Dünya genelinde artık sağcı liderlerin hükümetler kurduğu ya da hükümetlerin, siyasetçilerin giderek sağcılaştığı en rağbet gören siyasi tespitler arasında. Sadece Erdoğan, Trump, Bolsonaro, Orban gibi liderler değil pek çok muhalefet partisi ve lideri de bu tespiti temellendirmek adına sık sık başvurulan örnekler.
Solun önemli bir kısmı yükselen sağ tespitini daha da ileri taşıyarak sağ siyasetlerin yükselişinin faşizmin gelişine bir işaret olduğunu, henüz gelmemiş olsa da ayak seslerini duyduğumuzu anlattı. Türkiye’de kimi sol akımlar faşizm tespitini zaten uzun süredir yinelemekteydi. Bu akımların neden başka burjuva diktatörlüklerini faşizme yeğ tuttuğu sorulması gereken bir sorudur. Bu sorunun cevabı için aynı akımların faşizm tespiti henüz moda değilken dem vurdukları iç savaş tehdidinde bulunabilir. Faşizm tespiti de faşizm korkusu da tıpkı iç savaş korkusunda olduğu gibi reformist siyaset yapmanın alanının daralacağına işaret ettiği için bu akımlar için sıkıntı çıkaracaktır.
Günümüzdeki yükselen sağ analizine göre yükselmekte olan ve iktidara gelen sağcı liderler ve partiler kitlelerde karşılığını bulan sağcı siyasetin bir yansıması olduğu kadar sermayenin isteklerini de yansıtmaktaydı. Sermaye şu an içinden geçtiğimiz dönemde (kimileri tarafından neoliberalizmin son aşaması olarak tarif edilen dönem) ekonomik çıkarlarının otoriter ve sağcı liderler tarafından korunabileceğini düşünmekte, bu yüzden onları desteklemekte, palazlanmaları için elinden geleni yapmaktaydı. Bu da sağcı partileri ve siyasetçileri güçlendirmekte, sağcı politikaların kitleler üzerinde etkisini artırmakta, milliyetçi, şoven duyguları körüklemekteydi. Kimi sağ partiler bu sayede üst üste iktidara gelmekte ve belki de bu şekilde “faşizmin ayak sesleri” duyulmaktaydı.
Burjuvazi Kiminle Uyumlu Hareket Ediyor?
Burjuvaziyle sağcı hükümetlerin işbirliği savının temelinde “hükümetler, devlet başkanları burjuvazinin koşulsuz piyonudur” varsayımı yatar. Bu varsayım burjuva diktatörlüğü kavramının yüzeysel şekilde ele alınması sonucunda ortaya çıkan bir yanılsamadır. İktidar aygıtı burjuvazinin elindedir ve ekseriyetle burjuvazinin çıkarları doğrultusunda hareket edecek hükümetler kurulur. Ancak burjuvazinin çıkarlarıyla uyumsuz bir hükümet gelmesi -şu an dünyanın pek çok yerinde yaşandığı gibi- mümkündür ve siyasi çekişmeleri, siyasi krizleri kaçınılmaz hale getirir.
Hükümetlerin burjuvazinin çıkarlarıyla uyumsuzluğu dendiğinde kastedilen işçi sınıfı çıkarlarıyla uyumlu oldukları değildir. Kuşkusuz Trump işçi sınıfından çıkmış bir lider değildir, hele işçi sınıfının dostu hiç değildir. Kaldı ki kendisi de zenginleşme derdinde olan bir kapitalisttir. Erdoğan sık sık kendi yoksul geçmişinden dem vururken belli bir kapitalist kesimin servet sahibi olması için çaba harcamıştır. Ancak bu liderler burjuvazi içinde çoğunlukta olan, burjuvazinin bir sınıf olarak ortak çıkarlarını belirleyen kesimi ile çıkar çatışması içindedir.
