Ekim Devrimi Tartışmaları kapsamında 4 Kasım Pazar günü İzmir’de “Kriz Derinleşirken Ne Yapmalı?” başlıklı Köz ve EMEP’in konuşmacı olarak yer aldığı paneli gerçekleştirdik. 35 kişinin takip ettiği panele farklı siyasal çevrelerden de dinleyici olarak katılanlar oldu.
Panel içeriği itibariyle, gerek güncel gelişmeleri değerlendirirken gerek takipçisi olduğumuz devrimci teoriyi bugüne taşırken komünistlerin hangi noktalarda türlü oportünist, yani gıdasını burjuva ideolojisinden alan tespitlerden ayrı durduğuna ışık tutmuş oldu. Sol tarafından ümitlerin bir ekonomik kriz sonrası doğacak kitle muhalefetine bağlandığı koşullarda, içinden geçtiğimiz ve düzen güçleri tarafından çözülemeyen siyasal krizin Ne Yapmalı’yı takip etme niyetinde olanlar için yarattığı tarihsel fırsatların altı çizildi.
Panele EMEP adına Nuray Sancar ve KöZ’den bir yoldaş katıldı. Başta söz alan yoldaş Türkiye solunda büyük bir çoğunluğun “kriz” dendiği zaman bunu ‘ekonomik kriz’ olarak anladığını, bu krizin işçi kitlelerini yoksullaştırıp AKP’nin tabanında da bir sarsıntıya yol açarak hükümet karşıtı protestolara yol açacağının varsayıldığını, dolayısı ile Türkiye solunda ‘ne yapmalı?’ sorusuna verilen yanıtın çoğunlukla bu ‘ekonomik kriz’ durumunda yeni bir mücadele başlatmak için atılacak adımları içerdiğini söyledi. Buna karşın KöZ’ün arkasında duran komünistlerin ‘kriz’ dendiğinde 2009’dan beri giderek derinleşen ve son beş yılda yoğunlaşan siyasi krizi anladıklarını belirtti. Türkiye tarihinde sürekli siyasi krizler yaşandığını söyleyen yoldaş, bugünkü siyasi krizin aynı zamanda bir rejim krizi (12 Eylül rejiminin krizi) olduğunu ifade ederek bunun cumhuriyet tarihinin en büyük siyasi krizi olduğunu, yani cumhuriyet tarihinin en büyük devrimci fırsatıyla da karşı karşıya bulunduğumuzu dile getirdi.
Daha sonra bir siyasi krizi aynı zamanda rejim krizi olarak tanımlayabilmek için Lenin’in Devlet ve Devrim kitabında sözü geçen ve devrimci durumu tanımlayan dört koşuldan ilki olan yönetenlerin eskisi gibi yönetememesinin, artık Türkiye’de mevcut bulunduğunu kaydeden yoldaş, Türkiye’de artık tek bir devlet aklı olmadığını, devletin artık birbirini çelmeleyen kurumlardan ibaret olduğunu ve aslında bunun da solda hakim olan adım adım Türkiye’de otokratik bir tek adam rejiminin kurulduğu, faşizmin kurumsallaştığı görüşüyle taban tabana zıt olduğunu söyledi. Türkiye’de yaşanan durumun bunun tam tersi olduğuna dikkat çeken yoldaş, artık devletin bile doğru düzgün işleyemediğini, devlet içindeki değişik odakların birbirine karşı hareket ettiğini dile getirdi. Bunu anlamak için AKP’ye karşı kararlar çıkartan sayıştay, danıştay gibi kurumların attığı adımlara; bir darbe girişimini bastırmaktan aciz ve bütünlük içinde hareket etmeyen orduya, başkanlık sistemi ile koalisyonlara son verme taahhüdüyle gelip hem MHP’yle koalisyon yapmaya hem de kabinesini teknokratlardan oluşturmaya mecbur kalan Erdoğan’a bakmanın yeterli olacağını ifade eden yoldaş, Erdoğan’ın bir türlü gerçekleştiremediği yönetime tek başına hakim olma hedefinin de devletin işlerliğine sekte vurmaya katkıda bulunduğunu, devletin artık birçok alandaki politikalarının belirsiz ve öngörülemez olduğunu söyledi. Ek olarak tüm bu düzensizliğin başında görünen Erdoğan’ın meşruiyetinin seçim sandığına bağlı olduğu belirtilirken, Erdoğan’ın sandığa savaş açtığını ve yaptığı tüm hilelere rağmen son seçimlerde kıl payı koltuğunu koruyup sonunda MHP’ye politik açıdan teslim olarak gücünü bu anlamda da yitirmekte olduğunu vurguladı.
