile birlikte yürüyemez” dedi. Şu an yaşanılan çatışmanın da bunun eseri olduğunu ifade ederken, mücadelenin içinde olmaya devam eden dayanışmaları ve dayanışma örgütlenmelerini güçlendirip birleşik mücadele etrafında hareket etmemiz gerekiyor dedi.

Halkların Demokratik Partisi adına konuşan konuşmacı, bu sürecin bir kayyım rejimi olduğunu ve uzun süredir örüldüğünü anlattı. Kayyımlar bir yönetim biçimi haline geldi, Boğaziçi direnişinin başarısı, kayyıma itirazı toplumsallaştırabilmesiydi dendi. Biz, her alanda mücadelenin parçasıyız ve devam etmesi için de elimizden geleni yapacağız şeklinde de bir vurgu yaptı.

Kaldıraç temsilcisi, 4 Ocak’taki tepkiyi pandemiden dolayı kimsenin beklemediğini söyleyerek, öğrencilerin siyasi özneler olarak var ettiğini belirtti ve Boğaziçi direnişinin belirgin özelliklerinden birinin bu olduğunu söyledi. Atanan rektörün kayyım olarak atanmasının, Kürt illerindeki baskıyı da görünür kıldığından bahsetti. Bununla beraber, Bimeks işçileri ile öğrencilerin yan yana olması, LGBTİ+ mücadelesine yönelik saldırılarda öğrencilerin yek vücut tavır almasının oldukça değerli olduğunu söyledi. Okul yönetme araçlarının oluşturulması, meclis ve rektörlük seçimlerine odaklanmanın, bileşenler meclisinin öneminden bahsetti.

Komite dergisi, proleterleşme dalgasının en çok etkilediği gruplardan birinin üniversiteli gençler olduğunu ifade ederken, üniversitelerde yaşanan bu dönüşümün gençlik hareketi olarak adlandırılması için yaygın ve sürekli olması gerektiğinin altını çizdi. Bir hareketin kendi aşamaları olduğundan, yenilgilerin ve zaferlerin doğallığından bahsederken, en önemli meselenin karşılaşmalar olduğunun altını çizerek direnişin farklı özneleri arasındaki karşılaşmaların somut taleplerde birleşmelerin önünü açacağının altını çizdi.

Mücadele Birliği temsilcisi, bugün devrimci Marksizmi-Leninizmi dile getirmenin kolay olmadığını belirterek, bunların bedelleri olduğundan bahsetti. Pandemi konusuna değinirken, işçilerin-emekçilerin herkesin eve kapatılırken öğrencilerin alanlarda olmasının herkese umut olduğunu söyledi. Boğaziçi direnişine “direniş” denilmesinden yola çıkarak, bu kelimenin var olan mevzilerin korunması anlamına geldiğini, fakat Boğaziçi direnişinin bununla sınırlı kalmayıp, kendi kendini yönetmeye talip olduğunu kanıtladığının altına çizdi. “Okyanus metaforu” üzerinden, hem madenci eylemlerinin hem de Gazi ayaklanmasının Boğaziçi direnişi ile paralelliğinden bahsederken, Boğaziçi direnişinin de devrime götürecek olaylardan bir tanesi olduğuna dikkat çekti. Hangi toplumsal olayın devrime sebebiyet vereceğini bilinemeyeceğini belirten Mücadele Birliği temsilcisi, her direnişin desteklenmesi gerektiğinin altını çizdi. Umutlu olmanın öneminden bahsederken, işçi sınıfına ve Kürt hareketine Boğaziçi direnişinin anlatılmasını, böylelikle bu direnişin bu ve benzeri çeşitli muhtelif hareketlere de umut taşıyabileceğinden bahsetti.

