Can Çekişen Kapitalizm ve Devrimci Durum
“Emperyalizm can çekişen kapitalizmdir.” Lenin’in “Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” broşüründeki her boydan revizyonist akım tarafından hasır altı edilen bu tespit, emperyalizm çağında gönenç ve istikrar dönemlerinin istisnai ve kısa ömürlü, kriz ve sefalet dönemlerinin ise genel, yaygın ve uzun süreli olacağını anlatır. Nitekim emperyalizm çağının yüz küsur yıllık seyri bu tespiti doğruluyor. İktisadi anlamda 1930’lara kadarki dönem adım adım yaklaşan bir buhranın öyküsü oldu, 1940’larda yaşanan toparlanmanın ömrü otuz yıl sürdü, 1970’lerde yeni bir darboğaz başladı. 1990’larda bu darboğazı aşma yolunda atılan adımların 1930’lardakine benzer bir buhranın yolunu döşemekte olduğuysa giderek daha fazla açığa çıkıyor. Bununla birlikte siyasi bakımdan birinci paylaşım savaşıyla patlak veren kriz yine 1940’ların ortasına kadar sürdü. Sonrasındaki “istikrarlı” dönem dahi ABD-Sovyet gerilimi altında yaşandı. SSCB’nin çöküşüyle kendini rakipsiz sunmaya çalışan ABD’nin yaldızları pek hızlı döküldü, dünyanın dört bir yanı savaş ve ayaklanma girdabına sürüklenmeye başladı. Ezilenler ve emekçiler cephesinde ise devrimci hareketler 1916 Paskalya Ayaklanması’ndan, 1930’lardaki kimi küçük aralar dışında, 1980’lere kadar sürmüştür. Yirmi yıllık nispi bir suskunluğun ardından isyanlar, devrimci başkaldırılar yine çoğalıyor.
Köz’ün arkasında duran komünistlerin “dünya çapında kapsamı genişleyip derinleşen devrimci durum” tespiti ancak bu tarihsel çerçeve içinde anlaşılabilir. Genel ve sürekli bir krizden söz etmiyoruz, fakat “can çekişen kapitalizm” giderek birinci paylaşım savaşı ve Ekim Devrimi öncesindeki döneme benzerlik gösteriyor.
İçinden geçtiğimiz sürecin ana hatları şu şekilde tarif edilebilir: Amerikan emperyalizmi, iktisadi ve siyasi dayanaklarını yitirmektedir. Bütünüyle emperyalist bir karaktere henüz kavuşmamış Çin merkezli finans kapital ise kendi alanını yaratmanın ve genişletmenin derdindedir. Avrupa’daki emperyalistlerin ABD ile olan ilişkileri daha gerilimli hâle gelirken, Rus emperyalizmi SSCB parantezinden sonra tekrar birinci paylaşım savaşı öncesindeki defterleri açıyor. İstikrarın kalesi olarak bilinen emperyalist metropollerde işçi aristokrasisi daralıyor, burjuvazinin eteklerine tutunmuş kesimler ise büyük bir yıkıma uğruyor. Dünya endüstrisinin kalbi Çin’de ve Hint Yarımadası’nda muazzam hızla bir işçi sınıfı ortaya çıktı ve kendini geniş kitlesel eylemlerle belli ediyor. ABD emperyalizminin Latin Amerika, Afrika ve Ortadoğu’nun emekçilerine vaad ettiği büyüme modeli çoktan krize girdi, Çin ise bu ülkeleri alternatif bir modelle kendine bağlayamıyor. Bu durum ve finans kapitalin hızla şişmesi, sadece dünya üzerine bir kabus gibi çöken borç krizini büyütmüyor, aynı zamanda Şili’den Sri Lanka’ya ayaklanmaları tetikliyor. Suriye’den Ukrayna’ya savaşları yaygınlaştırıyor. Birinci paylaşım savaşından bu yana, başta Kürdistan ve Filistin olmak üzere, çözüme ulaşmamış ulusal sorunlar tüm ezen ulus devletlerinin altını oyuyor.