Yoldaş ayrıca Erdoğan’ın partisine de hakim olamadığını, AKP’nin eskiden verdiği görüntünün aksine, bugün tıpkı CHP gibi bir hizipler koalisyonuna dönüştüğünü kaydetti. Tüm bunlarla birlikte Erdoğan’ı aslında mevcut rejim krizinin nedeni değil sonucu olarak görmek gerektiğini belirten yoldaş, tüm seçim başarısızlıklarına rağmen Erdoğan’ın iktidarda kalabilmesini de bu kriz durumunun mümkün kıldığını, çünkü rejim krizde olduğu için rejimin normal mekanizmaları olan yolsuzluklar, mahkemeler, seçimler vb. ile hükümetlerin artık değiştirilemediğini vurguladı. Bu siyasi krizi anlayabilmek için de 12 Eylül rejimini kimin kurduğuna bakmak gerektiğini ifade eden yoldaş, bu rejimin temellerinin 12 Mart 1971’de, çimentosunun 12 Eylül 1980’de TSK ve TÜSİAD tarafından emekçileri, işçileri ve özel olarak da Kürtler’i sindirmek, imha ve inkar etmek amacıyla atıldığını dile getirdi. Ne var ki 12 Eylül rejiminin (Latin Amerika’daki benzeri girişimlerin aksine) başarılı olamadığını, rejimin Kürd’e deli gömleği giydirmeyi başaramadığını, Diyarbakır zındanı projesinin başarısız olduğunu ve bu durumun ülkedeki diğer devrimci unsurlara da sirayet ederek 12 Eylül rejiminin başarısız kalmasına yol açtığını vurguladı. Aynı zamanda ABD emperyalizminin de 1980’lerden bu yana çöküş sürecinde olmasının bu duruma katkıda bulunduğunu ifade eden yoldaş, ABD’nin bölgedeki planlarını gerçekleştirmek için TSK’yi etkisizleştirirken yerine yeni bir siyasi aktör konamadığını, ABD’nin operasyonel siyasi aygıtı konumundaki CHP’nin ve TÜSİAD’ın da yine rejimin kriz durumuna çözüm getirmekte aciz kaldığını kaydetti. Böylece Erdoğan’ın seçimler yoluyla ya da kuşatılarak saf dışı bırakılamadığını, Erdoğan’ın da bu duruma tersinden müdahale ederek güçlenmeyi başaramadığını belirten yoldaş, sonuç olarak rejim krizi yaşandığını ve marksist literatüre bakıldığında bu tarz krizlerin ancak devrim veya karşı devrim/darbe ile çözülebileceğini dile getirdi. Tam da bu noktada Türkiye solunun, sanılanın aksine, tarihinin en güçlü döneminden geçtiğini vurgulayan yoldaş, HDP’nin en az 1960’lardaki TİP kadar sosyalist ve TİP’ten katbekat güçlü bir parti olduğuna dikkat çekti. Yoldaş ayrıca devletin uzun süredir halka uyguladığı şiddetin aslında yöneticilerin çözümsüzlüğünün bir itirafı olduğunun, 12 Eylül öncesindeki çatışmalarda toplam 5000 kişi ölmüşken, yalnız son iki yılda devrimcilerin/ezilenlerin safında öldürülen kişi sayısının da bu kadar olduğunun, 12 Eylül döneminde cezaevi nüfusu 25 bin kişi kadar artarken bugün Türkiye’de 250 bin kişinin hapiste, 200 bin kişinin de yer olmadığı için denetimli serbestlikle dışarıda tutulduğunun, tüm bu şiddet sarmalına ve kullanılan şoven siyasete rağmen Erdoğan’ın oyunu ve halktan aldığı desteği artıramadığının altını çizdi.