Sosyalist Emekçiler Partisi adına söz alan konuşmacı, Boğaziçi direnişinin nasıl bir dinamik içerisinde şekillendiği noktasında, dünyanın içinde bulunduğu konjonktürün bunu açıklayacağından bahsetti. 2008 küresel krizinden beri dünyanın dört bir yanındaki isyanlar ve Türkiye’de de, AKP’nin giderek otoriterleşmesi üzerinden anlattı. Boğaziçi’nin iktidarın hedefinde “fazlasıyla” olmasını ise, gençlerin dinamizminden ve bu dinamizmin iktidar için oluşturduğu tehlikeden bahsederek açıkladı. Boğaziçi direnişinin yeni bir umudu beraberinde getirdiğini dile getiren temsilci, tam da pandemi ortamında böyle bir umudun yaratılmasının faydalarından bahsetti. Ne yapılabileceği konusunda ise, bugün devrimcilerin tarafında değil de Cumhur İttifakı tarafında yer alan emekçilerin ve ezilenlerin örgütlenmesi ve onlara siyasetin taşınmasının gerekliliğinden bahsetti.

Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi temsilcisi ise, Melih Bulu’nun kayyım olarak atanmasının faşizmin bir devlet biçimi olarak kurumsallaştırmanın bir adımı olduğunun altını çizdi. Melih Bulu’nun AKP’nin üniversitede yapmaya yeter olmadığı noktalarda onun bir aracı olduğunu ifade etti. Sadece Melih Bulu’ya karşı direnmenin de önemli olduğundan bahseden konuşmacı, ne yapılması gerektiği konusunda ise Boğaziçi’nin yalnızlığından kurtarılması gerektiğini belirterek toplumsal muhalefetin diğer kesimleriyle ilişkiler örülmesinin gerekliliğinden bahsetti.

Türkiye İşçi Partisi temsilcisi, verilen mücadelenin kitleselliğinden bahsederek, bu direnişinin toplumun geniş kesimlerinin desteğini almasının bu direnişe özgü olduğunu söyledi. Esas sorunun bu direnişin toplumsallaştırılması olduğundan bahsederken, Melih Bulu’nun hedef tahtasına oturtulması ile birlikte tüm kayyımların hedef olacağını vurguladı.

Ezilenlerin Sosyalist Partisi temsilcisi, 3 ayı aşkın süredir Melih Bulu’nun kayyım olarak atanmasıyla birlikte harekete geçen öğrenci hareketinin öncülüğünde, bu hareketin toplumsal bir mücadele zeminiyle birlikte canlı bir politik saflaşma sürecinden geçildiğini söyledi. Bu saflaşma canlılığını korurken, mevcut faşist iktidarı yıkma anlamında önemli bir dinamik olduğunun altını çizdi. Boğaziçi direnişinin bir günde ortaya çıkmadığını söylerken, hem üniversiteli devrimci öğrenci hareketi bağlamında bir birikimi mevcut olduğunu, ikinci olarak da faşist Erdoğan rejiminin ve onun bağlı olduğu küresel kapitalist sistemin toplumun üzerinde politik özgürlük bağlamında yarattığı basınç ve öfkeden bahsetti. Bu öfkenin de, kendisini Boğaziçi özelinde gösterdiğini söyledi. Faşizm tespitleri konusunda kendilerine gelen eleştirilere değinerek, bugün teorik bir tartışmadan ziyade, “mücadelenin mızrak ucunun nereye çevrilmesi gerektiği” adına yapılan bu “faşizm” tespitinin önemli olduğunu belirtti. Faşizmi başımıza gelen bir felaket veya yürütücülerin sorunlarının, kendi şeytani niyetleriyle açıklanacak bir olgunun değil, belirli bir sınıfın “terörist diktatörlüğü” anlamına geldiğini söyledi.

Devrimci Sosyalist İşçi Partisi temsilcisi, geçtiğimiz birkaç yılda dünya kapitalizminin önemli krizler içinden geçtiğini, dünyada yaşanan ekonomik-iklimsel krizlerle birlikte dünyanın egemenler için yönetilemez hale geldiğini vurguladı. 2008’den itibaren, dünya genelinde burjuvazinin, aşırı sağcı-otoriterleri desteklediğini söyleyerek, bunun yansımasının Türkiye’de de görüldüğünü söyledi. Türkiye’nin otoriterleşmesinin sebeplerinden bir tanesinin, Kürt hareketinin ortadoğuda önemli bir siyasal özne olarak kendi iradesini eline alma potansiyelini göstermiş olmasına bağladı. DSİP’in önerisini “antikapitalist blok” kurmak olarak açıklayan temsilci, muhtelif direnişlerin bir araya gelerek işçi sınıfının en geniş kesimlerinin bir araya geldiği tabandan yükselen çalışmaları örgütleyecek işler yapmaları olduğunu belirtti.