İktisadi darboğaz, çoğu yerde bir yönetememe krizine dönüşen siyasi krizle el ele yürüyor. Siyasi krizler dünyanın dört bir yanında ayaklanmaları tetikliyor. Büyük bir iktisadi buhranın, savaşların ve devrimlerin eşlik ettiği bir altüst oluş gerçekleşmeden bu tablonun değişmesi mümkün değildir. Bu bakımdan “genişleyip derinleşen devrimci durum” saptaması, bir iki yıllık, ve işçi hareketleri görünürde dinginleştiğinde ortadan kalkacak, arızi bir dönemi değil, devrim ve karşı devrim arasında bir hesaplaşma olmadan kapanmayacak bir dönemin genel karakteristiklerini tanımlıyor.
Son bir yıl içerisinde söz konusu dönemin en çarpıcı görünümlerini şu şekilde özetlemek mümkündür: Rojhilat’ta başlayıp tüm İran’a yayılan ayaklanma dokuzuncu ayını doldurdu. Avrupa’nın göbeğinde olmasa da kıyısında, Ukrayna’da bir yılı aşkın zamandır süren savaş kolay bir zafer, erken bir ateşkes umudundan gittikçe uzaklaşıyor, Rusya yeni bir hücum harekatına hazırlanırken, ABD ve diğer emperyalistler Ukrayna’yı ağır silahlarla donatıyor. Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki sınır gerilimi sık sık askerî çatışmaya dönüşüyor. Suriye’deki içsavaş ise henüz bir barışla son bulmadı.
Peru’daki siyasi kriz, cumhurbaşkanı Castillo’nun başarısız bir darbe girişimi sonucu hapsi boylamasının ardından, Castillo yanlısı emekçilerin isyanıyla sürüyor. Lula’nın seçim zaferinin ardından normalleşeceği düşünülen Brezilya’da ise Bolsonaro yandaşları kongre binasını işgal ediyorlar. Sri Lanka’da emekçiler Rajapaksa’nın sarayını basıp onu koltuğundan indirse de sular durulmadı. İngiltere’de hükümetler peş peşe eskirken; ABD, Cumhuriyetçilerin kendi iç parçalanmışlığı nedeniyle, kongrenin başkanını dahi yirmiye yakın seçim turundan sonra seçebiliyor. On yıla yakın bir süredir bir rejim krizi içinde çırpınan Türkiye ise bu sefer kendi tarihinin en büyük depremlerinden biriyle sarsıldı.
Devrim ve Karşı Devrim
Dünyanın dört bir yanında derinleşen siyasi krizlere ve ayaklanmalara bakıp proletaryanın önderlik bunalımının dünya çapında sürdüğünü bir kez daha hatırlatanlar vardır elbette. Uluslararası bir komünist merkez ve onun sınıf içine kök salmış ulusal seksiyonları olmaksızın söz konusu ayaklanmaların hüsranla sonuçlanacağını hatırlatmak da mümkündür. Ancak tüm bunlar doğru, genel ve tam da bu nedenle bir o kadar da soyut ve faydasız tespitlerdir. Somut durumun somut tahlilinden söz etmek isteyenlerin bugünkü krizin kendini nasıl somutladığına ve devrimci önderlik bunalımının hangi siyasi kavgalardan geçerek çözülebileceğine ışık tutması gereklidir. Zira dünya çapında genişleyip, derinleşen bir devrimci durumdan söz etmek aynı zamanda bu devrimci durumun yaşandığı ülkelerde devrim ve karşı devrim, devrimcilik ve reformizm arasında keskinleşip belirginleşen bir karşıtlıktan, bir çatışmadan söz etmeyi de gerektirir. Bugün tam da böylesi bir çatışma söz konusudur.
Şubat Devrimi’nin ardından Lenin “Bütün devrimlerin temel sorunu iktidar sorunudur” diye yazıyordu. Proleter devrimler gündemde olduğunda devrimle karşı-devrim arasındaki çatışma her zaman iktidar sorununda düğümlenir. İktidardan kast edilense elbette halihazırdaki devletin yürütme aygıtı değil, sınıf iktidarıdır. Siyasi iktidarı verili devletin mekanizmalarından destek alarak ele geçirmeye çalışanlar reformist kampta, devlet aygıtını yıkıp yeni bir devlet kurmak için mücadele edenlerse devrimci kampta yer alır. Bugün dünyanın her tarafında sorun hep bu konu üzerinde düğümlenmektedir.