Çıkar çatışması finans kapital ve bunun çeşitli ülkelerdeki Amerikancı uzantılarının tutumlarına bakarak da anlaşılacaktır. Dünyada yükselmekte olan sağcı liderlere biat etmek veya onların aracılığıyla çıkarlarını korumaya çalışmak şöyle dursun, onların yoluna taş koymak, en iyi ihtimalle ise onları hiç desteklememek konusunda kararlı. Bu çekişmenin en canlı örneği de geçtiğimiz yıl ABD’de yaşandı. Trump ve politikaları sadece Biden’a destek veren seçmen kitlesinin değil, ABD’nin hâkim kapitalistlerinin de tepkisini çekmiştir. Seçimlerden önceki aylar bu çekişmenin de artmasına yol açmıştır. Gerek finansal kaynaklar sağlayarak gerekse siyasi propaganda araçlarını kullanarak finans kapitalin öncüleri Biden kampında yer almış, Trump’ın kaybetmesi için elinden geleni yapmıştır. Yine bu kesimin medyadaki sözcülüğünü yapan New York Times, Financial Times gibi gazeteler de haberlerini ve yazılarını neredeyse açıktan Biden seçim kampanyasına dönüştürmüşlerdir. Tevekkeli değil son yıllarda Trump da devamlı New York Times, CNN gibi medya kuruluşlarının kendisini karalamaya çalıştığı konusunda şikayetlenmekteydi.
Kısacası 2016’dan beri ABD’deki büyük sermaye her fırsatta Trump’ı yıpratmaya, Trump karşısındaki eylemleri ve öfkeyi seçimlerde faydalanmak üzere büyütmeye ve istismar etmeye gayret etmiştir. George Floyd’un polis tarafından işkenceyle öldürülmesi sonucunda çıkan isyan karşısında da sermaye destekleyici bir pozisyonda yer almış, sonrasında da isyanın tüm enerjisinin seçimlere yönelmesi için çaba harcamıştır. 2012’de 17 yaşındaki Trayvon Martin’in polis tarafından öldürülmesiyle başlayan ve birkaç yıl devam eden Black Lives Matter (Siyahların Hayatı Değerlidir) eylemlerinin Haziran 2020’deki kadar yankı uyandırmaması da kısmen burjuvazinin tutumuyla ilgilidir.
Bu olgular sadece ABD için geçerli değildir. Örneğin Brezilya’da Bolsonaro ABD ve İsrail desteği sebebiyle “sermayenin yakın dostu” olarak görülse de bu değişimin de Bolsonaro ile alakası yoktur. Aksine İşçi Partisi eski lideri ve devlet eski başkanı Lula 2001’de iktidara gelmesinden çok kısa süre sonra ABD ve NATO yanlısı politikaları benimsemeye başlamış ve kendi seçmeni arasında da tepkiye yol açmıştı. Macaristan’da Orban’ın çeşitli eğitim kurumlarına, üniversitelere saldırıları yine yüzeysel bir anlayışla gerici, cehalet övgüsü olarak yaftalanmıştı. Ancak saldırdığı kurumların da Amerikancı sermayenin temsilcileri olması tesadüf değildir.
Türkiye’de de TÜSİAD çevreleri 2010’lardan itibaren Erdoğan’a karşı sert bir tutum takınmış, her fırsatta Erdoğan’ı yıpratmaya çalışmıştır. Boyner ailesinin Gezi’ye “militanca” katılması, Hürriyet’in isyanı destekleyen haberleri sadece Güler Sabancı’nın, “Berat Albayrak’a güveniyorum” demesi üzerine unutulmuş, silahların gömülüp burjuvazi ile AKP’nin anlaştığı savları ön plana çıkarılmıştır. Oysa tek fark burjuvazinin daha güvenli ve daha kontrol edilebilir parlamenter hesaplara göre hareket etmesidir. Burjuvazi 2013’te “Gezi’nin yanındayız” derken 2020’de “AKP’nin yanındayız” değil, “her şey çok güzel olacak” demektedir.
Korumacılık ve Deregülasyon Aynı Anda Tercih Ediliyor
Yükselen sağ konusundaki ikinci bir ezbere göre bahsi geçen sağcı partiler ve siyasetçiler devlet aygıtının gücünü ve kapsamını artırmakta, devleti merkezileştirmekte, kimi durumlarda faşist devletlerle kıyaslanacak adımlar atarak gücünü inşa etmekteydi.
