Köz olarak her yıl düzenlediğimiz kampımızı bu yıl da Balıkesir’de 11-12-13 Ağustos tarihlerinde gerçekleştirdik. Yoğun kamp programında bir dizi siyasi gündemi kapsamlı biçimde ele aldık. Komünist siyasetin sorunlarını ele aldığımız beş oturumda; “Çıkmaz Sokaklar, Engebeli Sarp ve Dolambaçlı Yollar: Seçim Sonrası Siyasal Tablo ve Devrimcilerin Görevleri”, “Devrim ve Karşı Devrim Arasında: 1908’den Bugüne Türkiye’de Rejim”, “Sosyal Devlet Arayışları ve Yakarışları: Finans Kapital ve Türkiye”, “Unutulan Ayrım: Komünist Manifesto’dan Komintern’e Sınıf Ve Parti İlişkisi”, “Ayakları Yere Basmayan Kim? Kürdistan Üzerine Tezler” başlıklarında paneller gerçekleşti. Birikim ve Deneyimlerimiz başlığı altında gerçekleşen beş oturumda ise; “2023 Seçimleri ve Emekçilerin Seferberliği İçin Bağımsız Aday Kampanyası”, “ Varoşlarda Sınıf Çalışması”, “AKP’nin Yükseliş ve Çöküş Dönemlerinde İşçi Örgütlenme Deneyimleri”, “Onuncu Yılında Gezi: Gezi’de Devrimciler”, “Koç ve Boğaziçi: İki Üniversite İki Direniş” konularında komünistlerin siyasi mücadeledeki birikimleri ve edindikleri deneyimlerin dersleri aktarıldı. Kamp etkinliklerinden üçünde Enternasyonal Komünist İşçi Birliği’nden konuşmacılar yer aldı. Konuşmacı olmak üzere katılacak olan Köstebek Kolektif sağlık problemleri nedeniyle katılamadı. Komite adına konuşmacı olacak olan Başaran Aksu ise geçirdiği trafik kazası nedeniyle etkinliklerimizde yer alamadı. Oldukça verimli tartışmaların gerçekleştiği üç günlük oturumlarda şu konular ele alındı.

Komünist Siyasetin Sorunları

Komünist siyasetin ilke ve esaslarını kuşanan komünistlerin bu ilke ve esasları somutladığı politik mücadelede komünist siyasetin ayrımını ifade eden sorunlara yaklaşımlarını tartıştığımız beş oturum gerçekleştirdik. Bu oturumlarda Türkiye siyasetinde Komünistlerin Birliği’nin temel yaklaşımlarını kapsamlı biçimde anlattık.

I. Çıkmaz Sokaklar, Engebeli Sarp ve Dolambaçlı Yollar: Seçim Sonrası Siyasal Tablo ve Devrimcilerin Görevleri

Kampımızın bu oturumunda tartışmalarımızı, seçim çalışmalarında eylem birliği yaptığımız Enternasyonal Komünist İşçi Birliği ile birlikte gerçekleştirdik.

Köz adına konuşan yoldaş şunlara dikkat çekti:

“Seçime giderken sol da dahil olmak üzere herkes kendi açmazlarından kurtulmak adına bekleme siyasetini benimsemişti. Solun seçim değerlendirmelerinde ise Erdoğan’ı parlamentarist bir yolla göndermenin yanlış olduğu değil, bu parlamentarist projenin icra edilişinde yanlışlık, eksiklik olduğu vurgusuna rastlıyoruz.

Biz 12 Eylül anayasasına sadık kalınarak Erdoğan gönderilemez dedik. Bu devletin ancak devrimle yıkılabileceğini gösteren bir pratik tutum sergiledik. Seçim konusundaki tutumumuzu devrimciliğin nişanesi olarak belirlemedik ancak şunu söyledik: Sınıf işbirlikçi tutumla burjuva muhalefetine yamananlar emekçilerin düzen güçlerine bel bağlamasının sebebidir. Buna karşı tutum almak devrimciliğin kriteri olmasa da devrimciliğin gereğidir.

Seçim sonuçlarının emekçiler arasında ve sol hareket içerisinde yaratmış olduğu moral bozukluğunu dağıtmamız gerekir. Erdoğan seçimi kazansa da bir başarı elde etmedi ve dün olduğu konumdan daha ileri bir noktada değildir. 2024’te solun parlamenter tutumunun değişeceğine ya da Amerikancı muhalefetin dağılacağına, planlarını değiştireceğine dair bir işaret de yok. Hiçbir muhasebe yahut özeleştiri “biz burjuvazinin gemisine bindik ve herkesi de peşimize takıp götürdük” demediğine göre önümüzdeki süreçte bu tutuma dair bir değişiklik olmayacak. Bu nedenle devrimci bir çıkış için tüm solu kapsayan eylem birliğinin önemli olacağı bir döneme giriyoruz.”

EKİB adına söz alan arkadaş sunuma devam etti:

“Seçimde burjuvazinin bir kanadı ile kurtulma projesi gökten zembille inmedi. SSCB kapitalizme entegre olduktan sonra eski sosyalistlerin reformizme ve sosyal devlete yelken açtığı, sol partilerin ise merkez sağa kaydığı bir süreç başladı. Bu sürecin Türkiye’deki sonuçlarını yaşıyoruz. Sol burjuva muhalefetine kendisini kanalize ederek siyasal meşruiyetini buradan kurma arayışına girmişti. “Piro” kurtarıcımız demeye başladılar, koşulsuz şartsız destekçisi haline geldiler.

Soldaki seçim değerlendirmelerinin hepsi suçu başka yerlerde aradı. Yenilgilerden sonra açılan beyaz sayfaya yeni şeyler yazılması için devrimci bir kopuş olmalı. Böyle bir kopuş görmüyoruz. Bağımsız sınıf tavrını seçimde alamayanlar sonrasında birden bire sınıf mücadelesi vurguları yapar oldu. Sınıf mücadelesi deyince de sendika ya da işçi sınıfının ekonomik temelli mücadelesi olarak görülüyor. Ekonomik sorunlar elbette önemli ancak bu sorunlara yaklaşım ekonomist-devrimci ayrımını yapar. Sınıf mücadelesi tüm sorunların çözümü için politik bir mücadele yürütmektir.

Seçimde reformist projelerin çökmesi kitleleri devrimci örgütlerde birleştirmeye yetmez. Bunun için bir parti gerekir, olmadığı koşullarda reformistler galebe çalmaya devam eder. Böyle bir partinin kurulması da ancak aktif kitleler arasında siyasi bir mücadele ile mümkün olur.”

Dinleyicilerden soru ve görüşlerle zenginleşen oturumumuz sunumların ardından sona erdi.

II. Devrim ve Karşı Devrim Arasında: 1908’den Bugüne Türkiye’de Rejim

Kampımızda Komünist Siyasetin Sorunları başlığının 2. oturumunda “Devrim ve Karşı Devrim Arasında: 1908’den Bugüne Türkiye’de Rejim” konusu ele alındı.

Köz adına iki yoldaşın konuştuğu oturumda ilk olarak söz alan yoldaş özetle, öncelikle bu topraklarda gerçekleşen burjuva devriminden ve bu devrimin temel dinamiklerinden bahsetmek gerektiğini ifade etti. Bu kapsamda burjuva devrimlerin esasında Manifesto’da da belirtildiği üzere burjuvazinin kendisinden önceki sınıfların elinde olan devlet aygıtını mükemmelleştirerek ve yetkinleştirerek kendi devrimlerini tahkim ettiğinin akılda tutulması gerektiğini belirtti. Türkiye’de 1908’de gerçekleşen burjuva devriminin hikayesine de bu açıdan bakılması gerektiğini, 1909’da iktidarı tam anlamıyla ele geçiren burjuvazinin kendisine bakiye kalan devleti kendi çıkarları doğrultusunda dizayn ettiğinden bahsetti.

