Osmanlı paşalarının emperyalistlerle uzlaşarak kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunu önceleyen dönemden itibaren elleri devrimcilerin, Kürtlerin, Alevilerin, Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin, yoksul işçi ve köylülerin kanı ile lekelenmiş karşı devrimcilerin devleti olmuştur. Faili olduğu baskılar, katliamlar, zorbalıklar mirasçılığını yaptığı Osmanlı’dan geri kalır pozisyonda değildir. Hatta bu konuda onu rahmetle arattığı bile söylenebilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan ve bu kuruluşa giden süreçten beri değişmeyen karşı-devrimci özünün vurgulanması mühimdir. Öte yandan, mağduriyet örtüsü altına saklanmadan bu topraklardaki ayaklanmaların meşruluğuna işaret etmekle yetinmeyip bunların eksikliklerini tespit etmek ise daha mühimdir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Temeli ve Mirası

Kırım ve talan üzerine kurulu Türk Cumhuriyet’ini kuran kadroların önemli bir bölümü 1915’te Ermenilerin katlinde aktif rol üstlenmişlerdir. Anadolu’yu “Türk Yurdu” yapmak isteyen ittihatçı paşalar, ilk Ermeni katliamının mimarı ve yürütücüsü Abdülhamit’in izinden giderek, bir buçuk milyon Ermeni’yi topraklarından sürmüş; sürmekle kalmamış öldürmüştür de. Yaşadığımız topraklardaki Yunan emekçilerinin başına gelenler özünde Ermenilerin başına gelenlerden farksızdır. “Kurtuluş Savaşı” diye anılan savaşın sonrasında 1 milyonun üstündeki Yunan emekçisi ve köylüsü Ege Bölgesi’nden Yunanistan’a sürülmüştür. Erzurum’dan Adana’ya Ermenilerin toprakları aynı yörenin Müslüman eşrafı tarafından devletin yönlendirmesiyle ve onun bir uzantısı olarak talan edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti devrimci bir burjuvazinin siyasi mücadelesi sonucunda doğmamış, tam aksine katliamcı ve yağmacı bir devletin talanlarından beslenip palazlanan akbaba ruhlu bir burjuvazinin oluşmasına yol açmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti inkar ve imha üzerine kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde Kürtlerin inkarı vardır. Kürdistan’ın en büyük parçasını yutan Türkiye Cumhuriyeti boyunduruk altında tuttuğu topraklarda bir Kürdistan’ın kurulmasını engellemek için tüm Kürtlerin zorla Türk olduğunu ileri süren inkarcı tutumu benimsedi. Türk ulus devletin egemenliğini tanımayarak ayaklanan Kürtler hep Türkiye Cumhuriyeti’nin imha saldırılarına maruz kaldı. Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Devleti’nin Kürtlere yönelik ilk saldırısı Koçgiri Ayaklanması’nın üzerine yürümesiyle başlar. Türk ordusu 6 Mart 1921’de bugünkü Sivas İmranlı’da Kürdistan bayrağını çeken Kürtlerin üzerine yürüdü. Ayaklanmayı bastırdıktan sonra Zara ve Divriki de toplam 132 köyü yaktı. İkinci kırım, Şeyh Sait ayaklanmasıyla birlikte başladı. Kendilerini yok sayan Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğini tanımayan Kürtler, Azadi örgütünün önderliğinde ayaklanınca on binlerce asker bir kez daha bölgeye sevk edildi. Ayaklanma kanlı bir şekilde bastırıldı. Erzincan Şurası’ndan başlayıp Koçgiri’den geçerek 1938’de Dersim’e geldiğimizde, Koçgiri Ayaklanaması’ndan sağ kalanlar tarafından Seyit Rıza’nın önderliğinde Dersim isyanı örgütlendi ve karşılarında yine kemalistleri buldular. Dersim’i el birliğiyle vurdular, on binlerce Dersimli katledildi.

Türkiye Cumhuriyeti işçi ve emekçilerin tepesine binerek kurulmuştur. Cumhuriyet’in kurucularının işçi düşmanı karakteri daha Cumhuriyet kurulmadan kendini belli etmiştir. 17 Şubat 1923’te toplanan İzmir İktisat kongresinde çağrılan delegelerin arasında tek bir işçinin bile bulunmaması, işçiler adına patronların konuşması Cumhuriyet’in sınıfsal bileşiminin ne olduğu hakkında ilk ipuçlarını verir. 1925’te Şeyh Sait Ayaklanması bahane edilerek ilan edilen Takriri Sükun kanunlarıyla birlikte her türden sendikal örgütlenme yasaklandı işçilerin bağımsız sendikalar kurması yolundaki tüm kapılar kapatıldı. 1936 yılında faşist İtalya’dan ithal edilen İş Kanunu ise Cumhuriyet’in sınıfsal niteliğinin ne olduğuna ilişkin her türlü şüpheyi ortadan kaldırıp Cumhuriyet rejiminin işçi düşmanı karakterini gözler önüne sermiştir.