Devrimci Parti temsilcisi, faşist iktidarın kendisinin rıza üretemediğini belirterek kayyım siyaseti ile beraber ülkeyi yönetmeye çalıştıklarını söyledi. Saldırının birleşik olduğunu, Amed’in ve Şırnak’ın başına atanan kayyımla, Boğaziçi’ne atanan kayyımın aynı yerden atandığını belirterek, bu saldırılara karşı birleşik mücadele etmenin öneminden bahsetti. Kürdistan’ın sömürgeleştirici saldırılarına karşı direnişle birlikte batıdaki işçi sınıfının sömürüsüne karşı direnişin birleştirilmesinin öneminden bahsetti. Üniversiteyi tasfiye etme sürecinin yeni olmadığını vurgularak, diğer üniversitelerle birlikte olarak bir savunma hattı yürütülmesi gerektiğini söyledi. Faşizme karşı mücadelede, herkesin faşizme karşı konum aldığı bir durumda olduğumuzu vurgularken, iktidarın bir kriz içersinde olduğunu belirterek bu durumun iktidar karşıtı olan herkesi “terörist” ilan etmeye kadar vardığını söyledi. Boğaziçi direnişini de bu perspektifte yorumlayarak, Boğaziçi hareketine bir şey önermekten ziyade, tersine bir okuma yaparak, bu hareketten birleşik mücadelenin gerçekliğinin görüldüğünün altını çizdi.

Birleşik Devrimci Sınıf Platformu temsilcisi, 2013 Gezi direnişinden bu yana, yeni bir Gezi direnişinin yaratılmasının en iktidarın en büyük korkusu olduğunu söyleyerek Boğaziçi direnişinin de iktidarın bu korkularını yeniden canlandırdığını söyledi. Sorunların önemli bir kısmının kapitalizmin yapısı ile ilgili sorunlar olduğunu söyleyerek, muhtelif toplumsal mücadelelerin önünün baskı ve zorbalıkla kesilemeyeceğini belirtti. Birçok sorunun yanında, birçok mücadelenin verildiğini vurgulayan konuşmacı, toplumsal bir birleşik mücadele hattı örülmesinin gerekliliğini vurguladı.

