1922 Martı’nda Ekim Devrimi’nin üzerinden henüz dört buçuk yıl geçmişti. İkinci Enternasyonalcilerin diktatörlük heveslisi olmakla suçladıkları Bolşevikler pratik zorunluluklar nedeniyle her zeminde kendini yeniden üreten Çarlık bürokrasisiyle boğuşuyordu. Sovyet hükümeti açlık ve kıtlıkla baş etmek için sermayeye bir yıldır, Yeni Ekonomi Politikası (NEP) adı altında iktisadi tavizler veriyordu. Daha bir yıl önce devrimin en önemli merkezlerinden biri olan Kronstadt’taki işçi ayaklanması güçlükle bastırılmıştı. Kısacası, sovyet cumhuriyetlerinde işlerin yolunda gitmediğini ileri sürmek için ortada yığınla veri vardı. O sırada, Rusya Komünist Partisi’nin on birinci kongresinin açılış konuşmasını yaparken Lenin soldaki ve sağdaki hasımlarından gelen hücumlara aldırmadan, tekil olguların içinde boğulmadan Ekim Devrimi’nin önemini şu sözlerle ifade ediyordu:
Rus Devrimi tarafından kazanılan şey vazgeçilemezdir. Yeryüzünde hiçbir güç bizi bundan mahrum edemez… Yüzyıllar boyunca devletler burjuva model üzerinde inşa edildiler ve şimdi ilk kez burjuva olmayan bir devlet biçimi keşfedilmiştir. Belki bizim aygıtımız oldukça kötüdür ama derler ki, icat edilen ilk buhar makinesi de kötüydü: Onlar, bu ilk buhar makinesinin çalışıp çalışmadığından bile emin değillerdi… Ancak mesele şudur ki, şimdi biz buhar makinelerine sahibiz. Bizim devlet aygıtımız ne kadar kötü olursa olsun, yine de yaratılmış durumdadır: Çok önemli bir tarihsel icat yapılmış, proleter bir devlet tipi yaratılmıştır. Bu yüzden bırakalım tüm Avrupa, binlerce burjuva gazetesi ülkemizde işçilerin katlandığı dehşet, yoksulluk ve acılar hakkında haber yapsınlar. Her şeye rağmen tüm dünyada işçiler Sovyet devletinin çekimine kapılmış durumdadır.
Bu yeni tipte devletin ayırt edici özelliği proletaryanın sınıf egemenliği idi. Bugüne kadar yönetim mekanizmalarından dışlanmış olan emekçi yığınlar, kusurları, eksiklikleri ne olursa olsun, Ekim Devrimi ile birlikte egemen hale geldi. Onları egemen kılan yeni devletin yönetim mekanizmalarına dahil edilmelerinden çok, öncekine taban tabana zıt bir işleyişe sahip yeni tipte bir devletin yönetim mekanizmalarının sadece katılımcısı değil bizatihi yapı taşları olmalarıydı.
Elbette yeni tipteki bu devlet ve onun sömürülen yığınlara verdiği kudret, burjuvazi ve sınıf işbirlikçilerini dehşete düşürdü. Ekim Devrimi sonrasında bu kesimler, burjuvazinin sarsılan egemenliğini koruyabilmek adına Sovyet devletine karşı siyasi-felsefi dayanaklar aradılar. Hakim sınıfın ideologları, sınıf sorununa değinmeden ele alınamayacak diktatörlük ve demokrasi kavramlarını karşıt iki kutba koyduktan sonra burjuvaziyi demokrasi ve ‘özgürlük’ savunucusu olarak sunmaya başladılar. Aynı kesimler elbette, proletarya diktatörlüğüne karşı ‘şiddet’ ve ‘diktatörlük’ kavramlarını kendilerince tanımlayarak saldırıya geçtiler.
Burjuva Demokrasisi Ezilen ve Emekçilerin Sömürüsüne Dayanır
“Diktatörlük”, “demokrasi”, “halk egemenliği” ve “özgürlük” gibi kavramlar sınıfsal bağlamlarından ayrı düşünülemez. Tarafsız bir demokrasi yoktur; burjuva demokrasisi burjuvazi için demokrasidir: ezilen halkların ve emekçilerin sömürülmesine dayanır ve sömürüyü güvence altına alır. Bu türden demokrasilerde “halk egemenliği” aslında kendi çıkarlarını halkın çıkarı olarak sunan burjuvazinin egemenliğidir, “özgürlük” kavramının içeriği sermayenin ihtiyaçlarına göre doldurulmuş, sınırları da buna göre çizilmiştir.