Ayrıca yine bu devrimin 1848 ve sonrasında gerçekleşen burjuva devrimlerinde olduğu gibi daha başından gerici bir niteliği olduğunun, kendi vaat ettiği burjuva demokratik hakları sağlayabilmekte dahi başarısız olduğunu, aynı zamanda Kürdistan sorunu yüzünden de daha ilk adımda yaralı ve lekeli olarak doğduğunu aktardı. Öncülleri olan 1789 Devrimi ya da İngiliz Devrimi’ne ya da çağdaşı olan 1905 Devrimi’ne bakıldığında kitlelerin katılımının 1908 ile kıyaslanamayacak düzeyde olduğunu, esasında 1848’den sonra devrimci yakıtı tükenen burjuvazinin kitleler hareketlendiği noktada devrimini de başarıya ulaştırmakta zorlandığını vurguladı. 1905’te Çarlık Rusyası’nda gerçekleşen devrimin akamete uğraması ile 1908’in Türkiye’de başarılı olabilmesini de bu zaviyeden tahlil etmek gerektiğini belirtti.

Ardından söz alan yoldaş ise, Türkiye’de rejimin bugünkü durumuna bakacak olursak da öncelikle şu an hangi rejimin içerisinde yaşadığımızı tespit etmenin gerekliliğinden bahsetti. Bu kapsamda da Türkiye solunda sıklıkla yer alan rejim değişti, islamofaşizm geldi vb. anlatıların gerçeklikten tamamen kopuk olduğunu, rejimlerin devletin temelini, işleyiş ilkelerini belirlemeleri hasebiyle kıyafet değiştirir gibi referandumlarla vs. değişemeyeceğini, şu an halen 12 Eylül Rejimi altında yaşadığımızı belirtti.

12 Eylül rejiminin bugünkü durumuna baktığımızda ise 12 Eylül’ün ne ana amacı olan Kürtlere deli gömleği giydirme isteğini, ne ordunun etrafında kurduğu sistemde adına ordu denilebilecek bir ordunun kaldığını, ne de Türkiye’deki siyasi hareketleri merkezileştirerek Amerikan tipi iki partili bir sistemi getirebildiğinden bahsetti. Sakat doğmuş olan 12 Eylül rejiminin Amerika’nın Türkiye’yi AB’ye sokma planları kapsamında artık tamamen öldüğünü, başlamış olan içsavaş ile beraber ise şu an devletin tamamen felç kalmış bir şekilde bürokrasisinden yoksun, telefon görüşmeleri ile kendini idame ettirmeye çalışan bir hale geldiğini vurguladı.

İlk tur sunumlarının ardından soru-görüş bölümüne geçildi. Soru-görüş bölümünün ardından yoldaşlar tersi bir sıra ile ikinci tur sunumlarını gerçekleştirdiler. İlk olarak söz alan yoldaş, Türkiye’de rejime dair yapılan tespitlerin tek başına devrimcilik-karşı devrimcilik açısından bir anlam ifade etmeyeceğini; 70’lerde faşist cumhuriyeti biz yıkacağız diyenler ile bugün faşizm tespiti yapanları ayıranın yaptıkları tespitler değil sahip oldukları/olmadıkları devrimci niyet olduğunu vurguladı. Bizim yaptığımız burjuva demokrasisi tespitini de rejim krizine devrim son verecek şiarıyla birlikte ele almak gerektiğini, bu coğrafyadaki komünistlerin zayıflamış bu devleti yıkacak ve proletaryayı iktidara getirecek aygıtı, devrimci partiyi yaratmak için mücadele ettiklerini vurguladı.

İkinci olarak söz alan yoldaş ise, bugün yapılan faşizm tespitlerinin tam olarak da burjuva demokrasisini tercih edilesi olarak ele alınmasının yani esasında devrime ve devrimciliğe karşı inançsızlığın bir sonucu olarak değerlendirilmesi gerektiğini vurguladı. Devlet şiddetini bir bağlamda faşizmin zemini olarak ele alan Türkiye solunun içsavaşın da etkisi ve tam olarak da zayıflamış olmasına rağmen kendisinin karşısında dikilecek bir odak görmeyen Erdoğan’ın yaptığı saldırıları zayıflığının açık bir kanıtı olarak görmek yerine faşizmin temeli olarak kabul etmenin tam olarak Türkiye’de solun güçlü, devrimciliğin ise zayıf olmasının bir tezahürü olduğunu belirtti. Meseleyi buradan ele alınca hedefin de emekçi ve ezilenlerin iktidarı değil, Norveç olmak olarak konulduğunu ancak bu hayallerin de Türkiye’de hiçbir zaman mümkün olamayacağını, kendi topraklarında bir meşruiyet ve rıza üretemeyen Erdoğan’ın Kürdistan’daki halinin ise çok daha vahim olduğunu, süngü zoru ve çıplak işgal haricinde Türkiye’nin Kürdistan’da bir mevcudiyeti olmadığını belirtti. Bugün bizim dahil olmadığımız ancak çeşitli noktalarda gündem olan AKP’yi İttihat Terakki’ye benzetme tartışmasının da Erdoğan’a ve partisine haddinden fazla güç atfetmek olduğunu, bir tarafta başarılı bir burjuva devrimini gerçekleştirebilen bir parti varken öte tarafta 12 Eylül rejiminin krizi içerisinde debelenen ve buna artık yama dahi yapmaktan uzak gün geçtikçe de güçsüzleşen bir parti olduğunu belirtti. Nihayetinde yaptığımız siyasi tespitlerin işaret ettiği görev olarak bu gerici cumhuriyeti yıkmakla bizim mükellef olduğumuzu, nesnel koşulların devrimcilerden yana olduğunu, gerekli olan öznel koşulun ise yine bir siyasi mücadeleyle yaratılacağını vurgulayarak sözlerini noktaladı.

III. Sosyal Devlet Arayışları ve Yakarışları: Finans Kapital ve Türkiye

Kampımızın ikinci gününde Komünist Siyasetin Sorunları başlığının 3. oturumu olan “Sosyal Devlet Arayışları ve Yakarışları: Finans Kapital ve Türkiye” panelini gerçekleştirdik. Planlanan programa göre Komite ve Köz’ün konuşmacı olacağı panelde, Komite adına konuşmacı olan Başaran Aksu’nun geçirdiği trafik kazası nedeniyle katılım sağlayamaması üzere Köz adına iki yoldaş panelist oldu. Panelde özetle şu konular işlendi:

Söz alan ilk yoldaş, sosyal devlet fikrinin temelinde ezme-ezilme ilişkisi üzerine kurulu bir sistem olan kapitalizmin hüküm sürdüğü koşullarda ehvenişer bir anlayışın da hakim olabileceği inancı olduğunu ifade ederek başladı. Sri Lanka’nın son 60 yıllık serüveni üzerinden de bu görüşün nasıl işlemediğini anlattı.

“İkinci Paylaşım Savaşı’nda sonra birikmiş sermayenin imhası ve yeniden inşası sürecinde, Batı’daki emperyalist devletlerden, bilhassa Amerika’dan, çevre ülkelere bir sermaye dağıtımı başladı. Olan şey yeni pazarlar oluşturmaktı. Bunun kendisi bu ülkelerin gelişmesine katkı sağlasa da kar krizini bitiremedi. Neoliberalizm denilen politik yönelim de bu sürecin sonunda ortaya çıktı. Ekonomik çıkışsızlığı çözmek için devlet harcamalarını kısaltma ve diğer ülkelere de dayatılmaya başlandı. Dağılan sermaye tekrar toplandı, faizler yükseltildi. FED ve diğer bankaların şirketlerle özel ilgilenmesi ve sübvanse etmesi rafa kaldırılsa da hazine üzerinden destekleme devam etti. Esas krizi paylaşım savaşı sonrası sermayenin dağıtıldığı çevre ülkeler yaşadı. Sermayenin kalabilmesi için faizleri yükseltmek zorunda kaldılar ve bu durum ancak fazla borçlanmayla mümkün oldu. Bunu çözmek için de bir tür özelleştirme sürecine girilse de Arjantin gibi ülkelerin iflas bayrağı çekmesini de engellemedi. 2000lerden sonra ise geriye dönüldü. Çevre ülkelere sermaye akıtma süreci başladı. Borç verme sürecindeki kemer sıkma gibi kriterlere daha az uyuldu. Böyle olunca da akan sermaye çevre ülkelerdeki devlet başkanlarına yaradı. Halkım için yapıyorum diyen “popülist” liderlerin ortaya çıkması da bununla ilintilidir.