Oysa ABD’de Trump ile Sanders’ın aynı madalyonun iki yüzü olduğunu daha önce KöZ sayfalarında anlatmıştık. Aslında devletin içeride ve dışarıda etki alanının küçülmesini isteyen, emperyalist maceraları bir kenara bırakıp Ortadoğu için para ve asker harcamamayı savunan, Paris Anlaşması’nın tarafı olmaktan çıkan, NATO’dan çıkmayı savunan, ekonomide dışa açık değil korumacı bir hattı savunan, göçmen karşıtlığını da bu korumacı tutumun bir yansıması olarak temellendiren Trump alışılmış “sağ” veya faşist partilerde olduğu gibi devletin kontrolünü artırmasını, merkezileşmesini savunmuyordu. Dört yıllık başkanlığı boyunca bunu mümkün kılabilecek bir hamlesi olmadı. Trump’ın göçmen düşmanlığı, işçi sınıfı düşmanlığı su götürmez bir gerçek olsa da bu konularda sürdürücüsü olduğu politikaların çoğu Obama tarafından başlatılmıştı.
Yine Brezilya’nın işkenceci eski subay olarak tanıdığı Bolsonaro’nun temel vaadi devlet müdahalesini artırmak ve güçlendirmek değil, tersine deregülasyon, özelleştirme ve devlet yapılanmasını sadece ekonomik değil bürokratik düzeyde de (örneğin bakanlıkların sayısını düşürerek, yetkilerini gözden geçirerek) azaltmaktı.
İngiltere’de aşırı sağcı kabul edilen Brexit’in temel sorunu Avrupa kültürü veya kimliği değil, AB’nin başına açtığı çoğunlukla finansal yükten ve yaptırımlardan kurtularak içe kapanık milli bir ekonomiyi sürdürebilmekti. Göçmen karşıtı söylemler de yine ekonomi, işsizlik, İngiliz işçi sınıfını koruma gibi argümanlar üzerinden hayat buldu.
Bugünkü savların 90’larda “neoliberal” denilen deregülasyon savunusundan temel bir farkı vardı: 90’larda serbest piyasa ekonomisi, uluslararası serbest ticaret, serbest piyasayı sonuna kadar savunup devletin etkisini minimuma indirmek hedeflenmişti. Oysa bugün bir yandan devletin ekonomi üzerindeki etkisini azaltıp sektörlerin kendi kendine hareket edebilir hale getirecek bir deregülasyon, bir yandan da milli ekonomiyi uluslararası anlaşmalarda olmanın yükünde kurtaracak, işçi sınıfını serbest pazarın ve serbest işgücü hareketinin zararlarından koruyacak korumacı bir hat aynı anda çizilmekte.
Artık gerçekçiliği kalmamış bu yöntem de sağ hükümetlerin açmazını daha da artırmaktadır.
Dünyanın Yüzde Ellisi Evlerinde Zor mu Duruyor?
Bu analizlerle ilişkili halkın da gittikçe sağcılaştığı, şoven bir hatta yaklaştığı iddia edildi. Zaten kitlelerde var olan gerici ve şoven tutumlar sağcı siyasetçilerin cesaretlendirmesiyle atağa kalkmış, ve kitlelerin şoven tutumu hükümetlerden bağımsız bir tehlikeye dönüşmüştü. Belli ki bu anlayışa göre toplumsal kalkışmalar “balık baştan kokar” prensibiyle gerçekleşiyordu.
Elbette siyasi hamleler yaparken kitlelerin de arkalarında durması, şoven biçimde kendilerine destek vermesi bu liderlerin işine yarar, çoğunun içinde olduğu sıkışmışlıktan bir nebze kurtarırdı. Dolayısıyla bu yönde çabaları yok sayamayız. Ancak çabaların çoğu sonuçsuz kaldı. ABD’de Trump seçim sonuçlarına itiraz ettiğinde ve Biden başkanlığını kabul etmediğinde demokratlar cephesinden sık sık Trump seçmeninin sokağa döküleceği, evlerinde depoladıkları silahlarla böyle bir güne hazırlık yaptığına dair senaryolar yükseldi. Ancak Trump’ın seçim yenilgisi karşısında yine Trump beklenenden daha sessiz kaldı.