Yoldaş ayrıca sanılanın aksine halkın sokaklardan uzak durmadığını, sürdürülen şöven siyasete ve baskılara rağmenen kalabalık 1 Mayıs ve newrozların vücut bulduğunu, insanların Demirtaş’ı dinlemek için alanlarda saatlerce bekleyebildiğini, her fırsatta harekete geçmeye hazır bir kitle olduğunu, bu durumun Lenin’in Devlet ve Devrim adlı eserinde dile getirdiği ‘yönetilenlerin yönetilmek istememesi’ koşuluna denk düştüğünü, fakat ‘yönetilenlerin yönetilmek istemediğini sürekli ve kararlı bir şekilde eylemlerle göstermesi’ durumunun Türkiye’de olmadığını ifade etti. Bu durumun solun hükümeti eylemlerle devirme projesi olmamasından kaynaklandığını söyleyen yoldaş, bu yoksunluğun yoğun baskılardan değil(2009’da BDP üzerindeki baskıların ve tutuklamaların bugüne kıyasla daha fazla ve daha yoğun olduğunu örnek vererek) solun benimsediği siyasi çizgiden kaynaklandığını ifade etti. Solun yanlış bir şekilde adım adım faşizmin yükseldiği varsayımında bulunup buna karşı en geniş bir şekilde güç birliği ve seçim işbirliği yapmak gerektiği varsaydığını, ve bu birlik projesine Amerikancı burjuva partisi CHP de dahil olduğundan, projenin sürmesinin koşulu olarak Kürtlerin, emekçilerin sokağa çıkmaması kabul edildiği için bugün Erdoğan’ın güçlü bir konumda olmamasına rağmen rahatça at koşturabildiğini belirtti. Siyasi bağlamından kopartılmış bir ekonomik kriz ajitasyonunun da aynı temele dayandığını dile getiren yoldaş, yerel seçimlerin de bu nedenle CHP’ye teslim edilme yönelimi olduğunu vurguladı.
Türkiye’deki mevcut durumun 116 yıl önceki Rusya’nın durumu ile benzerlik taşıdığını belirten konuşmacı, Ne Yapmalı kitabının ‘eleştiri özgürlüğü’nün tartışıldığı (‘devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz’ saptamasının yapıldığı) birinci bölümünde Lenin’in altını çizdiği Bernstein benzeri revizyonistlerin artık dünyanın değiştiğini, Marksizmin programatik esaslarının geçerli olmadığını savladığını vurgulayıp buna karşı bizim proletarya diktatörlüğü ve sınıf kutuplaşması kavramlarına sahip çıkmamız gerektiğini söylediğini aktardı. Yoldaş bugün de Türkiye’de solun benzer bir revizyonist bakış geliştirdiğini, seçimle faşizmin gelebileceğini veya gidebileceğini ya da rejimin değişebileceğini, 1848-1851 devriminden çıkartılan derslerin aksine burjuva partileriyle ittifak yapılabileceğini tasavvur ettiğini, bunlara karşı durmak gerektiğini ifade etti. Lenin’in ayrıca Ne Yapmalı’nın 2. ve 3. bölümlerinde işçi kitlelerinin kendiliğinden politikleşebilecekleri görüşüne karşı savaştığını dile getirerek devrimcilerin asıl görevinin işçilerin fabrika içindeki mücadelelerine destek vermekten çok otokrasinin nasıl yıkılacağını söylemeleri olduğunun altını çizip bugün de Türkiye’deki devrimcilerin görevinin bu olduğunu, bunun yapılmadığını belirtti. Yoldaş ayrıca Lenin’in kitabın aynı bölümlerinde illegal ekonomizmle legal marksizmin birlikteliğinden bahsederek siyasi mücadelenin burjuva partilerin inisiyatifine bırakılmasından söz ettiğini, bugün Türkiye’deki durumun da bu olduğunu, Türkiye’deki (seçim, Kürdistan meselesi vb.) siyasi konulara ilişkin devrimci bir çözüm önerilmediğini, aynı zamanda Lenin’in Ne Yapmalı’da söz ettiği otokrasiyi yıkabilecek profesyonel bir devrimci örgüt/parti gereksiniminin Türkiye için de geçerli olduğunu kaydetti.