Bu sürecin sonunda bir dizi krizlerle günümüze gelindi. Sri Lanka gibi en az ihracat yapan ülkeler, kırılan ilk ülkeler oldu. Sri Lanka solun sandığının aksine neoliberal politikalar değil sosyal devlet anlayışı olduğu için bitti. ABD-AB ekseninden uzaklaşan Sri Lanka Çin’e döndü yüzünü. Aldığı borçla sosyal devlet politikaları yürütmeyen çalışan hükümetin planı, Çin’in arkasında durmayışı nedeniyle çöktü ve Sri Lanka da iflas bayrağını çekmiş oldu.

Ülke borçlarını çeviremiyor. Böyle olduğunda da halk isyan ediyor. Hükümeti deviriyor ama yeni bir burjuva hükümete yol açıyor, izin veriyor.

Sermaye, reformizm… Böyle bir dizi politik kavramların geçiştirilerek anlatılmasının, genel ve soyut bi sorun tespiti yapmak anlamına gelir. Bu tartışmaların programatik tartışmalar olduğunu da ifade etmek gerekir. Manifesto’da kendi suretinde bir dünya yarattı diye yazıyor. Burjuvazi ve proletaryanın savaşından çıkan bir dünyada yaşıyoruz yazmıyor. Reformizme karşı en önemli ayrımlardır. Bugünkü dünyayı sermayenin ihtiyaçları belirler. İşçi sınıfının bu dünya belirleyici ve değiştirici etkisi yoktur. İşçi sınıfı ya devrimcidir ya hiçbir şeydir sözü de buna bağlanır. En tehlikeli yaklaşım, bugün sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yapılanları işçi sınıfının kazanımları olarak görmektir. Böyle görmek de burjuvazi suretinde yaratılan bir tablo da işçilerin de bir yeri olduğunu anlatır. Reformist argümanların sahiplenmeye başlandığı nokta da budur. Bir sınıf mücadelesindeki bir dönüşümün ancak proletarya diktatörlüğüyle mümkün olduğunu ifade ediyor Marx. Sosyal devletçiliği de bu bağlamda anlamak gerekir. Dünyadaki emperyalist paylaşım kavgasından, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda bir dizi ülkelerde yarattığı geçici kalkınma hamlelerini komünist bir gözle incelemek de bu anlama gelir.

Bugün de sosyal devletçilik, kalkınmacı hayallere karşı mücadele etmek için de sosyal devletçilik kötüdür demenin ötesinde, bunun neden çalışmadığını yukarıda her iki bağlamda da tespit edebiliyor olmak gerekir.”

İlk turdaki konuşmaların ardından gelen bir dizi sorunun ve görüşün açıklandığı ikinci oturumdan sonra panel sona erdi.

IV. Unutulan Ayrım: Komünist Manifesto’dan Komintern’e Sınıf ve Parti İlişkisi

Kampımız boyunca komünist siyasetin sorunlarına, temel meselelerine, programatik sorunlara ve bunların güncel siyasal meselelerde nasıl somutlandığına ilişkin ayrım çizgilerimiz üzerinde durulduğu, Manifesto’nun ve Parti meselesinin de bu eksende ele alınması gerektiği hatırlatıldı.

Komünistlerin teorik birikimini yansıtmak üzere hazırlanan bir risale metni olarak değil, 1789’dan beri kendisini toplumsal sorunlara önerdiği siyasi çözümler ve bunların iktidarla olan ilişkisi üzerinden var eden komünist hareketin programı olarak Manifesto’yu ele almak gerektiği vurgulandı. Programatik gelişimini siyasal mücadele deneyiminden ve işçi sınıfı içindeki diğer akımlarla mücadele içerisinde oluşturan komünistlerin kendilerini işçi sınıfının genel kitlesinden ve diğer işçi partilerinden ayırt ettiği üzerinde duruldu. Bu bakımdan komünistlerin ayrı örgütlenmesi konusunda da o dönemki komünistlerin bir kafa karışıklığı bulunmadığı, asıl kusurun ve Leninizm’in asıl katkısının da komünistlerin örgütsel bağımsızlık güvencesinin sürekliliği bağlamında olduğu ele alındı.

Komintern’in, proleter devriminde komünist partisinin rolünü ele alırken neden Komün’de galebe çalan hata ve yanılgılardan ısrarla söz ettiğinin de bu bakımdan anlamlı olduğu aktarıldı. 1848 devrimlerinin arifesinde kurulan Komünist Birlik’in bu devrimlerin başarısızlığının ardından tasfiye olmasının, bir devrim dalgası gelene kadar böyle bir partiye ihtiyaç olmadığı yönündeki kavrayışın bir sonucu olduğu; nihayetinde geç de olsa kurulan I. Enternasyonal’in Paris Komünü’ne önderlik edemeyip bunun ardından varlığına sessiz sedasız son vermesine giden sürecin komünist hareket açısından ifade ettiği ders üzerinde duruldu.

Neden ortak bir devrim dalgasında Ekim Devrimi’nin bir istisna teşkil ettiğinin önemli olduğu aktarıldı. Söz konusu istisnanın nesnel gelişmelere ilişkin bir farklılıktan değil Bolşevik tipte bir partinin varlığından kaynaklandığı, Bolşeviklerin devrimci bir programa sahip olup bu program çerçevesinde sınıfın önderliğini kazanmak üzere taktik tutumlar geliştirebilmesi, bu taktik tutumları gerçekleştirebilecek örgütsel kapasiteye ve kadro birikimine sahip olması ve hem büyüyüp hem de çevresini örgütlendirebilen bir parti olması vurgulandı. Komintern’in tam da bu nedenle Bolşevik partisinin Ekim Devrimi’nde oynadığı rolün derslerini evrenselleştirdiği belirtildi. Daha “Nereden Başlamalı” makalesinde öngörülmez ve tesadüfi süreçleri yok saymadan bunlara bel bağlamamak gerektiği, devrimcilerin nesnel gelişmelere kapılmak yerine bu gelişmelerden faydalanabilmek için devrimcilerin kendi hazırlığının önemli olduğu vurgulandı. Lenin’in, amacını “programatik ayırımlar doğrultusunda siyasal ajitasyonun niteliği ve kapsamını, böyle bir ajitasyonu yürütmek için yerine getirilmesi gereken örgütsel görevleri tarif etmek” olarak ifade ettiği Ne Yapmalı’da tarif edilen bir partinin siyasal ajitasyonu ertelemek için değil, siyasal görevlerin nasıl yerine getirileceğine bir cevap olarak okunması gerektiği, bugün Komünistlerin birliğini savunanların da “parti lazım” diyen doktrinerlerden nasıl ayrıldığı bahsinde de önemli olduğu ele alındı.

Ne Yapmalı’nın ilk somut hedefinin gerçekleştiği kongrede bu partinin üyesinin kimler olacağı yönündeki tartışmanın da genel bir profesyonel devrimcilik noktasında olmadığı, söz konusu olanın parti disiplinine tek tek militanlar olarak değil örgütsel bir disiplin içinde uymak olduğu ele alındı. İşçi sınıfının bağrındaki gerici eğilimlere teslim olmayacak bir partinin kendisini kitlelerden ayırıp profesyonel devrimcilerle sınırlı tutmasının komünistlerin iktidara olan yaklaşımıyla da ilgili olduğu, iktidarı kendisi için almak değil işçilerin birliğini sağlayacak olan Sovyetlere vermek ve onun sınıfsız topluma gidene kadar bu iktidarı korumasını amaçlayan komünistlerin, proletarya diktatörlüğünde dahi ayrı ve bağımsız örgütlenmesi gerektiği, Komintern’in Sovyetlere dahi dalkavukluk etmeyecek ve onun suyuna gitmeyecek bir partinin ancak proletarya diktatörlüğünün güvencesi olduğu yönündeki tezlerle birlikte ele alınarak oturum sonlandırıldı.

V. Ayakları Yere Basmayan Kim: Kürdistan Üzerine Tezler

Kampımızın Komünist Siyasetin Sorunları başlığındaki son oturumunda Uluslararası Kürdistan Konferansı, Emekçilerin Komünist Birliği (EKİB) ve Köz’ü temsilen birer arkadaşın katılımı ile Kürdistan konusu ele alındı.