Türkiye Cumhuriyeti bir siyasi cinayetler cumhuriyetidir. Türkiye Cumhuriyeti daha kurulmadan önce Mustafa Kemal’in siyasi cinayetleriyle ortadan kaldırılan komünistlerin kanıyla lekelenmiştir. Mustafa Suphi ve yoldaşları yaşadığımız topraklardaki modern anlamdaki ilk siyasi partinin kurucuları oldukları gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularının işlediği siyasi cinayetlerin ilk kurbanları oldu. O günden bugüne Türkiye Cumhuriyeti’nin işlediği siyasi cinayetlerle ortadan kaldırdığı devrimcilerin sayısını kimse bilmez.

Devlet Geleneği Karşısında Tükenmeyen İsyan Cüreti

1938’lerden bu yana süregelen tarihe baktığımızda Malatya, Sivas, Maraş, Çorum, 2 Temmuz Sivas, Şemdinli, 19 Aralık, Roboski, Suruç, 10 Ekim ve daha niceleri münferit vakalar değildir. Katliamlar ve kıyımlar diğer burjuva diktatörlükleri gibi Cumhuriyetin temel politikasıdır. Türkiye Cumhuriyeti bu topraklardaki kırımlarda uygulayıcı pozisyonda olmuş veyahut tetikçisi olduğu saldırıları tertipleyen faşist çetelere arka çıkmıştır. Kurulduğu günden bu yana bu Cumhuriyet, özgürlük için savaşanları, demokrasi için başkaldıranları imha etmeye yeminlidir.

Koçgiri’de ayaklananlar, üç yıl önce gerçekleşen ve bayrağına “Bütün Ülkelerin İşçileri ve Ezilen Halkları Birleşin” yazmış Ekim Devrimi’nin rüzgarıyla Hozat’a Kürdistan bayrağı dikmiştir, 38 Dersim ayaklanması ise yenilgiye uğramış bu ayaklanmanın elde kalan son mevzilerine sahip çıkma girişimi olarak görülmelidir. Her deneyimde başkaldıranlar karşısında karşı-devrimci düzen güçlerini bulmuştur.  Koçgiri ve Dersim Ayaklanmalarında olduğu gibi Gazi Ayaklanması’na, 6-7 Ekim Başkaldırısı’na karşı devletin takındığı tutum devlet geleneğinin sürdüğünü göstermektedir. Yani emekçi ve ezilenler kendi başlarının çaresine bakmak için her harekete geçtiğinde karşısında tüm gücünü tahsis etmiş devleti bulmuştur ancak bu ayaklanmalar meşruluğunu kanlı bir şekilde bastırılmış olmalarından değil isyan etme cüretinden ve azminden almaktadır. Bu ayaklanmalar bu coğrafyadaki devrimci dinamiklerin canlılığını ve üzerine bastığımız toprakların devrim toprağı olduğunu gösterir. Saldırıya geçen halk yığınlarıdır, direnen ve kendini savunan ise düzenin güçleridir.

Örneğin her yıldönümünde ve başka vesilelerle 1995’teki olaylar genellikle “Gazi Direnişi” diye anılmaktadır. Ortaya konması gereken Gazi mahallesindeki olayların bir direniş hareketi olmadığıdır. Aksine 12-16 Mart eylemleri küçük çaplı bir emekçi ayaklanmasıdır; emekçilerin kendiliğinden patlak veren bir kitlesel meydan okuyuşudur. Nitekim 6-7 Ekim 2014’deki Kobane’deki savunmaya destek eylemleri de bir başkaldırıdır, kitleler sokağa çıkmış; isyan etmiştir.

Kuşkusuz, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan süreçte devletin ortak bir akılla ve bütünlük içinde hareket edemediği dönemler de mevcuttur. Ancak  devletin yekpare bir özne olarak hareket edemediği dönemlerde dahi katliamlar burjuvazinin farklı kesimlerinin birbirine üstünlük kazanma mücadelesindeki repertuarlarının vazgeçilmez bir parçasıdır. İçinden geçtiğimiz dönem bunun tipik bir örneğidir. Hem Roboski, hem de 10 Ekim katliamları bu çerçevede anlaşılmalıdır. Bu iki örnek, özellikle de 10 Ekim, başka bir açıdan da anlamlıdır. Zira, devrimci kesimleri keskin tutumları nedeniyle provokatörlükle, katliamlara davet çıkarmakla suçlayan reformistlerin iddialarının aksine, katliamlar toplumda çözüm ve uzlaşma arayışındaki kesimleri de, hatta belki de en çok onları vurmaktadır. Tam da bu yüzden devletin uyguladığı şiddetin hepsini katliam paydasında ortak bir çuvala doldurmamak, katliam olarak geçiştirilmek istenen ayaklanmalar üzerinde özellikle durmak gerekir.