Ukrayna’da Emperyalistler Arası Paylaşım Savaşı
Devrimcilik ve reformizm arasındaki karşıtlığı en çarpıcı bir biçimde belli eden sorun Ukrayna Savaşı olsa gerekir. Solun geniş bir kesimi, ABD emperyalizmini Ukrayna’da ve Doğu Avrupa’da geriletmek için Rus emperyalizmine bel bağladı. Bir diğer kısmı ise ABD emperyalizmi ve Ukrayna devleti ile birlikte omuz omuza, “ama elbette asla politik bir destek vermeden” “Rus yayılmacılığına” karşı savaşmayı savundu. Bir üçüncü kesim ise “Ne ABD ne Rusya” diyerek, hemen barışın ilan edilmesini başka bir deyişle eski uluslararası statükonun korunması gerektiğini savundu. Her üç kesim de sözümona emekçilerin kurtuluşu yolunda emperyalist devletlerin birine ya da ötekine, yahut elbirliği ile oluşturdukları uluslararası kurumlara bel bağladı.
Ukrayna savaşındaki reformist tutumlarına teorik dayanaklar yaratmak isteyenlerin Komünist Enternasyonal’in programatik temellerini atan leninist emperyalizm teorisini de tahrif etmesi gerekir. Komintern’in kalkış noktası emperyalistler arası paylaşım savaşlarının kaçınılmazlığıydı. Tüm ülkelerin komünistlerinin “Asıl düşman kendi yurdunda” diyerek savaşı içsavaşa çevirmeleri, kendi hükümetlerine karşı sınıf mücadelesini yükseltmeleri gerekiyordu. Hâlbuki bugünün reformistlerine göre, son elli sene içinde gerçekleşen savaşların hiçbirinin emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasıyla ilgisi yoktur. Onlar açısından söz konusu olan “emperyalist savaş” yani bir emperyalistin dünyanın ezilen halklarına yahut sınıf karakteri tanımlanmamış “küçük devletlerine” açtığı savaşlardır. Bu kesimlerin sıkça attığı “Emperyalist savaşa hayır!” sloganı aslına bakılırsa devletlerin ve savaşların sınıf karakterini gizleyen sınıf uzlaşmacı bir barış çağrısından başka bir şey değildir.
Leninist emperyalizm teorisini tahrif edenler, siyasi bir olgu olan emperyalizmi iktisadi bir olguya çevirip, emperyalizmi sermaye ihracına eşitliyorlar. Böylelikle Ukrayna’dan Suriye’ye at koşturan Rus Devleti’ni, yeterince sermaye ihraç etmediği için emperyalist kabul etmiyorlar. Hâlbuki emperyalizm, dünyada imparatorluklar kurma ve nüfûz alanları yaratma girişimleri, ta Roma İmparatorluğu’ndan beri gözlenen bir olgu. Kapitalizmin ilk evresinde, henüz emperyalizm çağı başlamamışken de, imparatorluklar mevcuttu; üstelik bunların bir kısmı sömürgeciydi. Kapitalist devletler başından beri imparatorluk kurma girişimlerinden, sömürgeci yağmacılıktan beslendi. Kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizm çağı, barışçıl bir kapitalizmin ekonomik nedenlerle saldırgan bir kapitalizme dönüştüğü bir döneme işaret etmez. Zira kapitalizm hiçbir zaman barışçıl olmadı, barışçıl bir şekilde gelişmedi. Bu yeni aşama, yani emperyalizm çağı, emperyalist politikaların artık finans kapitalin mantığına ve rekabetine tâbi olduğu bir döneme işaret eder. Lenin’in askerî-feodal emperyalist diye tanımladığı ve modern kapitalist emperyalizme adım attığını ifade ettiği Rusya ise, SSCB’nin çöküşünden otuz yıl sonra, artık elbette kelimenin modern ve kapitalist anlamıyla emperyalisttir.