Konferans adına katılan arkadaş, Konferans’ın kat ettiği mesafeyi aktararak söze başladı. Bağımsız ve birleşik Kürdistan sorununu çözümlenmesi gerekli temel sorun olarak önlerine koyduklarını belirten arkadaş, bu sorunun uluslarası bir özellik teşkil etmesinin çözüm için de benzer bir yaklaşımı gerekli kıldığını, soruna bir devlet kurma sorunu olarak yaklaşanların devrimci güçler olageldiğini; sürecin devamında da konunun aydınlar veya parçacı oluşumlarca değil devrimcilerce ele alınıp mücadelenin böylelikle yükseltilebileceğine vurgu yaparak oturumda bulunan Köz ve EKİB temsilcilerine bu yönde destek çağrısında bulundu.

Daha sonra EKİB’i temsilen oturuma katılan konuşmacı söz alarak ‘Kürt meselesi’ni yaşadığımız coğrafyadaki en önemli sorun olarak niteleyip parçalanmış Kürdistan’ın her bir parçasındaki yerelci güçlerin duruşunun bağımsız ve birleşik Kürdistan düşüncesine karşı işlediğini, bu parçacı yapıların tarih boyunca ve bugün de bir araya gelip güçlerini düşmanlara karşı birleştirmek yerine maalesef birbirleri ile rekabetçi tutumlar içinde girdiklerini ifade etti, bu görüşünü kronolojik bir sıralama yaparak örneklendirdi. EKİB’in ardından Köz adına söz alan yoldaş Kürdistan sorununun yüzyıllardır sürmekte olan ve Lozan Anlaşması ile perçinlenmiş bir sorun olduğunu, Kürdistan konusunun bir bağımsızlık ve devlet kurma meselesi olduğuna yönelik bugüne kadar Türkiye solundan fazla bir vurgu gelmediğini, buna gösterilebilecek bir istisnanın Kürdistan’da yapılanları siyasi bir güncel mesele olarak değil ama tarihî bir haksızlık olarak gören İbrahim Kaypakkaya olduğunu dile getirdi. Yaşananlarda Komntern’in de zaafının bulunduğunu, bunun telafisini komünistlerin sağlayacağını ifade eden yoldaş, Türkiye’de gerçekleştirilen 1960 ve 1980 darbelerinin aslında Kürt hareketini bastırmak için planlandığını, her iki darbenin de Kuzey’deki Kürtlere diz çöktüremediğini vurguladı. Uluslararası Konferans’ın yayımladığı kararları anlamlı bulduklarını ve Köz’ün arkasında duran devrimciler olarak kendimizi bu süreçte muhatap saydığımızı dile getirerek, aynı yaklaşımı EKİB’in de benimsemesini dilediklerinin altını çizdi.

Konuşmaların ardından dinleyicilerin yorumları ve soruları alındı. Genel olarak Uluslararası Konferans’ın vardığı noktayı olumlu bulan yorumlar ve daha çok konferans sürecinin bundan sonra nasıl bir yönelim taşıyacağı, nasıl gelişeceği üzerine sorular dile getirildi. Ayrıca oturum başlığında belirtilen ‘ayakları yere basmayan kim’ sorusu Kürdistan bağlamında tartışıldı. Söz alan Köz konuşmacısı ayakları yere basmayanların Lozan’ın başarısız olduğunu, Rojava Devrimi’ni, şehir savaşlarını, Rojhilat isyanını görmek istemeyenler olduğunu, Konferans’ın buna müdahale ettiğini, bu müdahaleyi destekleyeceklerini belirtti. Daha sonra söz alan EKİB temsilcisi ayakları yere basmayanların yerelci anlayışa sahip olanlar ve sosyal şovenlerdir belirlemesinde bulunarak enternasyonal bir mücadele birliğinin henüz kurulamamış olmasının bir sorun olduğunu ifade etti. Son olarak söz alan Konferans temsilcisi ise dünyanın devlete sahip olmayan en büyük ulusunun mücadelesine hiçbir devrimcinin kayıtsız kalamayacağını, bugün dünyanın neresinde bir devrimci mücadele varsa o mücadeleyi verenlerin Kürdistan davasını görmek ve dikkate almak zorunda olduğunu, tüm emperyalist müdahalelere rağmen yüzyıllardır bitirilemeyen bir isyanın uluslararası bir çehre kazanarak zafere ulaşmasının engellenemeyeceğini vurgulayarak “Yaşasın Kürdistan mücadelesini verenleri en sıkı uluslararası birliği, Yaşasın Bağımsız Birleşik Kürdistan!” sözleri ile konuşmasını tamamladı

Birikim ve Deneyimlerimiz

Birikim ve Deneyimlerimiz başlığı ise, siyasi mücadelede kazandığımız deneyimlerimizi ve bu deneyimlerden çıkardığımız dersleri aktardığımız beş oturum olarak gerçekleşti.

I. 2023 Seçimleri ve Emekçilerin Seferberliği İçin Bağımsız Aday Kampanyası

“Birikim ve Deneyimlerimiz” oturumunda Emekçilerin Seferberliği İçin Bağımsız Aday kampanyasını beraber yürüttüğümüz Enternasyonal Komünist İşçi Birliği ile beraber konuşmacı olarak yer aldık. Birinci tutun ardından yorum ve görüşler ile bir forum olarak devam eden oturumda seçim sürecindeki deneyimlerimize ve sonrasında bizi bekleyenlere dair tartışmalar yaşandı.

Köz adına konuşan yoldaş şu noktalara dikkat çekti:

“Seçimler henüz kimsenin gündemine girmemişken üçüncü yol yok diyerek seçimlerde karşı devrim tarafını temsil eden kamplardan birine yedeklenmektense emekçilerin bağımsız adayı ile çıkmayı önümüze koyduk ve bu çağrımızı tüm siyasetlere ilettik. Çağrımız daha önce gazetemizde özetlenen farklı gerekçeler ile yanıtsız kaldı. Tek başımıza da olsak sürdüreceğimizi söylediğimiz kampanyamıza Aralık ayında başladık. Ocak Ayında ise Enternasyonal Komünist İşçi Birliği de kampanyanın bir bileşeni oldu. Ortak araçlarımızı kullanarak ortak bir hedef doğrultumuzda bağımsız siyasi kimlik ve propagandamızla eylem birliğimizi sürdürdük.

Kampanyamızda hükümet ve muhalefete eşit bakmadığımızı anti-emperyalizm, HDP’ye saldırılar, deprem gibi konuları ön plana çıkararak anlattık. Dikkat çekici siyasi çizgiye rağmen bir sansür ile karşılaşan kampanyamızı da her alanda görünür kılmaya çalıştık. K24 internet sitesinde adayımızın ilk ropörtajı yayımlandı. Emek ve Özgürlük İttifakı’nın mitinginde bir aday var dedik ve ilgiyle karşılandık.

Bir aday ile çalışma yürütmek herkesin seçim konuştuğu bir ortamda devrimci ajitasyonu mümkün kılıyordu. Emekçilerle tartışmamızın, konuşmamızın önünü açmıştı. Aday için yüz bin imzayı toplayamadık ve bundan sonra kampanyamız daha propaganda düzleminde devam etti, bu noktada düzen ittifaklarına oy vermeyin soyut çağrısı ise aynı siyasi etkiyi yaratmadı. Bu da boykot önerilerinin karşılığının olmadığını gösterdi.”

Enternasyonal Komünist İşçi Birliği konuşmasında şunlara dikkat çekti:

“Seçim çalışmamız solun içine düştüğü durumu anlamamız açısından öğretici oldu. Marksist felsefeye ters bir biçimde ana akım solun tamamı Millet İttifakı’nı destekledi. Bir yandan bağımsız aday çıksın diyenler hemen ardından Kılıçdaroğlu desteklendi. Tüm bu süreçte işçilerin talepleri geri planda kaldı. Elbette cumhuriyet kazanımlarından bahseden solun Suruc’un hesabını sormak icin Davutoğlu’nun, Madımak’ın hesabını sormak için Karamollaoğlu’nun olduğu bir ittifakı desteklemesi şaşırtıcı gelmemeli.