Yoldaş daha sonra Lenin’in birçok yanlışlar yaparak (örneğin RSDİP içinde çok uzun süre kalarak) kendi yolunu kendisinin açtığını, zira kendisinin örnek alabileceği bir Lenin olmadığını, bizim bugün daha şanslı olduğumuzu, ‘ne yapmak’ gerektiğini bildiğimizi, Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde tanımlanmış bir model olduğunu ifade etti. KöZ’ün bu modele uygun bir devrimci parti yaratmak gerektiğini savunduğunu kaydeden yoldaş, bu temelde bağımsız bir devrimci parti oluşturmadığımız sürece yapacağımız her şeyin burjuvazinin şu ya da bu fraksiyonlarının ve onların uzantısı olan reformistlerin peşinde sürüklenmekten ibaret kalacağının altını çizdi. Bu noktaların bir sonucu olarak ‘kriz derinleşirken ne yapmalı?’ sorusunu, bugünkü devrimci imkanların her zamankinden fazla olduğunu bilerek ve eksikliğin kitlelerden ya da rejim krizinin yeterince derinleşmemiş olmamasından değil bu durumu devrimci bir siyasi çizgiye kavuşturarak ileri çıkmakla yükümlü olanların bunu yapamamış olmasından kaynaklandığını ifade edip asıl olarak ilk dört kongrenin dersleri ışığında devrimci parti eksikliğini gidermek gerektiğini belirtti.
Daha sonra söz alan Nuray Sancar, konuşmasına Türkiye’de yaşanmakta olan sürecin bir istisna olmadığını söyleyerek başladı. Bugün ‘tek adam rejimi’nin hüküm sürdüğü Türkiye’nin de bir parçası olduğu neo-faşist eğilimlerin güç kazandığı süreci anlamak için geçmişe, ABD’de Bush döneminde başlatılan ‘önleyici savunma doktrini’ne bakmak gerektiğini belirten Sancar, bu doktrinin devamında ABD’nin ‘habeascorpus’ ilkesini terk ederek Guantanamo’da insan haklarına aykırı uygulamalar suretiyle bugünkü hukuksuzlukların da önünü açtığını ifade etti. Bunun ise 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sağlanan sosyal devlet anlayışının getirdiği kazanımların yok edilmesiyle paralel bir süreci beraberinde getirdiğini söyleyen konuşmacı, sürecin 1970’lerde yaşanan (ve sistemin sürdürülemezliğini gösteren) krizle daha da tetiklendiğini, SSCB’nin çökmesi ve böylelikle halk demokrasilerinin dağılmasıyla komünist partiler ve emek partilerinin dejenere olma sürecinin hızlandığını, tüm bunların da insanların atomize olmasına, bireycileşmesine ve bunlarla birlikte yeni bir birikim rejiminin başlamasına ön ayak olduğunu ifade etti. İşçilerin örgütsüzlüklerinden faydalanılarak esnek üretim koşullarının dayatıldığını, işçilerin haklarını kısıtlamayı ve azaltmayı hedefleyen birçok girişimin (Fransa’da Juppe döneminde olduğu gibi birkaç direnişle karşılaşsa da) hedefine ulaştığını söyleyen Sancar, esnek üretim, yoksullaşma ve hukuk sisteminin değişmesi gibi olguların bir arada gerçekleştiğini belirtti. Bir zamanlar İngiltere başbakanı M. Thatcher’ın ağzından çıkan “toplum yok, bireyler var” sözü ile kast edilen noktaya artık ulaşıldığını savlayan konuşmacı, bunların sınıfsal ve örgütlü bir karşı duruş geliştirememekle bağlantılı olduğunu söyledi. Ne var ki, 2010’da Arap ülkelerinde başlayan isyanların, devamında Yunanistan, İspanya ve ABD’deki sistem karşıtı hareketlerin kitlesel direnişlere sahne olduğuna da dikkat çeken Sancar, bugün Yemen, Suriye ve Libya’da sürmekte olan çözümsüz durumları da söz konusu sürece yönelik tepkilerin bir devamı olarak niteledi.