KöZ adına söz alan konuşmacı yoldaş, Boğaziçi eylemlerinin yanlış anlaşılan ve anlatılan bir mesele olduğundan bahsederken, “üniversite, demokratik, akademik” sorunlar ile ilgili bir olaylar gibi ele alınıp buna çare aranmasının yanlış olduğunun altını çizdi. Meselenin aslını anlayan iki karşıt kutubun ise, birincisinin iktidar ikincisinin ise Boğaziçi Dayanışması olduğunu söyledi. Bu iki karşıt kutubun meseleyi algıladığı yerden bakılmasının gerekliliğini vurgulayan yoldaş, hükümetin Boğaziçi eylemlerinin basit bir demokratik üniversite mücadelesi olmadığının farkında olduğunu değişik vesilelerle, özellikle muhtelif eylemlere nasıl müdahele ettiği ve ne tür tedbirler aldığıyla görülebileceğinden bahsederken, diğer taraftan Boğaziçi Dayanışması bakımından da düzenlenen panelin çehresi itibariyle bu sorunun “devrimci siyaset” ile ilgili olduğunun, davet edilen muhtelif konuşmacıların kimliklerine bakıldığı anda anlaşılacağından bahsetti. Hükümetin atadığı kayyım rektör vasıtasıyla üniversiyi yönetemediğini ve yönetemeyeceğinin altını çizen yoldaş, Boğaziçi Dayanışmasının da esas itibariyle bu sorunun üniversite çerçevesinde ele almadığını, nitekim akademisyenlere değil, devrim ve sosyalizm iddiası taşıyan çevrelere çağrı yaptığını vurgulayarak meselenin “devrim sorunu” olduğundan bahsetti. Boğaziçi Üniversitesinde patlak veren eylemlerin, “kralın çıplak olduğunu” haykırmaktan ibaret olduğunu söyleyen yoldaş, ortada istediği gibi her şeyi yöneten ve her istediğini yapan bir “tek adam” kisvesi altında kırık bir koltuk değneğiyle tek başına ülkeyi idare etmeye çalışanların, kriz içindeki rejimin son bekçileri olduğunun altını çizdi. Muhtelif yerlere atanan kayyımların, esas olarak bir yönetememe hali olduğunun altını çizen yoldaş, asıl sorunun bu kayyımları atayan kayyımlar olduğunun altını çizdi. TC’yi yönetme iddiasıyla ve misyonuyla hareket edenleri, esas itibariyle “yönetme kapasitesinde olmayan emperyalist güçler tarafından ortadoğudaki gericiliğin bekçisi olarak atanmışlar” olarak niteledi. Yönetememe krizinin, yönetme durumunun kendisinin çok çapraşık olduğundan değil, bahis konusu hükümetin esas itibariyle bir ortadoğu gericiliğinin bekçisi olduğu için, ikinci olarak 12 Eylül rejiminin son bekçisi olduğu için yönetemediğinin altını çizdi. Yönetemediğinin besbelli olmasını ise, 12 Eylül rejiminin anayasasını neresinden değiştirmekle meşgul olan iktidarın güçsüzlüğünü belirterek açıkladı. “İşin doğrusu, neresinden değiştirilirse değiştirilsin, Kenan Evren’in kendisi için biçtiği bu kaftan, mirasçısı olduğu Tayyip Erdoğan’a da uymaz” dedi. Emperyalist güçlerin herbirinin de bir yönetememe içerisinde olduğunu belirten yoldaş, dünyanın efendileri olduğu iddiasını güdenlerin bu iddiayı yerine getiremeyeceklerini söyledi. Asıl krizin Boğaziçi ile alakalı olmadığının altını çizerek bu durumun esas itibariyle ortadoğunun ve Türkiye’nin yeniden nasıl kurulması gerektiği olduğunu söyleyen yoldaş, tüm sorunların bu gerici rejimin bir bütün olarak parçalayıp atmak için ne yapılması gerektiği konusunda düğümlendiğini belirterek, sorunun devrim sorunu olduğunun altını çizdi.

Öteden beri, bu devrim sorununa muhtelif çözümler arayan muhtelif çevrelerin oldukça fazla olduğunu söyleyen yoldaş,  yeni reçetelerin bir anlam ifade etmediğini ve tam da bu yüzden KöZ’ün yeni formüller arayış içersinde olmadığını belirterek; KöZ’ün, daha önceden getirilmiş çözümlerin en iyisini rehber edinip bu istikamette yürüyen komünistlerin birleşmesini amaçladığını ifade etti. Bu itibarla, tam da bu devrim düğümünün çözülmesi için gerekli çıkış yolunu bulmak arayışı içerisinde olanlara hitap ettiğini söyleyerek, tek çarenin, bolşevizmin dayandığı ilke ve esasları aynen izlemek olduğunu vurguladı. Aradan geçen bunca zaman ve koşula rağmen, bu esasların değiştirilmeye muhtaç olup olmadığını düşünenlerin de az olmadığını söyleyen yoldaş, daha iyi ve doyurucu bir formülü bulana rastlanmadığının da altını çizdi. KöZ’ün iddiasının esas itibariyle, bolşevizmin ilke ve esaslarına bağlılık iddiası taşıyan komünistlerin bir araya gelerek, yeni bir yol ve çıkış perspektifi bulmak gerekiyorsa da, bunları ancak daha önce denenen ve sınanan, isabetli olduğu belirlenen ilkelere ve esaslara bağlı kalarak bulunabileceğini ifade etti. Ancak bu temellerde bir araya gelen komünistlerin bulacağı çözüm ve öne süreceği perspektiflerin devrim sorununa çare olacağını belirtti. KöZ’ün kısmi sorunlar etrafında yürütülen mücadelelere yapabileceği en iyi katkının, en iyi bildiğimiz, profesyonel devrimciler olarak yapmakla yükümlü olduğumuz ve sonuç itibariyle de sadece bu tür devrimcilerin yerine getirebileceği devrimi yapmak için mücadeleye önderlik edecek bir devrimci partinin, Komünist Enternasyonali kuran komünistlerin tuttuğu yolu takip etmek suretiyle yürümek olduğunu söyledi. Bu ödevimizi yerine getirdiğimizde, esas itibariyle Boğaziçi’nde ya da başka yerlerde muhtelif ve kısmi mücadelelerin kıskacından kurtularak, çözümü devrim ve sosyalizm iddiasında bulunan öznelere danışarak, bu öznelerin sunacağı çözümlere ihtiyaç duyarak hareket eden devrimcilere yapabileceğimiz en iyi katkının bu olduğunu belirtti. Bu mücadelelerin içerisinde şekillenen devrimcilerle, tam da bu yolda ve bu yolun sona erdirilmesi noktasında buluşacağımızdan eminiz diyerek sözlerini noktaladı.