Sol aynı zamanda ilkeler ile taktikleri de karıştırıyor. Bizim tutumumuz taktik tutum ama bu ilkesel olarak anlaşıldı. Millet ittifakı desteklemek ise taktik gibi pazarlandı. Herkesin Kılıçdaroğlu dediği bir konjonktür içinde bizim tutumumuz halktan kopuk bir tutum gibi anlaşıldı. Seçim sonrası ise bir yenilgi psikolojisi, devrimci bir yılgınlık ile karşı karşıyayız. Bununla mücadele etmeliyiz.”

Konuşmalar ve forumun ardından oturum sonlandırıldı.

II. Varoşlarda Sınıf Çalışması

Kampımızın “Birikim ve Deneyimlerimiz” oturumlarının ikincisi olan ve zengin bir tartışma ile ilerleyen “Varoşlarda Sınıf Çalışması” oturumunda Köz adına iki yoldaş konuştu.

Sözü ilk alan yoldaş şu noktalara değindi:

“90’ların sonunda Türkiye AB’ye giriş, reformlar ve barışçıl bir sol yaratma sürecindeyken devrimci iddiası olan bir dizi siyasi akım da şehir merkezlerini terk etmek zorunda kaldı. Komünistlerin birliği de aynı dönemde ortaya çıktı. Politik mücadele yürütmek için mevzilenebilecek ve tasfiyeciliğin en zayıf olduğu yerlere, tasfiyeciler gitmeden önce gitmek gerekiyordu, bu nedenle varoşlara gittik. Devrimcilerin kendilerine en fazla muhatap bulabilecekleri ve sınıfın en ayrıcalıksız kesimlerinin yaşadığı yerler olması bakımından buralarda yapılan çalışmaları önemsiyoruz. Çalışmamızın komünist bir siyasi faaliyet olarak ayırt edici noktaları tasfiyecilerin varoşlara gelmesinin ardından daha anlaşılır oldu.

Tüm faaliyetimiz parti kuruluş mücadelesi veren bir platformun siyasi faaliyetleridir. Fabrikalarda da kooperatiflerde de militanlara ulaşmak istiyoruz. Ancak çalışmamız sendikal bir çalışma hiç olmadı. Kürdistan özgürlüğü ile işçinin, alevinin sorunlarının bağını anlattık. “Kürtlerin esareti işçilerin esaretidir” demekle en ufak ekonomik taleplerin karşılığını bulması arasındaki ilişkiyi anlattık. Türkiye’de devrim mücadelesini yükseltmek için Kürdistan davasına omuz vermenin, sınıfın en ufak sorununun dahi rejimin sınırları içinde çözülemeyeceğinin propagandasını varoşlarda yaptık.”

İkinci konuşmacı yoldaş sunuma devam etti:

“Varoşlar kavramı bizim için bir dizi ayrım çizgisini ifade eder: Birincisi burjuva sosyalizmi ve proleter devrimcilik arasındaki farktır. Varoşlardaki kitleye kent yoksulları demek yerine işçi sınıfının en politik kesimleri dedik. Varoşların çatışma yapılamayan durumda geri çekilme alanları olduğu genel kanısına karşı karşı işçilerin arasında komünist parti mücadelesini yürütme amacıyla oraya gittik. Varoşlarda yürütülen çalışma hem bizleri bileyen, proleterler arasında çalışma öğreten bir deneyimdi. Hem de sol kuyrukçuluğa karşı doğru tutumu almanın anlamını ortaya çıkardı. Bugünkü diğer faaliyetlerimizdeki özgüvenin de kaynağı bu deneyimdir.

İkincisi işçi sınıfının en örgütsüz kesimleri arasında faaliyeti burjuva sosyalistleri gibi külfet olarak görmedik. Anlattığımız dersten, eve giren pirince kadar bu faaliyetlerin savunmayı örme faaliyeti olarak anlattık, sınıf mücadelesindeki öneminin altını çizdik. Geçmiş ile bugün arasındaki fark sosyolojik değil güncel siyasi durum ile ilgilidir. Dün savunmayı örgütlemek için giderken bugün hükümete karşı seferberliği yükseltmek için gitmek gerekir.

Varoşlara gitme sebebimiz işçi sınıfının en militan ve politik kesiminin orada olması ve siyasetimizi en kolay oraya taşımamız. Bu durum işçi sınıfının ve sınıf mücadelesinin Türkiye’de tarihsel şekillenişiyle ilgili. Altmışlarda bir dizi fabrika kurulmasıyla fabrika çevrelerine gecekondu kuruldu, varoşlar oluştu. Revizyonistlerin engellemesiyle fabrikalara gidemeyen devrimciler varoşlarda faaliyet yürüttüler ve devrimci, militan bir kesimin oluşmasının yolu açıldı. Kürdistan’da köyleri yakılanlar da varoşlara göç etti ve 80’lerin fabrika işçilerinden daha az bilinçli olmayan bir kesim de varoşlara böylece taşındı.”

III. AKP’nin Yükseliş ve Çöküş Dönemlerinde İşçi Örgütlenme Deneyimleri

Kampımızın ikinci gününde Birikim ve Deneyimlerimiz başlığının dördüncü oturumunda “AKP’nin Yükseliş ve Çöküş Dönemlerinde İşçi Örgütlenme Deneyimleri” forumumuzu gerçekleştirdik.

Forumda konuşmacı olan ilk yoldaş, Türkiye’de hem son dönemde işçi eylemliliklerinin arttığını ve sınıfa gitmek gerektiğinin vurgulandığını hem de faşizmin hüküm sürdüğü bu topraklarda yaprak bile kımıldamadığından dem vurulduğunu anlattı. 12 Eylül öncesinde büyük işçi hareketlerinin olduğu ancak darbe ile bu eylemliliklerin bıçak gibi kesildiği anlatısının aksine yoldaş, 12 Eylül’den çok da uzun bir süre geçmeden Bahar eylemleri, onları takiben Gazi ayaklanmasını, özellikle özelleştirmeler kapsamında Tekel ve Seka gibi direnişleri gördüğümüzü belirtti. Bu eylemliliklerden ise işçi sınıfının mücadelesini büyütmek için imkanlar olduğunu ancak neoliberalizmin kuşatmasından ötürü bu hareketlerden sonuç alınamadığını çıkartıldığını söyledi. Bu noktada 2015’te meydana gelen ve Metal Fırtına olarak bilinen grevlere bakmak gerektiğini söyleyen yoldaş, hükümetin metal işçileri ile imzaladığı toplu sözleşmeyle grevin dindiğini ve bir daha da tekrarlanmadığını belirtti.

Köz’ün soldaki hakim anlatıdan farklı olarak bu duruma baktığını belirten yoldaş, burada sektörel bir mücadeleyi dahi kendisine tehdit sayan bir hükümet olduğunu ve buradaki eylemlerin nitelikleri aynı olmasa dahi hala sürmeye devam ettiğini anlattı. Solun anlatısına göre ise faşizmin ağırlaşmasıyla kimseye göz açtırılmadığı ancak öte taraftan ekonomik darboğazın ve yoksulluğun işçileri eyleme geçmeye zorladığının görüldüğünü söyleyen yoldaş, burada çözümün boş tencerenin iktidarı göndermesinde arandığını vurguladı.

Yoldaş, 2023 seçimlerinden sonra DİSK’in örgütlenme uzmanlarının emekçilerin ekonomik durumları kötüye gitse dahi siyasi tercihler yaptıklarını ve işçilerin siyasal mücadeleye elinin güçsüz değil, tam aksine daha güçlü olduğu koşullarda girdiğini yeni bir keşifmişçesine belirttiklerini açıkladı. Türkiye’de gerçekleşen motokurye eylemlerinin de bu durumu gösterdiğini söyleyen yoldaş, bu eylemlerin polisin zor gücüyle değil patronlarla anlaşarak bittiğini ancak eyleme çıkan işçilerin hem kendi güçlerinin hem de hükümetin zayıflığının farkında olduklarını anlattı.