Yunanistan’daki teknokratlar hükümeti ile bugün Erdoğan’ın kurduğu teknokratlar hükümetinin benzer küresel baskılar ve kaygılarla göreve getirildiğini ifade eden Sancar, Erdoğan’ın kendi partisini bile siyasal karar alma süreçlerinin dışına çıkartarak yetkileri eline almasının dünyadaki gelişmelerden bağımsız olmadığını belirtti. Sancar ayrıca seçimlerin de Türkiye’de pek anlamı kalmadığını, işlevsiz süreçlere dönüştüğünü söyledi. Yaşanan süreçte geçmişte Brezilya ve İngiltere gibi yerlerde solcu partilerin de söz konusu değişimin uygulanması için araç olarak kullanıldıklarını kaydeden Sancar, sürmekte olan öngörülemezliklere karşı öngörülebilir siyasetler geliştirip ‘ne yapmalı’ sorusuna yanıt vermenin kolay olmadığını ifade etti. Yerel seçimlerin bu bağlamda önemli olduğunu söyleyen konuşmacı, bununla birlikte hiçbir devrimci partinin parlamenter demokrasiyi bir amaç olarak göremeyeceğini, bu tarz seçimlerin yalnız ön açıcı işlevleri olabileceğini, seçimlerle rejimlerin değiştirilemeyeceğini veya sürmekte olan sistemlerin yıkılamayacağını söyledi. Böyle bir soru için geliştirilecek bir devrimci stratejinin tek başına yeterli olmayacağını belirten Sancar, kitleleri de kazanmak gerektiğini, işçi sınıfının partisi olduğunu savlayan bir partinin kitlelere çağrı yapması ve kitleleri örgütlemesi gerektiğini söyledi. Bugünkü örgütlenme karşıtı saldırılar ve apolitizasyonun bu durum önünde bir engel olduğunu dile getiren konuşmacı, hiçbir krizin tek başına, kendiliğinden iktidarı devirmeye yeterli olmayacağının bilinciyle, sağ popülist kanallarca desteklenen radikalleşmeye karşı örgütlenme ve birlikte mücadele etmenin gerektiğini belirterek sözlerini noktaladı.
Panelin ikinci bölümü sorular ve yorumlarla devam etti. Söz alan bir yoldaş son günlerde yükselen ekonomik kriz söylemlerinden bahsederek meydana gelecek krizle toplumsal tepkinin yükselmesinin beklendiğini, fakat böyle bir kriz olup olmadığı tartışması bir yana, son birkaç yıl içinde ekonomik kriz söylemleri mevcut değilken de birçok önemli toplumsal kalkışma olduğunu metal fırtınası eylemlerini, Sur-Cizre-Nusaybin’deki eylemleri, HES meselesi nedeniyle sokağa çıkanları, seçim barajının OHAL tehdidine rağmen üç kez yıkılabilmesini örnek vererek açıkladı. Yoldaş bu açıklamanın ardından bugün önümüzdeki sorunun meramını anlatamayan ve örgütlenme sorunu yaşayan bir sol olmasından mı, yoksa mevcut toplumsal tepkiyi örgütleyerek iktidar perspektifiyle hareket eden devrimci bir parti olmamasından mı kaynaklandığını sordu. Söz alan bir başka arkadaş, bugün ne yapmalı sorusunu yanıtlayabilmek için 12 Eylül dönemini ve 12 Eylül rejim krizini anlayabilmek gerektiğini ifade ederek 12 Eylül’ü ortaya çıkartıp sürdüren şeyin egemen sınıfların tüm sınıflar üzerindeki egemenliği mi yoksa işçi sınıfı ile kendi çıkarları arasındaki bir çıkar çatışmasının ürünü mü olduğunu açıklamak gerektiğini belirtti. Bir başka dinleyici Marks’a göre tüm toplumsal ilişkilerin metalar üzerinde iz bıraktığını, bu izleri takip edip anlamanın önemli olduğunu ifade ederek sıklıkla marksizmi kavrayışa yönelik indirgemecilik eleştirileri getirildiğini, indirgemecilikten kurtulmak adına ise bilinci ‘kendinde şey’ hâline getirip onu da iradeye bağlayan ve sonra iman gücümüzün kalitesi/kalibresiyle kavgadaki konumumuzu tartan tehlikeli ve yanlış bir yol izlendiğini savladı. Ekonomik krizlerin sermaye çevriminde yaşanan kırılmalarla ortaya çıktığını belirten dinleyici, ekonomik krizi meydana getiren şartlardan kendimizi kopartmalıyız tarzında bir yaklaşımın yanlış olduğunu düşündüğünü, bu nedenle KöZ adına konuşan yoldaşın söylediklerini yanlış bulduğunu ifade etti. Daha sonra söz alan bir yoldaş Nuray Sancar’ın Türkiye için dile getirdiği neo-faşizm ve tek adam tespitlerinin nasıl birbiriyle örtüştüğünü anlamadığını, seçimlerin sembolik olduğunu belirttiğini ama halkın seçimlere katılım oranlarının her seçimde arttığını bir tezat olarak dile getirdi. Yoldaş ayrıca EMEP’in ‘ne yapmalı’ sorusuna yanıt olarak iktidarı ele geçirmek için nasıl bir stratejisi olduğunu sordu. Söz alan bir başka yoldaş Sancar’ın hem seçimle rejim değişikliği olamayacağını hem de seçimle iktidara gelen AKP’nin yeni bir rejim kurduğunu söylediğini vurgulayıp bu çelişkili ifadelerin nedenini sordu. Bir başka izleyici de söz alarak Nuray Sancar’ın Türkiye’ye ilişkin durum çözümlemesi yaparken Kürdistan sorunundan hiç söz etmemiş olmasının nedenini sordu.