Boğaziçi eylemleri üç ayı aşkın süredir devam ediyor.

Konuşmaların ardından soru cevap bölümüne geçildi. KöZ’e yöneltilen sorular şöyleydi:

 68 kuşağı diye bilinen ve gerçekleştirilen eylemler ve yönelimler ile Boğaziçi eylemlerinin benzerliği kurulabilir mi?  Boğaziçi eylemcilerinin ihtiyacı alkış değil devrimci parti deniyor. Bu tespit ile kast edilen nedir? Boğaziçi’nin ihtiyacı nedir?

KöZ’ün ardında bulunan “komünistler” her sorunun cevabına; birleşik komünist parti kurulsun dışında bir çözüm sunacak mı? Kim kuracak bir partiyi?

“Kim kuracak bu partiyi?” sorusunun bu forumun sorusu olmadığını vurgulayan yoldaş, bu partinin esas itibariyle, Türkiye’de ilk kurulan komünist partisinin referanslarını ve hedeflerini, amaç ve ilkelerini benimseyen komünistlerin kendi aralarında yapacakları tartışmalarla kurulacağını söyledi.

68 kuşağı ile ilgili soruya ise, Boğaziçi eylemcileri ile 68 kuşağı arasında bir bakımdan bağ kurulabileceğini söylerken, aynı şekilde kurulamayacağından bahsetti. O günlerde mücadele edenlerin oportünistlerden ve revizyonistlerden kurtulmak amacıyla yola çıktığını söylerken, verdikleri mücadelelerin çıkış noktasının üniversite mücadeleleri değil, 15-16 Haziran hareketinden gelerek çıktığını vurgulayan yoldaş, TİP ve TKP’den ayrı, başka bir devrimci parti hareketi kurmak için yola çıktıklarını söyledi. Çıkış noktalarında bir benzerlik olmadığını söyleyen yoldaş, varış noktası bakımından da bir fark olduğunu, bugünkü forumda da görüldüğü gibi ortada sadece TİP ve TKP değil, birçok devrimci ve sosyalizm iddiasında olan parti ve çevreyle bunu tartıştığının, 68 ve 71 devrimcilerinin vardıkları sonuca peşinen vardıklarını söyledi. Aradan geçen bunca zaman sonra, sıfırdan başlayarak aynı şeyleri yapmalarının beklenmeyeceğini, aynı sonucu çıkartıp siyasetten korkmuyoruz diyerek, var olan siyasetlerin ne gösterdiğini sorduklarını söylerek, Boğaziçililerin bu dersi geçtiğini söyledi.