Bunun bize Türkiye’de bir sendikal mücadelenin koşullarının kapandığını değil buradan sonuç almanın git gide daha zorlaştığını gösterdiğini söyleyen yoldaş, zaten sendikalardaki örgütlülük düzeyinden de görüleceği üzere işçi sınıfının çok küçük bir kesimini kapsadığını ve emekçilerin geri kalanının ise bu sektörel sorunlarla karşı karşıya kaldıklarında buradaki siyasi soruna daha da temelden bağlandığını belirtti. İşçilerin sefaletin sorumlusunun Erdoğan olduğunu zaten gördüğünü ancak solun onların önüne koyduğu tercihin Erdoğan’ın yerine Kılıçdaroğlu’nu getirmek olunca anlamlı bir sonucun ortaya çıkmadığını söyledi.

Aynı zamanda bugün Türkiye’de bir sendika eksikliğinden değil, bir sendika enflasyonundan bahsetmek gerektiğini vurgulayan yoldaş, sınıfa gitmekten bahsedenlerin bir taraftan da izah edilemeyen bir şekilde aynı iş kolunda birkaç tane farklı sol sendika kurduğunu açıkladı. Bu sendikalarda çalışma yürütenlerin de işçi sınıfının esas sorununun siyasi sorunlar olduğunu bizzat gözlemlediklerini not etti.

Yoldaş, bugün işçi sınıfının örgütlendikleri alanının çoğunlukla sarı sendikalar veyahut bizzat devlet tarafından kurulmuş ve onun aracı olan sendikaların ağırlığının diğer sendikalar kıyasla çok daha yüksek olduğunu belirtti. Bize düşen görevin Kazlıçeşme’de, Newroz’da, Diyarbakır’da sokakları dolduran işçi sınıfının en politik ve en militan kesimleri arasında çalışmayı örmek, onların somut talepleri çerçevesinde bir mücadeleyi sürdürürken bir yandan da onları siyasi mücadelede doğru bir hatta sevk etmek gerektiğini vurgulayan yoldaş sözlerini noktaladı.

Forumda konuşmacı olan ikinci yoldaş ise Köz’ün arkasında duran komünistlerin işçi sınıfı içerisinde bizzat yürüttükleri faaliyetleri anlatarak sözlerine başladı. Yoldaş, komünistlerin yaptıkları tüm faaliyetleri değerlendirirken, bunların mücadelesini verdiğimiz devrimci partiyi yaratma sorunuyla beraber değerlendirilmesinin en temel ve elzem şey olduğunu vurguladı. “İşçi örgütlenme deneyimleri”nden bahsederken en kalabalık işçi kitlelerini örgütlemekten bahsetmediğimizin, zira bu bakış açısıyla karşımızda örnek olarak ya AKP’nin ya da sarı sendikaların çıkacağının altını çizerek esas olanın işçilerin devrimci politik bir hatta örgütlenmesi olduğunu söyledi.

Finike’de Pazarcı Esnafı Dayanışma Derneği’nde yaptığımız çalışmalara değinen yoldaş, burada asıl olarak bakmamız gerekenin, örneğin 1 Mayıs’a buradaki yüzlerce işçiyi çıkartabilmiş olmamız olduğunu belirtti. HDP’nin reformist olduğunu bizim kadar açık bir dille getiren başka bir siyaset olmaz iken, emekçi ve ezilenleri HDP’ye sahip çıkmaya çağırmamızın anlamının da işçileri karşılaştıkları siyasi sorunlara karşı sorumluluk alıp mücadele etmeye çağırmamızda yattığını vurguladı. Bursa’da, Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de, Antalya’daki birçok dernek, kooperatif, sendikalarda bu gibi faaliyetlerimizi kısaca aktaran yoldaş, bizim bugüne kadar işçi sınıfının en geri bırakılmış ve ezilmiş kesimleri arasında işçileri kendi taleplerinin mücadelesi etrafında örgütlerken, aynı zamanda da devrimci siyaseti bu kitlelerle buluşturmuş olduğumuzu söyledi. Günlük sorunlar kapsamında mücadele ederken, bütünsel ve genel sorunları işçilere gösteren bir siyaseti sadece söylemekle kalmayıp, yıllardır kitle örgütleri koordinasyonu girişimlerimizle Türkiye’nin birçok şehri ve varoşlarında yaptığımız işçi örgütlenmesi çalışmalarını anlattı.

Yoldaş, bizim devrimci bir partinin yokluğunda yaptığımız faaliyetlerden Gezi gibi bir ayaklanma veya bir sınıf hareketi yaratacağımızı düşünmediğimizi, bunun olmayacağının bilincinde olarak ancak bu mücadeleyi yürütmekten de asla geri durmadığımızı vurguladı. Aynı zamanda, bu mücadeleler içerisinde işçi sınıfının geri taleplerine “Aman yanımızda yöremizde dursunlar” diyerek teslim olmadığımızı, buradaki kimi ilişkilerimizi kaybetmeyi göze alarak açıktan siyasi faaliyetimizi yürütmekten geri durmadığımızı, zira devrimci siyaset yapmanın savunduğumuz siyasi doğruların arkasında kitlelerden tamamen tecrit edilme pahasına durmayı gerektirdiğini anlattı. “İşçi örgütlenme deneyimleri” dediğimizde, işçileri kendi talepleri ve sorunları etrafında örgütlediğimiz ve onları işçi sınıfının bütünsel çıkarları kapsamında mücadeleye çağırdığımız ve siyasetimizi ise açık bir şekilde anlattığımız bir mücadeleyi anlamak gerektiğini söyleyen yoldaş konuşmasını sonlandırdı.

İlk tur sunumlarının ardından, forum bölümüne geçildi.

Forum bölümünde, Lenin’in Ne Yapmalı’da işçilere yaşadıkları, karşılaştıkları sorunları İskra’ya yazmalarını gerektiğini belirttiğini; Köz’ün de benzer bir şekilde kullanıldığını ve daha iyi bir şekilde de kullanılması gerektiğini düşündüğü söylendi. Bir diğer kişi, bugün işçi örgütlenme deneyimleri konusunda önümüzdeki fırsatlar veya engelleri sordu. Bir diğer sözde, örgütlenme diye bahsettiğimiz zaman emekçileri dayanışma örgütlerine örgütlemek ile devrimci örgüte örgütlemenin sol içerisinde karıştırıldığını, bu iki örgüt arasındaki farkların belirsizleştiği ve belirsizleştirildiği söylenerek buna dair ayrımları somut faaliyetin içerisinde nasıl gösterilebileceği gibi sorular soruldu. Yarım saatlik bir forumun ardından ikinci tur konuşmalarını yapmak üzere yoldaşlar yeniden söz aldı.

İkinci tur konuşmalarında yoldaşlar, bugün sendikalarda görülen ayrılığın aynı içerikte gerçekleştirilen bir dizi farklı saatlerdeki eylemler şeklinde de görüldüğünü, sınıfa gitmeyi sürekli olarak söyleyen apolitik bir çizgiye savrulanların siyasi bir ayrım çizgisi olmadığı noktada böyle dar grupçu rekabetlere girildiğini söyledi. Bugün işçi sınıfında böylesine bir politizasyon varken, siyasi sorunlara işçiler eğiliyorken, bugünkü hakim anlayışın işçileri cinsiyetine, kimliğine göre ayıran ve bölen bir çizgiyi dayattığını belirtti. Bunun da kitleselleşme kaygılarıyla siyasi gerçeklerden ve sorunlardan bahsetmeme yöntemini seçen anlayışla ilgili olduğunu anlattı. Bizim ise kapılarını devrimcilere kapatmak isteyen sendikaları zorladığımızı, sınıfın en asgari ve temel sorunlarına siyasi bir şekilde yaklaştığımızı aktardı.

1 Mayıslara “Kondulardan, karanlık atölyelerden çıkıyoruz”, 8 Martlara “8 Mart kızıldır, kızıl kalacak!” diyerek birlikte çalışma yürüttüğümüz emekçi ve ezilenleri kattığımızı aktaran yoldaşlar, bu sorunların kısmi olarak çözülemeyeceğini, bu mücadeleyi yürüterek bu kurumları açık ve işler kılmanın önemli olduğunu ancak gerçek bir çözümün de buradan geçmediğini bu kesimlere anlattığımızı söyledi. Bunları yaparken, solda hakim olan dar grupçu rekabetçiliği reddedip, her zaman diğer siyasetleri, dernekleri, sendikaları da dayanışmayı birlikte büyütmeye çağırdığımızı vurguladı.

