Ukrayna’dan Rojava’ya Mali’den Kazakistan’a
Ukrayna’daki savaş devrimci durumun dünya üzerinde yayılmasının ve şiddetlenmesinin en son ve çarpıcı örneğidir. Bununla birlikte dünyanın dört bir yanındaki emperyalistleri ve burjuva diktatörlüklerini yönetememe krizi içine sokan sorunların neredeyse hiçbiri hafiflememiştir. Taliban’ın anti-emperyalist bir mücadele verdiği, ABD’yi kovarak bölgede barışın zemini oluşturduğu hezeyanlarına kapılanlar sayıca az değildir ama gerçekte ABD askerlerinin çekilmesi Afganistan’ı Çin nüfuzuna açarak bölgedeki siyasi gerilim ve çatışmaları arttırdı. Bu çatışmaların sonuçlarının neler olduğu, Fransız ve Amerikan emperyalizmlerinin henüz emperyalist bir devlet olarak siyaset sahnesine çıkmamış olsa da nüfuzunu arttırma mücadelesi veren Çin’in kıran kırana rekabet ettiği Afrika’da son iki yılda patlak veren darbelerden bellidir. Sadece Sudan’daki düzenin sınırlarına takılıp kalan devrimci başkaldırı boğulmamış, Tunus’taki “örnek demokratikleşme” müsameresine son verilmemiş, Mali, Gine ve Burkina Faso’da istikrarsız olacağı belli askeri yönetimler oluşturulmuştur.
Dünya çapında yaygınlaşan devrimci durumun hem en çarpıcı göstergelerinden hem de emperyalistler arasındaki rekabeti arttırdığı için nedenlerinden biri olan “Suriye krizi” on birinci yılında. Rojava’daki kanton hükümetini yönlendirenler dört seneden beri Kuzey Suriye Federasyonu olmayı kabullendiklerini her fırsatta dile getirseler de, ABD ve Rus emperyalizmleri konu Suriye olunca Ukrayna’ya kıyasla uzlaşmaya çok daha açık olsalar da ne barış ne de anayasa görüşmelerinden kayda değer bir sonuç çıkmıştır. Bu nedenle tüm uzlaşma girişimlerine karşın Rojava Ortadoğu’da istikrarsızlık üreten bir odak olmayı sürdürüyor.
Korona salgının sermayenin üretim ve dolaşım sürecinde yol açtığı kesintiler tüm aşı kampanyalarına, muhtelif karantina önlemlerine karşın ortadan hala kaldırılamadı. Aşırı birikmiş sermayenin emperyalist metropollerde yol açtığı yoksulluk ve işsizlik tutarlı ve kapsamlı bir genişlemeci, sosyal-demokrat, sınıf işbirlikçi çizgi izlenemediği için kontrol altında tutulamadığı için merkez siyasi partilerin yıpranması sürüyor. ABD’de Biden’ın sosyal reformlarının yetersizliği Demokrat Parti’nin iyice iğreti hale gelmiş bütünlüğünü bozup bağımsız bir sol hareketin koşullarını olgunlaştırıyor, bir anlamda böyle bir hareketi dayatıyor. Biden’ın yalpalayışı aynı zamanda alt edildiği söylenen “Trump faşizmi”nin yaklaşan ara seçimlerdeki yeni bir zaferinin yolunu döşüyor. Avrupa’da aynı dinamikler söz konusudur. İstikrarın son kalesi Almanya’da dahi Merkel dönemi bitmiş yerine dış politikadan ekonomiye yamalı bohça bir koalisyon gelmiştir. Emperyalist metropollerdeki kriz sadece siyasi partilerin parçalanmasıyla sınırlı kalmıyor. Emperyalist kurumlar olimpiyatların örgütlenmesine dahi yansıyan bir parçalanmışlık içinde. “Ukrayna Krizi” NATO’nun parçalanmışlığının ve işlevsizliğinin en çarpıcı örneği olsa gerek. Daha önce İngiltere’yi bünyesinden çıkarmış olan Avrupa Birliği bu sefer de benzer bir süreci Polonya ile yaşıyor.