Ortada uluslararası bir merkezin bulunmadığı koşullarda, “Asıl düşman kendi yurdunda!” tespitinden yola çıkarak, Ukrayna ve Rusya emekçilerinin kendi burjuvalarına ve kendi devletlerine karşı savaşmak zorunda olduklarını söylemek doğru ama teorik bir tespittir. En fazla programatik bir ayrım çizgisine işaret eder. Gelgelelim Ukrayna ve Rusya’da bir devrimci durumdan söz ettiğimiz zaman, burada devrim ve karşı-devrim arasındaki mücadele, her iki coğrafyada kendi burjuvalarına mücadele bayrağını pratikte kaldıranlarla, kendi devletlerinin yanında saf tutanlar arasında yaşanmaktadır. Besbelli ki bugün hakim olan Ukrayna işçilerini Zelenski’ye ve ABD emperyalizmine, Rusya’da ise Putin’in “Nazi karşıtı mücadelesine” yedekleyen reformist eğilimdir. Bu eğilimler baskın olduğu sürece bölgedeki hiçbir devrimci durumun bir proleter devrimle sonuçlanması mümkün değildir.
Benzer bir durum kapsamlı bir savaşın etrafında dönüp duran Azerbaycan ve Ermenistan, içsavaşı henüz son bulmamış Suriye için de geçerli. Konu Suriye olunca sol akımlar açısından ortaya paradoksal bir tablo çıkıyor. PKK kuyrukçuluğu yapan akımlar bir yandan Rojava Devrimi’ne ve kazanımlarına sahip çıktıklarını ilan ediyor ama aynı zamanda Suriye içsavaşında, “ÖSOcu çetelere karşı” Esad’ın yanında saf tuttukları için Esad’ın Suriye içinde hâkimiyetini arttıran adımlarını ve elbette Rusya’nın bölgedeki varlığını destekliyorlar. Bu reformist çizginin temsilcileri, anti-emperyalist ve halkçı bir çözüm için Rojava Kürtlerine Esad’la anlaşmayı telkin ediyorlar.
Latin Amerika’da Rejim Krizi, Seçim ve Kurucu Meclis
Latin Amerika’daki ayaklanmaların seyri de aydınlatıcıdır. Şili ve Peru örnekleri rejim sorununun Türkiye’ye özgü olmadığını gösteriyor. Anayasal krizler yaygınlaştıkça kurucu meclis sorunu gündeme geliyor. Ancak sorun tam da kurucu meclisin nasıl kurulup, toplanacağı konusunda düğümleniyor. Konunun cahili olmayan herkes zaten yeni bir anayasanın ancak kurucu bir meclisle toplanacağında hemfikir. Devrimci bir çizgi kendini, yeni bir anayasanın ancak kurucu bir meclisle yapılabileceğini ifade etmekle değil, söz konusu kurucu meclisin ancak bir devrim sonunda toplanacağını savunmakla ayırt eder. Şili’deki ayaklanmayı sönümlendirip düzen içi bir kurucu meclise razı olanlar, yürütmenin başına yerleşmiş olsalar da yeni anayasayı yapamadılar. Peru’da ise umutlarını Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmaya bağlayan sol daha ilk ândan düzenin koyduğu sınırlarla karşılaştı ve emekçiler kurucu meclisin cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle kurulamayacağını kendi deneyimleriyle öğrendi. Castillo’nun serbest bırakılması için harekete geçip barikatlar kuran işçilerin dağınıklığı ve hazırlıksızlığının bir numaralı sebebi, onlara önderlik etmekle yükümlü olanların yıllardır parlamentarist hayaller yaymasıdır.
Şili’de, Peru’da sol akımlar neredeyse tamamen düzen partileri ve düzen kurumlarına yaslanarak tadilat yapmayı uman bir çizgiye hapsoldular. İş lafa gelince sınıf mücadelesi ve devrim bayraktarlığını kimseye bırakmayan troçkist akımlar da Şili’de ve Peru’da olduğu gibi sorun kritik bir aşamaya gelince, yani Boric’e, Castillo’ya seçimi kazandırmak gerektiğinde, anayasa oylaması yapıldığında yahut Cumhurbaşkanı tutuklandığında düzen partileriyle aynı safta yer almakta bir beis görmediler. Benzer bir durum Brezilya için de geçerlidir. Bolsonaro yanlıları kongreyi basınca bir bütün olarak sol, reformist bir çizgide Lula’nın arkasında saf tuttu; güvenlik güçlerinden kongre binasını temizlemesini talep etti.