Türkiye’de devrimci bir işçi örgütlenmesinin koşullarının bugün daha da fazla arttığını söyleyen yoldaşlar, zayıflayan ve rıza üretemeyen bir iktidarın olduğunu, Kürdistan’da ise tamamen bir çıplak zor ile bulunabilen bir devletin olduğu koşullarda, bu tür mücadelelerin dineceğini değil artacağının altını çizdi. Burada teker teker işçi örgütlenmelerinin oluşturulması veya serpilip büyümesine değil, yapılan faaliyetin içeriğine bakmak gerektiğini söyleyen yoldaşlar, örneğin içinden geçtiğimiz dönemde Türkiye’de bir tane sendikanın bile seçimlerde düzen ittifaklarına oy vermeyeceğini ilan edip etmediğine bakmak gerektiğini açıkladı.

Sendikal mücadele ve sınıfa gitme vurgusunu yapanların, Türkiye’deki işçi sınıfının AKP seçmeni olduğunu söyleyerek kitleselleşerek %51’i bulmaları gerektiği kaygı ve amaçlarına sahip olduğunu söyledi. Toplumda hakim fikirlerin hakim sınıfın fikirleri olduğunu söyleyen yoldaşlar, komünistlerin böyle bir gündemi olmadığını ve devrimci bir örgüt ile demokratik kitle örgütleri veya dayanışma örgütlerinin farklarına değindi. Ancak toplumun çoğunluğunu ikna etme hayali kuranların ister istemez sendika örneklerinde gördüğümüz gibi Kürdistan dememesi, CHP’ye oy verilmemesi için ağzını açmaması gerektiğini düşündüğünü anlattı.

İkinci tur konuşmalarında yoldaşlar, Köz’ün hedefinin devrimci bir sınıf hareketi örgütleyebilecek devrimci bir partiyi yaratmak olduğunu vurguladı. Komünistler olarak bizim de tüm bu mücadelelerde bu yakıcı ihtiyacı hissedenlerle buluşmayı, ilkeli, uzlaşmaz ama esnek bir tutumla devrimci siyaseti işçi ve emekçilerin gündemine sokmayı hedeflediğimizin altını çizerek oturumumuz sonlandırıldı.

IV. Onuncu Yılında Gezi, Gezi’de Devrimciler

Yoldaş, Gezi ayaklanmasının başladığı sürece değindi. Mütevazı bir direnişin, polisin müdahalesi sonrası kitlesel bir başkaldırıya dönüştüğünü ve Gezi Parkı’nın sınırlarını aşarak İstanbul’un birçok yerine, Türkiye’nin muhtelif noktalarına yayıldığını söyledi. Kürdistan’da da aynı derecede şiddetli değilse de eylemler gerçekleştiğini belirtti. Gezi eylemlerinin Türkiye’de görülen en kitlesel eylemler olduğunu dile getiren yoldaş, farklı farklı hükümet politikalarının yarattığı rahatsızlığın Gezi’de hükümet karşıtı bir kitleselliğe dönüştüğünü açıkladı. “2013 1 Mayısı’nda Taksim’i “fethetmek” isteyen fakat kendi başlarına fethedemeyen sosyalistlere, bu fethin nasıl olacağını da Gezi gösterdi” dedi.

“Gezi direniş mi ayaklanma mı” tartışmalarında direniş diyenlere karşı çıktığımızı, kimsenin yaşam alanı olmayan Gezi Parkı’nda devletin karşısına dikilen kitlelerin ve bunun parkla sınırlı kalmamasının Gezi’ye başkaldırı hüviyeti kazandırdığını belirten yoldaş, “Gezi bir sınıf ayaklanması mıdır” sorusuna da yanıt Verdi. Kim oldukları fark etmeksizin harekete geçmiş kitleleri yönlendirme sorumluluğu olan komünistlerin, öte yandan Gezi’ye baktıklarında kitlelerin burjuva karakterde olduğunu da görüyordu.

Erdoğan’ın faiz lobisi diyerek işaret ettiği sermaye gruplarının Gezi’de bir şekilde mevcut olduğunu örneklerle açıklayan yoldaş, sermaye gruplarının çatışmasının yansıması olan bu tür durumlardan kitlelerin faydalanabileceğini, komünistlerin görevininse bu kitlelerin akış yönünü belirlemek olduğunu, Gezi’de bunun başarılamadığını söyledi. Yine de komünistlerin bu türden ayaklanmaları görmezden gelemeyeceğini; kitlelerin sokağa dökülmesinin önüne geçmek isteyen sermaye gruplarının, kitleler sokağa döküldüğündeyse buna düzen içi bir yön vermek isteyeceğini dile getiren yoldaş, komünistlerin buna müdahale etmesi gerektiğini vurguladı.

Gezi’de Kürtlerin ve işçilerin olmadığına dair iddialar dile getirilirken Lice’deki eylemlerde Medeni Yıldırım’ın öldürülmesinin önemli bir nokta olduğunu belirten yoldaş; Gezi’de söylediği ilk şey “Kürtlere özgürlük, Orta Doğu’ya barış” olan komünistlerin, Kürtlerin topraklarının ilhak edildiğini ve Kürtlerin özgürleşmesine ilişkin söylem üretilmesi gerekliliğinin altını çizdiğini açıkladı.

Ardından söz alan yoldaş; Gezi Parkı’nda çekilmeyi savunanların, ayaklanmayı kaldıramayız diyenlerin, onurluca çekilmeyi önerenlerin 2023’te de Kılıçdaroğlu’nun arkasına dizilenler olduğuna parmak bastı. Yoldaş; Ayaklanmada gündeme gelen “Ne yapacağız” sorusuna, “Ömür boyu burada kalamayız” yanıtını veren ve eylemleri bitirme kararını kendilerinin alabileceğini savunan sol akımlara karşı “Buraya gelenler bize sorup gelmedi, giderken de bize sormayacaklar. Kararı kitleler almalı.” diyen komünistlerin, forumlar aldırdığını anlattı.

Gezi’de kitlelerin karar almasına dönük ayrışmanın esasen İkinci Enternasyonal anlayışı ile Bolşeviklerin anlayışı arasındaki farkla ilişkisi olduğunu açıklayan yoldaş; işçi partisi ile komünist parti arasındaki farktan ve partinin iktidarı alıp işçi sınıfı adına yönetmesini savunan İkinci Enternasyonal anlayışına karşı, tüm iktidarı sovyetlere devredip oraya yön vermek için siyasi bir mücadele yürütmeyi savunan bolşevik anlayışı karşılaştırdı.

Forumlarda “devam” denmesiyle eylemlerin sürdüğünü, forumların varoşlara taşındığını ve zamanla eylemlerin sönümlendiğini belirten yoldaş, devrimci partinin olmadığı koşullarda bunun olağan olduğu üzerinde durdu.

Gezi’de deneyim kazanıldığını belirten yoldaş, “Bir daha Gezi olur mu” sorusuna verilecek yanıt için önce Gezi’ye varan sürece bakmak gerektiğini söyledi. 2007-2013 döneminde mevziler kazanıldığını, sokakla meclisin ilişkisinin kurulduğunu, Erdoğan’ın “demokrasi” vaadini yerine getiremediğini hatırlayan yoldaş; önümüzdeki ödevin bu mevzilerin fazlasını kazanmak, hükümet karşıtı bir seferberliğin önünü açmak olduğunu dile getirdi.

Ardından forum bölümüne geçildi.

Geçmişteki ayaklanmalar gibi Gezi’de de devrimci parti eksikliğinin göze çarptığını dile getiren bir katılımcı, “Ne yapacağız” sorusuna “proletarya diktatörlüğünü kuracağız” yanıtını vermemiz gerektiğini söyledi.

Ayaklanma başladığında kitleyi küçümseyen kesimlere karşı, ne istediğini bilen bir kitle olduğunu savunduğumuzu söyleyen katılımcı bir yoldaş, 2 Haziran mitinginde BDP’nin pankartını sansürlemek için yapılan “pankartları indirelim” çağrısına yalnızca BDP ile Köz’ün uymadığını hatırlatan yoldaş, forumlar sürecinde de asıl korkanın kitleler değil sulcular olduğunun açığa çıktığını söyledi.