Bununla birlikte emperyalist metropollerde biriken finans kapitalin aktığı coğrafyalardaki hakim sınıfların durumu da daha parlak değildir. Brezilya’dan Türkiye’ye, Güney Afrika’dan Tayland’a tüm bu kesimler zaten siyasi krizlerin içinde debelenirken sermaye birikim ve dolaşım sürecinin Korona, uluslararası finans sisteminin kırılgan yapısı ve emperyalistler arası gerilimler nedeniyle kesintiye uğraması sonucunda azalan sermaye girişleri, yükselen enerji fiyatları ve dünya pazarlarındaki daralma sorunuyla yüzyüzedirler. Haliyle bu ülkelerde işçi sınıfını peşine takacak ulusal kalkınmacı-milliyetçi yahut sosyal adaletçi sınıflararası koalisyonların hükümetlerin güçlenmesi mümkün değildir. Bu dinamikler sadece Türkiye’de Erdoğan’ın gerilemesinin olduğu kadar yeni dönemde karşılaştığımız “ödenemeyen faturalar” sorunun önemli bir maddi temelini oluşturmuyor. Şili de “sosyal adaletçi” bir anayasayı burjuva tipte bir kurucu meclisle oluşturma girişiminin, bir ihtimal Tunus’un yaşadığı badireleri atlatsa bile, neden ancak sadece biçimsel olarak yeni bir belgeyle sonuçlanacağını da anlatıyor. Dahası aynı dinamikler dünyanın “geri kalmış”, “kapitalizmin az geliştiği” bölgeleri olarak burun kıvrılan Kazakistan gibi coğrafyalarda güçlü, devrimci bir enerji taşıyan, “yeni toplumsal hareketlerle” değil geleneksel proleter başkaldırılarıyla önemli benzerlikler içeren ayaklanmaların neden ve nasıl patlak verdiğini açıklamak için anahtar işlevini görecektir.
Sermaye Birikim Rejimleri Doğru ve Zamanı Gelmiş Fikirlerle Değişmezler
Önceki sayılarımızda sözüm ona “neoliberalizm eleştirisi” yaparak sosyal devlet güzellemeleri düzenlerle aramızdaki farkı belirginleşmişti. “Sosyal devleti”, “kamulaştırmayı”, “devletleştirmeyi” emekçilerin baskısıyla sermayenin frenlenmesi olarak göstermek isteyenlerin aksine sermayenin “ekonomiye devlet müdahalesi”ne karşı olmadığını vurgulamıştık. İşçilerin tüketim kapasitesini arttırmayı hedefleyen, yahut özel işletmelerin devlet mülkiyetine geçirilmesini öngören düzenlemeler de dahil olmak üzere devletin ekonomideki rolünün artması, sermaye birikiminin sürekliliği tehlikeye düştüğü zamanlarda atılması gereken adımlar arasında yer alır.
Tam da bu nedenle birinci paylaşım savaşının arefesinden ikinci paylaşım savaşının sonlarına kadar uzanan kırk yıllık süre boyunca sermayenin daha ileri görüşlü ideologları işçilerin tüketim kapasitesinin arttırılmasını, sermaye ihracının kontrol altına alınmasını, emperyalist metropollerde kupon kapitalizminin frenlenmesini, üretken yatırımların arttırılmasını savundu. Hobson’un asalak İngiliz emperyalizmini yerden yere vuran eleştirileri, Keynes’in devlet harcamalarının arttırılmasına yönelik önerileri hep bu çizgideydi. Bu kesimlerin o zamanlar kendilerini liberal sosyalist olarak tanımlamaları da tesadüf değildi. Bugün de emperyalizmin akıl hocaları benzer eleştirilerde ve önerilerde bulunuyorlar. Tıpkı o zaman olduğu gibi bugün de pusulasız sol akımları “emeğin haklarını savunmak” adına peşlerinden sürüklüyorlar.
Gelgelelim sermayenin birikim rejimleri sırf kimi ideologlar doğru fikirlere sahip diye değişmezler. Bu fikirlerin ve önerilerin hayata geçmesinin maddi ön koşulları vardır. Bunların başında hükümetlerin geçici önlemlerle krizi öteleme imkanının kalmaması, eski politikalarda ısrar eden kapitalistlerin direncinin kırılması ve sermaye birikiminin yeni koşullarına “ikna edilmeleri” gerekir. Tam da bu nedenle KöZ’de hatırlattığımız gibi aşırı birikmiş sermayeyi yok etmeden, sermayenin reform ihtiyacını istismar edecek devrimci hareketleri tasfiye etmeden sosyal-devletçi politikaları tutarlı, yani sermayenin sorunlarını çözecek şekilde, hayata geçirme imkanı yoktur. Sosyal-devlet politikalarının programatik olarak gerici, pratikte ise karşı-devrimci olmaları bu ön koşullarla bağlantılıdır. Nitekim Hobson ve Keynes’in fikirlerinin ciddiye alınması da ancak ikinci paylaşım savaşından sonra yani onlar bu fikirleri ortaya koyduktan otuz kırk yıl sonra, 1945’in ardından mümkün olmuştur. Bugünse sermaye imha edilmediği gibi, aşırı birikmiş sermaye başta ABD olmak üzere emperyalist devletlerin günü kurtarmayı amaçlayan çözüm adımları nedeniyle daha da şişmektedir. Benzer bir şekilde Avrupa’da ve Amerika’da devrimci dinamikler yeni yeni kendini ifade etmeye başlıyor. Bu dinamiklerin tasfiyesi henüz gündemde olmadığı gibi emperyalistlerin içinde debelendiği siyasi kriz nedeniyle, bu devletler yeniden yapılandırılmadan sosyal devlet hamlesine bir kez daha başlamak mümkün değildir.