Aslına bakılırsa Sri Lanka’daki gelişmeler Latin Amerika’dakilerin parodisidir. Hükümeti deviren işçi emekçi yığınları iktidarı alma görevini burjuva muhalefetine verdi, burjuva muhalefetinin temsilcisi ise hükümet tarafına geçerek düzen muhalefetini yarı yolda bıraktı. Sarayından kovulan Rajapaksa ise kısa süre içinde Sri Lanka’ya geri döndü.
Rojhilat Hâlâ Ayakta
Rojhilat’taki ayaklanma, dört parçaya bölünmüş Kürdistan’daki devrimci dinamiklerin bitmeyeceğini gösteriyor. Türkiye Cumhuriyeti Kürdistan’ın kuzeyini askerî operasyonlarla, batısını ise işgal tehditleriyle zapt-ü rapt altına alma yönünde girişimlerini arttırmışken, Irak Güney Kürdistan’daki referandum girişimini ezmenin rahatlığıyla hareket ederken, ulusal ayaklanma bu sefer Kürdistan’ın en sakin görünen kısmında patlak verdi. Tüm İran’a yayılan ayaklanma beşinci ayında hâlâ kontrol altına alınamadı. Gelgelelim reformist akımlar Doğu Kürdistan’daki ayaklanmayı, ulusal iddialarla Kürdistan’ın diğer parçalarına yaymayı hedeflemek şöyle dursun, Rojhilat’taki ayaklanmanın İran’daki demokratik muhalefetin bir parçası olarak kalmasına ve demokratik İran için mücadele eden toplumsal muhalefetin ihtiyat kuvveti hâline dönüşmesine göz yumdu. Burjuva devletin sınıfsal ve ulusal karakterini gözardı eden reformizm Kürtlerin İran ulus devletinin içinden verilecek bir mücadele ile millî baskıya son vereceği yalanını yayıyor.
Hâlihazırda somut bir ayaklanma yaşanmasa da benzer bir yaklaşım Kıbrıs ve Filistin için de geçerlidir. “Kıbrıs sorunundan kurtulmak” için iki devletin varlığını koruduğu yahut birbirinin içinde eridiği bir çözüm arayanlar, konu Filistin olunca Ürdün’ün sınırlarına saygılı iki devletli bir çözümün peşinden koşuyorlar. Aynı reformistler elbette FKÖ ve HAMAS’ın elindeki devlet aygıtını ulusal kurtuluş yolunda bir mevzi olarak görüp, ulusal kurtuluş hareketi ilan ettikleri bu hareketlerin peşinden sürükleniyor.
En Acil İhtiyaç ve Görev: Uluslararası Komünist Merkez
Proletaryanın dünya çapında önderlik sorununu çözme iddiası bir temenninin ötesine geçecekse, tüm bu coğrafyalarda reformizmin karşısına devrimci bir politik mücadele yürütme iddiasıyla çıkan güçlere ulaşmak, böyle güçlerin olmadığı koşullarda onları yaratma iddiasını taşımak gerekir. Bu bakımdan komünistlerin birliği iddiasını taşıyanların kendi muhataplarını sadece üzerlerinde bulundukları coğrafyada değil aynı zamanda uluslararası düzlemde de kendisi yaratması gerekir.
Kürdistan devriminin sorunlarını uluslararası bir sorun olarak tarif edip, Kürdistan devrimine önderlik edecek güçleri yaratmak için uluslararası bir merkez yaratmak bu konuda atılacak ilk ve önemli adımdır. Ancak böylesi bir uluslararası merkez sadece Türkiye’de ve Kürdistan’da mücadele eden komünistleri buluşturmakla yetinemez. Bilakis mahalli yahut bölgesel bir enternasyonal olma eğilimine karşı her daim mücadele etmek gerekir. Bu doğrultuda söz konusu merkezin önünde ikili bir görev durmaktadır: Bir yandan kendini Türkiye ve Kürdistan devriminin sorunlarıyla sınırlamayıp dünya üzerindeki tüm devrimci mücadelelerin sorunlarını ele alıp yanıtlar üretecek bir hazırlığın içinde bulunmalı, diğer yandan da dünyanın dört bir yanında reformizme karşı devrimci mücadelenin içinde bulunan ya da böyle bir arayış içinde bulunan güçlere ulaşmalıdır.