Soruların ardından söz alan Nuray Sancar, ekonomik krizle siyasi bilinç arasındaki soruya ilişkin bugün Türkiye’de bir ekonomik kriz ortamı olduğunu, hükümetin bunun semptomlarını azaltmaya çalıştığını, önümüzdeki süreçte krizin tahrip edici etkisinin artacağını belirtti. Bunun hem küresel hem de ekonomi yönetimiyle ilgili boyutları olduğunu söyleyen Sancar, yap-işlet-devret modeline ve inşaat sektörüne dayalı borçlanarak büyüme modeli nedeniyle ödenemeyen borçlarla ve her şeyin satılmış olmasıyla Türkiye’nin ekonomik krizi yaşamakta olduğunu savladı. Sonuç olarak bize çok pahalıya mâl olan bir devlet organizasyonun söz konusu olduğunu belirten konuşmacı, bu duruma rağmen AKP’nin hâlâ kamuoyu desteği olmasını AKP’nin ev ev örgütlenmesi ve propaganda aygıtlarını etkin kullanmasıyla açıklayabileceğimizi söyledi. Ekonomik krizlerin tek başına siyasi değişikliklere yol açmayacağını söyleyen Sancar, hükümete karşı talebi örgütleyici bir alternatif çıkmadığı koşullarda kendiliğinden hareketlerin ortaya çıktığını,fakat bunların bütünsel, bilinçli ve örgütlü bir mücadeleyi mümkün kılmadığını söyledi. Ekonomik krize müdahale edecek bir siyasal örgütün tek başına gündelik ekonomik taleplerle siyasi talepleri bir araya getirmesi gerektiğini ve bunun yalnız AKP’nin devrilmesini değil bir halk demokrasisi oluşturabilmenin önünü açmayı hedeflemesi gerektiğini ifade etti. 12 Eylül rejimiyle ilgili soruya yanıt veren Sancar, 12 Eylül darbesinin sağ-sol çatışmasının sonucu gibi gösterilmek istendiğini ama asıl hedeflenen şeyin yeni bir siyasal nizama geçiş olduğunu ve bunun ekonomik altyapısının da 24 Ocak kararları ile inşa edildiğini belirtti. Seçimlere ilişkin sorulan soruya ilişkin ise burjuvazinin artık temsilî demokrasi ile yönetmeyi değil, yasaların tek elden çıkacağı bir düzen istediğini ve sembolik olarak halkın sanki referandum ve benzeri sözde seçim mekanizmaları ile karar veriyormuş gibi gösterilmek istendiğini savladı. Sancar ayrıca Türkiye’deki mevcut siyasi uygulamaların başta belirttiği gibi dünyanın diğer yerlerindeki uygulamalardan bağımsız olarak düşünülemeyeceğini, bu anlamda bir benzerlik olduğunu düşündüğünü vurguladı. EMEP’in strateji olarak halk iktidarı ile taçlanacak bir halk devrimi öngördüğünü belirterek bunun da kendi içinde çelişkisiz bir olgu olmadığını, sonuçta sosyalizme ulaşılmasının hedeflendiğini, nihai olarak da komünizme ulaşılmasının hedeflendiğini ifade etti.