2020 yazında patlak veren isyan karşısında da silahlarıyla gövde gösterisi yapanlar, protestocuları tehdit ve darp etmeye kalkanlar olmuştu. Ancak ne bunların sayısı, ne kararlılığı ne de siyasi etkisi George Floyd için isyan edenlerle kıyaslanacak durumdaydı.
Geçtiğimiz yıllarda Avrupa’da da ırkçı motivasyonlarla gerçekleşen saldırılar duyduk. Yunanistan’da Suriyeli göçmenlere, Almanya’da Türkiyeli göçmenlere, İngiltere’de Afrikalılara saldırılar oldu. Norveç ve Yeni Zelanda’da camilere, Almanya ve ABD’de sinagoglara saldırıları gerçekleşti. Ancak bu saldırıların hiçbiri kendine kitlesel bir destek bulamadı, gerçekten şovenizme teslim olmuş bir kitleden bekleyeceğimiz gibi saldırganların, katillerin arkasında durulmadı. Tersinden saldırıları protesto edenler daha kalabalık ve kararlı bir kitleden oluşuyordu.
Şovenizmin yükselememesi Türkiye’nin de son on yıldır kaderi oldu. Ne hendekler, ne “Zeytin dalı operasyonu” ne de Erdoğan’ın kendini anti-emperyalist bir kahraman gibi konumlandırma çabası şovenizmin yaygınlaşmasına, grevlerin, davaların devlet bekası adına durmasına sebep olabildi. Gezi’nin üzerinden 7 yıl geçti ama Erdoğan’ın evlerinde zor tuttuğu yüzde elli hala sokağa çıkmaya karar veremedi.
Yükselen Sağ Değil Yükselen Sol
Tüm bu gelişmeler karşısında KöZ sayfalarında “yükselen sağ” tespitlerinin tüm varyasyonlarıyla çelişen “yükselen sol” tespiti yer alıyordu. Bu tespit dünyada hükümetlere karşı büyüyen öfkenin önünün artık kesilemediğini, sorunların çözümü olarak da sosyal demokrat, hatta sosyalist siyasetlere duyulan ilginin arttığını anlatıyordu.
2019’da yükselen isyan dalgası hükümetle doğrudan ilişkisi olmayan yerel veya ekonomik sorunlarla tetiklenseler hatta kimi yerlerde gerici birtakım kaygılara sahip olsalar dahi hükümet karşıtı gösterilere dönüştüğünün temel sosyal hak ve özgürlüklerin istendiği altını çizmiştik. Gine, Sudan, Cezayir, Mısır, Lübnan, Irak, İran, Ekvador, Haiti, Şili, Bolivya, Hong Kong, Fransa, Etiyopya muhtelif sebeplerle ortaya çıkan protesto gösterilerinin ülke çapında büyük isyanlara dönüşmesine sahne oldu.
2020 sadece geçtiğimiz yıldan devam eden değil yeni başlayan isyan dalgalarına da sahne oldu. Beyaz Rusya, Nijerya, Sırbistan 2020’de büyük protestoların olduğu ilkelerden sadece birkaçıydı. 2020’de belki de dünya çapında en çok ses getiren isyan ise ABD’de George Floyd’un katledilmesinin ardından yaşandı.
Solun yükselişi sadece yalnızca isyanlarla sınırlı değildi. ABD gibi genel sağlık sigortasının sosyalizm olarak görüldüğü bir ülkede Sanders’ın genç nüfusun en çok desteklediği adaylardan biri olması, İngiltere’de İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in ana muhalefet lideri olması ve hatta nihayetinde kendi partisi tarafından yolunun kesilmesi (Sanders’ta olduğu gibi) örnekleri ise başlı başına sol siyasetlere artan ilginin bir göstergesi. Bunların yanında kaybetmiş görünen sol adayların da yeniden yükseldiği örnekler görmek mümkün. Örneğin Brezilya’da 2013’te yolsuzluk karşıtı başlayan ve ABD’nin de desteğiyle devlet başkan Lula’nın azledilmesi ve hapse girmesiyle sonlanan hareket Bolsonaro’nun başkanlığının ardından Lula’ya desteğin büyümesiyle sonuçlandı. 2019’da Bolivya devlet başkanı Morales’in ülkeyi terk etmesiyle sonuçlanan protestoların ardından 2020’de Morales destekçilerinin yeniden güç kazandığı görülüyor.