Bolşevizmi kendisine referans alarak yola çıkmış KöZ’ün önerisinin, Boğaziçililerin siyasetten korkmayarak ve siyasetlerle direnişi tartışmakla başlattıkları bu yolun makul devamı adına 1 Mayıs’ta alanlarda olmaktan geçtiğine işaret etti. 1 Mayıs’ın anılması gereken bir gün olmasının dışında, esas itibariyle ciddi bir siyasal atılım vesilesi olduğunu dile getiren yoldaş, önümüzdeki 1 Mayıs’a, 2015’te hükümeti ilk defa yenilgiye uğratan, ve bu yüzden rehin tutulan, engellenen ve baskı altında tutulmaya çalışılan HDP’nin, aynı zamanda hükümete karşı verilen mücadelede HDP’yi görünmez kılmayı amaçlayan diğer gerici Millet İttifakı’na karşı bir başka ittifakın zeminini oluşturması açısından önemli olduğunun altını çizdi. Boğaziçililerin de çıktıkları bu yolda atmaları gerektiği somut adımın bu 1 Mayıs’ta görülebileceğini söyledi. Önümüzdeki 1 Mayıs’a, hem Cumhur İttifakı’nın korktuğu hem de Millet İttifakı’nın görünmez kılmak istediği HDP’ye sahip çıkarak, kendi ayaklarımızla yürüyerek gideceğimiz bir yolda, 1 Mayıs’ı bunun ilk adımı haline getirmemiz gerektiğine değindi. Cumhur İttifakı’nın baskı ve tehditlerine aldırmadan, Millet İttifakı’na kanmadan, kendi yolumuzu ancak kendimizin açabileceğini söyleyen yoldaş, “bayraklarımızı karıştırmadan, bu 1 Mayıs’a en güçlü bir şekilde yürümenin, Boğaziçi’nde başlayan direnişi kendi yolunda, hedeflerine doğru ulaştırmanın en isabetli, makul ve aynı zamanda en anlaşılır yolu” olacağını ifade etti. Bugünün en önemli devrimci görevinin de 1 Mayıs’ta “Tüm politik tutsaklara özgürlük” şiarını da yükselterek alanlarda olunması gerektiğini söyleyen yoldaş, sözlerini noktaladı.

Referans aldığımız bolşevizmden ve yıllardır yürüttüğümüz devrimci siyasetten öğrendiğimiz, 1 Mayısları gerici ittifakların dümenine girmiş oportünistlerin ve reformistlerin bir karnavalı olmaktan çıkartıp, günün gerektirdiği devrimci tutumu alarak devrimcilerin bağımsız mücadele hattını belirlenmesi adına alanlarda olmaktır. 1 Mayıs bir bayram değil, devrimcilik iddiası taşıyan bütün unsurların günün gerekli devrimci tutumunu alıp almadıklarının ölçüleceği bir sınavdır. Bugünün devrimci görevi de, 1 Mayıs’ta alanlarda Rojava Devrimi’ni savunmak, Cumhur İttifakı’nın korktuğu Millet İttifakı’nın görünmez kılmak istediği HDP’ye sahip çıkarak, “HDP’yi kapattırmayacağız!” demektir. Nitekim devrimcilik iddası taşıyan bu kadar çok parti ve çevrenin yer aldığı bir panelde, KöZ’den başka 1 Mayıs vurgusu yapan olmadı.

Bununla birlikte, elbet Boğaziçililerin de kayyıma karşı verdiği mücadelenin başarılı olmasının yegâne koşulu, günün devrimci gerekliliklerini yerine getirmekten ibarettir. Boğaziçi’ndeki kayyımdan kurtulmak, Rojava Devrimi’ni sahiplenmekten, “HDP’yi kapattırmayacağız!demekten ve “Tüm siyasi tutsaklara özgürlük!” şiarını yükselterek 1 Mayıs’ta miting alanlarında olmaktan geçer. Kayyımlara karşı verilen mücadelenin de, ortadoğuya barışı getirecek, gericiliği kökünden silip atacak devrimin ilk adımı da, 1 Mayıs’ta alanlarda, bayraklarımızı karıştırmadan, omuz omuza durmaktan geçer. Tüm Boğaziçi direnişçilerini, 1 Mayıs’ta “HDP’yi Kapattırmayacağız!”, “Tüm siyasi tutsaklara özgürlük”, “Rojava’nın düşmanları ezilenlerin düşmanıdır!” şiarlarını sahiplenmeye, alanlara çağırıyoruz!

Yaşasın 1 Mayıs! Bijî Yek Gûlan!

 Boğaziçi Üniversitesinden Komünistler