Söz alan bir başka yoldaş, eylemlerde kitlelerin militant tavırlarını ve polisin nasıl izlediğini hatırlattı. O gün “Biz buradan namusumuzla nasıl çıkarız” diye bakan solun, böyle eylemlerin olmayacağına dair de genel bir anlatıyı sürdürdüğünü söyleyen yoldaş; bu topraklarda olmaz denen her şeyin olduğunu örneklerle açıkladı, bu topraklarda devrim olmaz diyenlerin yanıldığını vurguladı.

Söz alan başka bir yoldaş, kurumların tutumuna ragmen kitlelerin Gezi’den çıkmama kararı aldığını hatırlattı, forumlarda siyasi tartışmaların yürüdüğünü, Gezi’de esas zaafın kendi gücünü eksik görmek ve hükümetin durumunu yanlış okumak olduğunu belirtti. Gezi’de sınıf hareketinin yavaş yavaş yükseldiğini gördüğümüzü, ivmelenen bir hareketi durdurmanın kolay olmadığını, bu yüzden o ivmeyi kazandıracak adımlar atmak gerektiğini, bugün de kitlelerin örgütlenmesi için çalışmak gerektiğini, bunun için halk toplantıları yapmak gerektiğini vurguladı.

Ardından söz alan bir yoldaş, “Gezi’de bazı sol hareketler küçümser bir dille “bu bir ayaklanma değil, küçük burjuvalar burada, beyaz yakalar var, fabrikalara gitmek lazım” dediler. Eylemler mahallere taşındığında bu hareketler ne yaptılar o dönem?” sorusunu sordu. Bunun yanı sıra gelen diğer iki soru, “Halk toplantılarından devşirilecek fayda nedir? Bin Umut Adayları zamanındaki gibi toplantıların bugün yapılması mümkün mü?” ve “Kitleyi küçümseyen siyasetlerin yanı sıra “devrim oldu” diyen yüceltici siyasetler de vardı. Bunların tutumu neydi o dönem ve sonrasında?” idi.

Forum bölümün ardından söz alan konuşmacı yoldaş, kitlelerin talimatla değil, bir çalışmanın sonucu olarak hareket ettirilebileceğini söyledi. Gezi’de, normal koşullarda yapmayacakları eylemleri yapan kitlelelerin daha sonra fabrika yarlarına dönmesinin normal olduğunu, bunun kadro ile kitle arasındaki farkı gösterdiğini açıklayan yoldaş, Gezi’deki forumlarda bu işin örgütsüz de olacağı anlayışının yayıldığını anlattı. Gezi’deki olaylara şahit olan ve silahlı propagandayı savunan bir akımın ne yapacağını soran yoldaş; Gezi’ninleninist ayaklanma stratejisini haklı çıkardığını, ayaklanan kitlelerin siyasetin rengini değiştirdiğini açıkladı.

Son sözü alan yoldaş; Gezi’ye giden yolda Bin Umut Adaylarının seçim başarısının, Erdoğan’ın Kürtler karşısında diz çökmesinin etkisinden söz etti. BDP’nin Gezi’de tutuk kaldığından söz eden yoldaş, BDP tam anlamıyla alana geldikten sonra da ulusalcıların çekildiğini hatırlattı. “Sınıfa gidelim” diyenlerin, “AKP’li işçiler çok fazla” diyerek Gezi’ye katılmamayı savunduğunu dile getiren yoldaş, Gezi’den geçici devrim hükümeti çıkarmak isteyenlerin de hareketi buna yönlendiremeyeceklerini fark ettiklerini söyledi. Sokağı engellemek isteyen reformistlerin, 2018’den buy ana, bu niyetlerinin gereğini daha fazla yaptıklarını vurgulayan yoldaş, “Bunu kıracak olan devrimcilerdir. Devrimci çıkış için ileri!” diyerek sözlerini noktaladı.

V. Koç ve Boğaziçi: İki Üniversite İki Direniş

Kampın üçüncü günündeki son birikim ve deneyim aktarımı sunumunda Köz’den iki yoldaş Koç ve Boğaziçi üniversitelerinde gerçekleşen direnişlere ilişkin sunumlar yaptı.

Koç’ta olanları anlatan yoldaş 2013’te gerçekleşen eylemliliğin nasıl başladığını taşeron tarafından çalıştırılan temizlik işçilerinin işten atılma bildirimi alması sonucu işçilerle öğrencilerin ve akademisyenlerin bir araya gelişlerini, bunun sonrasında rektörün müzakere masasına oturmak zorunda kalışını özetledi. Müzakere sonrası Köz’ün arkasında duranların aksi yönde görüş belirtmesine rağmen istediklerinin çoğunu aldıklarını savlayanların direnişi sonlandırma talebi kabul edilince direniş kazanımların kaybedilecek olmasına karşın bitirilmişti. Burada akademisyenlerin rektörü çeşitli nedenlerle benimsememeleri, hükümet ile Koç grubu arasındaki sürtüşmeler ve üniversitenin şehir merkezinden uzak olması da direnişin seyrini etkilemişti. Fakat bizim için asıl önemli olan öğrencilerle işçilerin bir araya gelmesiydi ve bu yönelim dahil Koç eylemliliğindeki birçok sonuç getirici adımın atılmasının müsebbibi Köz’ün arkasında duran komünistler oldu.

Boğaziçi direnişini aktaran yoldaş da gerçekleştirdikleri isyanın temel avantajının kısmî değil genel ve hükümete karşı taleplerin büyütülmesi ile büyüyebildiğini, sağlanan başarının da başarısızlıkların da bu çizgi ile bağlantılı olageldiğini belirtti. Köz’ün arkasında duran komünistlerin de belirleyici olarak rol aldığı Boğaziçi Direnişi’nde rejim krizi tespitimizin ve oluşturulması gereken halk seferberliği çağrısının Erdoğan’ı geriletici rolünü öne çıkarmamızın eylemlilikte etkili olduğunu dile getiren yoldaş, bu duruma Boğaziçi’nde reformist ve CHP kuyrukçusu siyasetlerin fazla etkin olamamasının da katkı sağladığını vurguladı. Konuşmacıların ardından sorular ve görüşler dile getirildi.

Daha sonra söz alan Koç Direnişi’ni anlatan yoldaş direnişteki temel hatalarından birinin direnişi politik bir direniş olarak kurgulamakta gösterdikleri eksiklikler olduğunu söyledi. Ayrıca direniş kısmen sürerken başlayan Gezi başkaldırısını rektörün destekler gibi görünerek rüzgarı kendi lehine döndürebilmesi, Koç’ta direnenlerin ise Gezi gibi hükümet karşıtı bir başkaldırıyı arkasına alıp rektörlüğün de egemenlerin kanadında bir odak olduğunu belirtecek şekilde davranamamış olmasının direnişi olumsuz etkilediğini ifade etti. Devrimcilerin bir partisi olana kadar bu şekilde sorunlar yaşamalarının daha olası olduğunu ifade etti.

Boğaziçi direnişini anlatan yoldaş ise direniş esnasında öğrenciler dışında destek vermeye gelen siyaset mensuplarını dışlama amacıyla eylem komitesinin aldığı ‘öğrenci kimliği olanlar içeri girecek’ kararının Köz’ün arkasında duran komünistlerin yönlendirmesiyle ‘ya hep beraber, ya hiçbirimiz’ sloganlarıyla reddedilmesinin, ve tıpkı Koç direnişinde olduğu gibi akademisyen, öğrenci ve işçiler arasında (kafa ve kol emeği arasında) ayrım gözetmeksizin uygulanan karar alma mekanizmalarının, tüm isyan boyunca hükümeti karşı odak belleyen öğrencileri temsil eden Boğaziçi Dayanışması’nın yayımladığı açık mektup gibi hamlelerin direnişte anahtar rolü oynadığını belirtti. Komünistlerin yönlendirmesi ile mağduriyet edebiyatı yapmak yerine hükümeti hedefleyen, demokratik anayasa taleplerini yükselten ve ülkedeki diğer ezilenler ve emekçilerle ortaklaşmayı öne çıkartan çizginin Boğaziçi’nde sağlanan kazanımları mümkün kıldığının altını çizdi.

Bu oturumun ardından 50’nin üzerinde bir katılımla gerçekleşen üç günlük kampımız sona erdi.

İstanbul’dan Komünistler