Burjuvazi kendi sınıf çıkarları söz konusu olduğunda, iddia ettiği yılmaz demokrasi savunuculuğunu hemen terk eder. Örneğin, burjuvazi devrimci olduğu dönemde dahi, çok basit bir demokratik hak olarak ele alınabilecek toplantı özgürlüğünü, kendi iktidarına karşı örgütlenmek isteyen soylulara ve monarşistlere tanımamıştır. Basın özgürlüğü de burjuvazinin kendi sınıf çıkarlarını gözeten demokrasi anlayışını sergileyen bir başka örnektir. Burjuvazinin basın özgürlüğünden anladığı imtiyazlı zenginlerin basını satın alarak ele geçirmesi, emekçilerin sömürülmesiyle var olan servetlerini kullanarak kamuoyu denen şeyi kendi çıkarlarınca üretmesi ve siyasi gerçekleri iğdiş etme özgürlüğüdür.
Burjuvazinin demokratlığının iki yüzlü karakteri ise halk egemenliği aldatmacasında yatar. Halk kitlelerini seçmen kategorisine indirgeyerek emekçileri yönetim organlarından en etkili biçimde dışlanmasının bir aracı olarak tesis edilen burjuva parlamentosu, halkın iradesinin somutlandığı bir yer değildir. Zira proleter yığınlarla kapitalistler biçimsel bakımdan aynı haklara sahip olsalar da bu hakları kullanmak için aynı imkanlara sahip değildirler. Üretim araçlarını elinde tutan, başkalarını çalıştırdıkça sermayesini katlayan sınıf elbette siyasetle ilgilenebilecek maddi ve beşeri kaynaklara sahiptir. Yaşamak için çalışmak zorunda olan proleterler ise bu imkanlardan tümüyle mahrumdurlar.
Tüm bunların yanı sıra, temsili demokrasinin kendisi emekçilerin seçtikleri “temsilciler” üzerindeki sınırlı denetimine dayanır. Emekçiler kendi temsilcilerini bir sonraki seçime kadar geri çağıramazlar, yeni bir temsilci yollayamazlar. Kendi temsilcileri ile aralarındaki mesafe bu temsilcileri denetlenemez kılar. Tüm bunların dışında temsilcilerin kendisinin devasa bir bürokrasiye yaslanan devlet makinasını denetleme imkanı son derece sınırlıdır. Zaten söz konusu bürokrasisinin, özellikle onun savunma, dışişleri, emniyet gibi konularla ilgilenen parçalarındaki personeli, neredeyse her zaman seçimle değil atamayla göreve gelirler. Bu koşullar altında parlamento, devasa bürokratik makinayı gizleyen bir incir yaprağı işlevini üstlenir.
Sovyet Demokrasisi Ezilenlerin ve Emekçilerin Siyasi Egemenliğine Dayanır
Ücretli emek sömürüsünün temel dayanağı olan burjuva diktatörlüğünün karşısında ise, her türden sömürü ilişkisine savaş açan bir başka devlet tipi yer alır. Ezilen ve emekçilerin siyasal özgürlüklerine kavuşmakla kalmayıp, egemen hale geldikleri bir devlet tipidir bu, proletarya diktatörlüğüdür.
Proletarya diktatörlüğü, burjuva demokrasisinin “katılımcı” hali değildir. Proletarya diktatörlüğünü burjuvazi üzerinde bir diktatörlük kılan şey de burjuvazinin oy hakkının, temsiliyetinin yahut devlet kurumlarına katılımının sınırlanması da değildir. Proletarya diktatörlüğü bu türden önlemleri de içerebilir ama bu önlemler proletarya diktatörlüğünün tanımlayıcı özellikleri değil, yere, zamana koşullara bağlı değişen sonuçları arasında yer alır.
Proletarya diktatörlüğünün asıl ayırt edici özelliği burjuva hakimiyetinin tüm siyasi yapıtaşlarını kurumsal olarak parçalamasıdır.
Kuvvetler ayrılığına karşı kuvvetlerin birliği. Burjuva devleti varolan sınıfsal ve toplumsal yapının dönüştürülmesi değil korunması prensibine dayanır. Kuvvetler ayrılığı prensibi, devlet aygıtı içinde güç kazanan herhangi bir zümrenin ya da sınıfın devletin gücüne yaslanarak toplumsal ilişkileri dönüştürmesine hizmet eder. Böylelikle ücretli emeğin, kadınların ve ezilen ulusların köleliğine dayalı sermaye düzeni korunmuş olur. Proletarya diktatörlüğü tüm iktidarı ezilen ve sömürülen yığınların elinde yoğunlaştırıp, merkezileştirmek için bu yapay ayrımları, sınıflı toplumlardan kalma denetim mekanizmalarını ortadan kaldırır. İşçi emekçi sovyetlerine sadece yasa yapma değil, yürütme ve yargı yetkilerini de tanır. Ekim Devrimi’nin yolunu döşeyen “Tüm İktidar Sovyetlere!” sloganını bu çerçevede anlamak gerekir.