Enflasyon Korkusu
Emperyalist metropolleri saran enflasyon korkusu sosyal devletçi siyasetin açmazlarının neler olduğunu anlamak için iyi bir örnektir. Emperyalist devletlerin 2008 krizinden beri yaptıkları tüm müdahaleler ağırlıklı olarak tekellerin iflasını engelleme kaygısını taşıyordu, Amerikan Merkez Bankası’nın suyun başını tutan kapitalistlere mali desteği finans kapitalin daha da hızlı birikmesine ve merkezileşmesine yol açtı. Sermayeyi ayakta tutan çözüm adımları ise burjuvazinin paralı uşakları ve işçi aristokrasisinin yoksullaşmasına yol açtı ve Amerikan siyasetini tarihinde ilk kez bu denli parçaladı.
Biden’ın, giderek güçlenen Amerikan solunun da desteğini alan, kampanyası esas olarak emekçilerin yaşam koşullarını eski haline getirecek devlet desteğini savunuyordu. Bugün Amerikan sermayesinin her boydan temsilcisi Biden’ın karşısına “Enflasyonu arttırma” diyerek çıkıyor. Enflasyonu düşük faizler, azalan işsizlik nedeniyle artan ücretlerle ilşikilendiren sermaye ideologları Biden’ı daha yolun başında adım atamaz hale getirmiştir. Kapsamlı bir iflas dalgası ve imha dalgası olmadıkça halihazırdaki birikimden beslenen kesimlerin ve onların hizmetkarlarının direncini kırmak, sermaye birikimi için yeni ve elverişli koşullar üretmek mümkün olmayacaktır.
“Neoliberalizm Karşıtlığı” İşçi Hareketinin Uluslararası Birliğine Set Çekiyor
Dünyadaki devrimci durumun maddi temelini oluşturan sermayenin eşitsiz gelişimi karşısında sosyal-demokrat ideologlardan apartma bir “neoliberalizm karşıtlığı”nı benimsemek sadece hayalci ve kuyrukçu değil aynı zamanda işçi hareketinin uluslararası birliğinin altını oyan, işçi sınıfı saflarında enternasyonalizm bilincini körelten bir tutumdur.
Emperyalist metropollerde yeşeren küreselleşme karşıtlığı, çocuk emeği sömürüsüne karşı örgütlenen kampanyalar, çevrecilik adına iktisadi büyümenin frenlenmesi, karbon emisyonunu azaltmayan ülkelere yaptırımlar uygulanması talepleri bir bakıma emperyalist ülkelerdeki işçi aristokrasisinin sermaye ihracına engel olarak kendini koruma girişimidir. Ama aynı zamanda emperyalistlerin diğer ülkelerdeki rakip ya da bağımsız sermayeleri çevreyi kirlettiklerini, işçileri ölçüsüzce sömürdüklerini ileri sürerek dünya pazarından dışlama gayretleriyle de aynı çizgidedir. Karbon salınımını azaltma amacıyla Glasgow’da düzenlenen COP26 müsameresi bu bakımdan ibretliktir. Dünyanın dört bir yanından çevreciler “gezegeni kurtarma” kaygısıyla kendi emperyalist hükümetlerinin Hindistan ve Çin’i sıkıştırma politikalarına destek vermişlerdir.
İşçi aristokrasisinin kendi emperyalistlerinin dümen suyunda hareket ettiği koşullar altında, Hindistan’dan Güney Afrika’ya milyarlarca işçinin emperyalist ülkelerdeki sınıf kardeşleriyle değil emperyalistlerin korumacı eğilimlerine karşı mücadele eden kendi milli devletleriyle saf tutmaya yakınlaşacağını görmek zor olmasa gerek.
Bu durumdan işçilerin çok uluslu tekellere karşı ortak dayanışma grevleriyle mücadele etmesini temenni ederek, bu doğrultuda parlak ve ses getirici projeler üreterek kurtulmak mümkün değildir. Yapılması gereken dünya emekçilerini birleştirecek bir sosyal ve siyasi mücadele çizgisini ısrarla takip edecek merkeziyetçi bir dünya komünist partisini yaratmaktır. Böyle bir parti olmadıkça hiçbir enternasyonalist dayanışma girişimi, ortaya çıkışı ve başarısı tesadüfi koşullara bağlı bir saman alevi olmanın ötesine geçmeyecektir.