Ayaklanmalar Söz Konusu Olduğunda Meşruluğa Geçirilmiş Mağduriyet Kılıfı ve 12 Eylül’ün Etkisi

Ayaklanmalar, katliamlar, “soykırımlar” gündem edildiğinde Türkiye solunun mağduriyet üzerine inşa edilmiş meşruluk anlayışına değinmekte fayda vardır. Söz konusu Dersim ve benzeri deneyimler olduğunda sol hareket bu olayları hep mağdur ve mazlum konumuyla anmaktadır. Bu alışkanlık Türkiye’de 12 Eylül’den beri sola hakim olan meşruluğunu mağduriyetinden alma alışkanlığı ile daha vurgulu bir hal almış durumdadır. Bu ayaklanmaların meşruluğunu onların hunharca ezilmesinden çıkarsamak bu ayaklanmaların bizatihi haklı ve meşru olduğu konusunun üzerini örtmektedir.

12 Eylül’den önce devrimciler daha çok kendi eylemleri ve başarıları üzerinden bir propaganda yapmayı tercih ederlerdi. 12 Eylül’den sonra ise propagandanın önemli bir boyutu devrimcilerin maruz kaldıkları baskı, şiddet ve işkenceler olmaya başladı. Devrimciler devlet tarafından ne kadar hırpalandıklarını anlatarak, emekçi kitleler gözünde onu teşhir edebilecekleri inanışına kapıldılar. Yakınan, gördüğü baskılarla övünmeyi adeta marifet sayan ve neredeyse bunu devrimciliğin bir ölçüsü olarak gören bir kültür yaygınlaştı. Gözaltına alınmak, işkenceye uğramak, tutuklanmak bir erdem gibi görülmeye başlandı. Devletin devrimcilere yönelik baskı ve şiddetini teşhir etmek için başvurulan propaganda taktikleri, kitlelerde devrimcilere bağlılık ve güven hissi uyandıracağına, bir merhamet ve saygı duygusunun yaygınlaşmasıyla sınırlı kaldı. Bu savunmacı ve mağduriyet üzerinden propaganda yapma anlayışı devrimciler arasında o kadar yaygınlaştı ki düzeni zorlayan başkaldırılar direniş diye adlandırılır oldu. Zamanla direnişler katliam olarak tanıtılmaya başlandı.

“Direne direne kazanacağız” Söylemi ile Beraber Parlamenter Yolun Yolculuğu

Türkiye Cumhuriyeti bir burjuva diktatörlüğüdür. Emekçilere ve ezilenlere karşı süregelen kanlı saldırılar burjuva diktatörlüklerine içkin olaylardır. Dolayısıyla bu katliamları durdurmanın tek yolu mevcut düzeni alaşağı etmekten geçebilir. Mevcut diktatörlüğün unsurları ile ittifaklarla katliamları durdurmak mümkün değildir. Saldırılara karşı burjuva düzeninden adalet beklenilemez. Bu düzeni daha fazla “demokratikleştireceğiz” diyerek parlamenter yollara mücadeleyi hapsedenler elbette bu saldırıları durduramayacaklardır. Tüm saldırıların hesabının sorulabilmesinin tek yolu emekçilerin devrimci iktidarıdır.

Rejim krizinin derinleştiği, iç savaşın sürdüğü, devlet saldırılarının operasyonlarla kayyımlarla şiddetini artırdığı bu coğrafyada, “direne direne kazanacağız” söylemiyle birlikte bir yandan mağduriyetini meşruluğuna kıstas ederek bir yandan da bu devletin işlediği suçlara ortak olanlarla ittifaklar kurarak emekçilerin ve ezilenlerin kurtuluşunu sağlamak şöyle dursun katliamların hesabını sormak bile mümkün değildir. “Direne direne” değil iktidarı hedefleyerek, devrimci emekçi iktidarı için mücadele ederek kazanacağız.

Meşruluğunu mağduriyet ve mazlumluklarından değil, zulme isyan etme cüretinden ve özgür olma azminden alanların; başkaldıranların yolundan gitmek emekçilerin ve ezilenlerin tek ve gerçek kurtuluş yoludur.