Bürokrasinin parçalanması. Seçim ilkesi, burjuva devlet aygıtının çok sınırlı bir personeli için geçerlidir. Devletin asıl işlerini ise, silahlı kuvvetlerden nüfus müdürlüğüne, devasa bir bürokrasi yürütür. Emekçi ve sömürülen yığınlar, geçelim bu kurumların personelini belirlemeyi, onların aldığı kararlara yön vermeyi, bu kurumlarda nelerin planıp, yürütüldüğünden haberdar bile değillerdir. Burjuva toplumundaki uzmanlık ve liyakat övgüsü asıl olarak emekçi ve ezilenlerin tüm bu bürokrasinin dışında tutulmasının ideolojik dayanağıdır. Ekim Devrimi de esas olarak ordudan eğitim sistemine bu bürokrasiye savaş açmış, yerel ve merkezi sovyetleri tüm bu kurumlara hakim hale getirmiş, bürokrasinin üstlendiği işlevleri yeni ve yapıtaşı emekçiler olan kurumlar aracılığıyla yerine getirmeye başlamıştır.
Temsil edenle temsil edilen arasındaki ayrımın kaldırılması. Tüm sınıflı toplumlara hakim olan yönetenler ve yönetilenler ayrımı burjuva toplumunda daha incelikli biçimiyle, temsil edenler ve temsil edilenler ayrımıyla, sürmektedir. Burjuva toplumunda, siyaset bir meslektir, “halk katılımı” da emekçilerin kendilerini temsil edecekleri belirlemesinden ibarettir. Proletarya diktatörlüğü siyaseti bir meslek olmaktan çıkarır, onu tüm emekçi nüfusun dahil olduğu bir pratiğe dönüştürür. Geri çağırma prensibi görevlendirmelerin mutlak ve uzun süreli olmasını engeller. Proletarya diktatörlüğünde emekçiler sadece sovyetlere dahil olarak, kritik konuların hepsinde karar alma süreçlerine katılmazlar, aynı zamanda sovyetlerin yaptığı görevlendirmelere bağlı olarak devlet işlerinin yürütülmesinde bizzat yer alırlar.
Ekim Devrimi’nin ardından sovyet iktidarının somutlandığı dönemlerde, bugün “demokrasinin beşiği” olarak tarif edilen Batı Avrupa ülkelerinde kadınların seçimlerde oy kullanması dahi tam anlamıyla sağlanmamışken, Sovyet Devleti ilk elden işçi ve emekçiler arasındaki cinsiyet ayrımlarını baştan reddedip kadınların Sovyet organlarında bizzat yönetimde olmalarının yolunu açmıştır. Bir başka ayrım da ordu konusundadır. Eski devlet biçimlerinden beri bir baskı aracı olarak duran ordu, en demokratik burjuva cumhuriyetlerinde de geniş halk kitlelerini silahsızlandırmak için varlığını ve gücünü korur. Öte yandan ezilen sınıfların kalıcı ve biricik devlet örgütü olarak işçi köylü asker şuralarıyla teşekkül eden Sovyet iktidarı ise işçi ve emekçi kitlelerini silahlandırarak asker ve emekçiler arasındaki ayrımlara son vermiş, orduyla proletaryanın kaynaşmasını mümkün kılmıştır.
Ekim Devrimi tam da bunları gerçekleştirmiştir. İktidarı sovyetlerde merkezileştirmiş, tüm devlet kurumlarını sovyetlere tabi hale getirmiş, seçim ve geri çağırma ilkelerini merkeze almıştır. Başta ordu olmak üzere tüm kurumları kadın ve erkek emekçilerin eşit katılımı prensibi temelinde baştan inşa etmiştir. Bu sırada ise Avrupa’nın anlı şanlı demokrasilerinde, değil kadınlar, erkeklerin önemli bir çoğunluğu dahi oy hakkına sahip değildi.
Bu yönüyle bakılacak olursa, birbirine düşman iki sınıfın egemen olarak örgütlendiği devletlerin demokrasiden ve halk egemenliğinden anladığı bir o kadar zıttır. Zira en demokratik olduğu iddia edilen burjuva demokrasilerinin tarif ettiği demokrasi egemen sınıfın çıkarlarıyla şekillenen ve yegâne amacı ezilenleri ve emekçileri devlet yönetiminin dışında tutmak ve onları ezmek olan, elbette şiddete dayalı, bir devlet biçimidir. Sovyet biçiminde örgütlenmiş proletaryanın devleti ise burjuvaziyi proletarya karşısında silahlansızlandırmayı ve burjuvaziye karşı sınıf savaşımını yükseltmeyi amaçlayan, egemen burjuva devletlerin yok olmasıyla birlikte sınıfsız bir topluma giden yolda sönümlenecek olan bir mevzidir.
Tarihi geri dönülmez bir şekilde değiştiren Ekim Devrimi ve onun yarattığı proletarya diktatörlüğü, komünistlerin önünde bir hedef olarak duruyor. Bugün yaşadığımız topraklar üzerinde de demokrasi sorununun çözümünün devrimden geçtiğini savunan komünistler işçi sınıfının egemenliğine dayalı böyle bir proletarya diktatörlüğün kurulması amacıyla mücadelelerini sürdürüyorlar.