Yükselen Sol Kime Çare Olacak?
Solun çoğunluğu güncel tabloya bakarak siyasi tespit yapmakta zorlansa da daha önce sevinçle karşıladıkları gelişmeler yaşanmıştı. Örneğin Syriza’nın Yunanistan’da 2015 genel seçimlerini iktidara gelmesi Türkiye’deki sol akımlar tarafından sevinçle karşılanmış, temkinle yaklaşanlar da her şeye rağmen bunun olumlu bir gelişme olduğunun altını çizmişti. 2014’te ortaya çıkan Podemos da -belki HDP için umutları yeşerttiğinden dolayı- yine ilgiyle karşılanmıştı. Daha yakın örnek vermek gerekirse özellikle 2020 Amerikan seçimlerinde Bernie Sanders henüz adaylıktan çekilmemişken Türkiye’de de ilgiye ve övgüye mazhar oldu.
KöZ yükselen sol tespitini bu örneklerdeki gibi kendine yükselen soldan paye çıkarmak veya bu gelişme karşısında sevinç yaşadığı için yapmıyor. Yükselen sol tablosunu tarif ederken adı geçen “solcu” siyasi figürlerin hiçbirinden medet ummuyor.
Tersine yükselmekte olan bu sol dalga sosyal demokratlar ve reformistler tarafından kendi siyasi projelerine eklemlenecek, sönümlenecek ve karşı devrimci bir hal alacaktır.
Geçmişte solun sevinçle karşıladığı senaryolar da aynı şekilde sonuçlanmıştır. Yunanistan’da 2008’de başlayan ve 2010-2012 arasında yeniden alevlenen isyan dalgasının rüzgarı Syriza’nın güçlenmesinde rol oynamıştır. Podemos, İspanya’da kemer sıkma politikalarına karşı başlayan 15-M veya öfkeliler hareketi olarak da bilinen protesto dalgasının “parlamenter mücadeleye dönüşmesi” hedefiyle bağımsız bir sol kanat olarak ortaya çıkmıştır ve iktidar olmasa da kitlelerdeki öfkeyi soğurmayı başarmıştır. 2017’de yağmalamalara ve kitlesel tutuklamalara sahne olan Meksika’da yıllarca süren denemelerinin ardından solcu Obrador başkan seçilmiştir. 2020 yazında patlak veren George Floyd eylemi demokratların işine yaramamış ancak bağımsız sol bir siyasetin ortaya çıkışı için gerekli şartların oluşmasına yardımcı olmuştur.
Bu senaryolar Türkiye’ye de uzak değildir. 2013’te Gezi ayaklanması HDP’nin güçlenmesinde rol oynamış, Gezi sonrasında forumlarla devam eden sonrasında hendeklerle yine yükselen rüzgarın önü HDP ve kuyruğundaki reformistler tarafından kesilmiştir. Reformistler her geçen gün daha da geri bir porsiyonun kuyrukçuluğuna soyunmuştur. İmamoğlu ile yaşananlar bunun son örneği de olmayacaktır.
Devrimcilerin görevi elbette reformistlere karşı gerici, sağ siyasetçileri desteklemek değildir. Reformistlerin olduğu alanlardan çekilip siyaseti onların eline bırakmak hiç değildir. Tersine, devrimciler reformistlerin olduğu her yerde olmalı, onlarla beraber onları teşhir etmek için hareket etmelidir. Reformistlerin ikiyüzlülüklerini yüzüne vurarak önünü kestikleri isyanı büyütmeli, kitlelerde büyüyen öfkeyi, sol siyasetlere duyulan ilgiyi devrimci bir hatta yöneltmek için mücadele etmelidir. KöZ’ün çağrısı bu mücadelede reformistlerin yanında değil devrimcilerin yanında durmak isteyenleredir.