Sancar’dan sonra panele KöZ adına katılan yoldaş söz aldı. Marks’a gönderme yaparak metalar/kriz ilişkisi üzerine eleştiri getiren konuşmacıya verdiği yanıtta yoldaş (konuyu akademik bir tartışma boyutuna çekmek istemediğini örneklerle anlatarak) Marks’ın söyledikleri ile getirilen eleştirinin örtüşmediğini düşündüğünü kaydederek diğer yandan Marks ya da marksizm veya leninizm denildiği zaman bunun Marks’ın ya da Lenin’in söylediği ve yaptığı her şeyin doğru olarak kabul edilmesi gerektiği anlamına gelmeyeceğinin altını çizdi. Örneğin Lenin’in RSDİP’te o kadar uzun bir süre kalmış olmasının veya Marks’ın devrimci bir partinin sürekliliği düşüncesine (1851’de) katılmamasının ve Komünist Enternasyonal’i New York’a taşıyıp kapatmasının hatalı olduğunun bugün görüldüğünü ifade eden yoldaş, değerlendirmelerimizi yaparken bu kişilerin söylediklerinden çok onların mensup bulundukları örgütlerin tespitlerine bakmamız gerektiğinin, eğer bir leninist örgüt terbiyemiz varsa bu şekilde yaklaşmamız gerektiğinin, aksi takdirde konunun akademik tartışma boyutuna indirgeneceğinin altını çizdi. Bu açıdan bakılınca Komünist Enternasyonel’in krize, iktisada ve bunların siyasetle ilişkilerine dair net tespitleri olduğunu vurgulayan yoldaş; söz konusu tespitlerde emperyalizm, proleter devrimler ve ulusal kurtuluş mücadeleleri çağında olduğumuzun ve bir bütün olarak siyasi gericilik içinde olduğumuzun, aynı zamanda proletaryanın öncülük eksikliği içinde olduğunun açıklandığını ifade etti.
KöZ’ün bütünlüklü olarak ilk dört kongredeki temel tespitlerin hepsini sahiplendiğinin altını çizen yoldaş, bu referanslara göre somut durum analizi ne olursa olsun (Komünistler Birliği’nin Komünist Manifesto’da belirttiği gibi) 1848’den itibaren Avrupa için (Komünist Enternasyonel’de belirtildiği gibi) 1917’den itibaren tüm dünya için devrim koşullarının olgunlaştığını, devrim olmamasındaki temel eksikliğin devrimci önderliğin yetersizliği olduğunu ifade etti. KöZ’ünmarksizmin üretim ilişkilerine yönelik temel saptamalarına da karşı çıkmadığını belirten yoldaş, 2000’den bu yana meydana gelen gelişmeler ışığında KöZ’ün ve sol akımların ne dediğine bakıldığında KöZ’ün farklı tespitlerinin arkasında o gün olduğu gibi bugün de durduğunu ifade etti. Bu bağlamda KöZ’ün tespitlerinden örnekler veren yoldaş 11 Eylül 2001 saldırısı gerçekleştiğinde bu saldırı ve sonrasının 1970’lerden beri dünyada süren bunalımda yeni bir aşama anlamına geldiğinin, 2005-2007’de AB emperyalizmi konusu tartışılırken AB emperyalizmi hatta AB diye bir şey olamayacağının, AB emperyalizmi görüşünün Kautskist bir görüş olduğunun, sermayenin ulus devletlerden oluştuğunun, silahla kurulmuş ulus devletlerin Beethoven’ın marşıyla veya sermayenin bazı ihtiyaçlarından ötürü birleştirilemeyeceğinin, iktisadi yapıların kendi içindeki döngüsünün otomatik olarak siyasi değişime yol açacağı beklentisinin ekonomist ve Türkiye soluna hakim bir yaygın yanlış anlayış olduğunun belirtilmesinin söz konusu tespitler arasında olduğunu vurguladı.
Rejimlerin ancak devrimle ya da karşıdevrim veya darbeyle değişebileceğini ifade eden yoldaş, bütünlüklü bir bakış açısıyla bakıldığında asıl olarak 2. Paylaşım Savaşı’nın yıkımından sonra kurulmuş olan Amerikan düzeninin 1970’lerden itibaren sermayenin aşırı birikimine yol açacak şekilde tıkandığını ve bunun sonucu olarak finans kapital mücadelesinde yeni bir evrenin başladığını, bunun da Amerikan emperyalizmini gerilettiğini, diğer (Çin, Afrika, vb. yerlerde) emperyalistlerin sermaye birikimleri için önünü açtığını, bunun da siyasi karşılığının ABD emperyalizmi siyasi gücünü yitirirken dünyanın farklı yerlerinde biriken sermayenin başka politik güçlere tahvil olması olduğunu ifade etti. Sonuç olarak,emperyalistler arasındaki dengesizliklerin azaldığını ve bunun da yeni bir emperyalist paylaşım savaşının koşullarını meydana getirdiğini belirten yoldaş, Lenin’in Avrupa Birleşik Devletleri üzerine makalesinde bu çözümlemenin görülebileceğini, Lenin’in ‘kapitalizmde savaştan başka çözüm yoktur’ derken bunu kast ettiğini aktardı. ABD’nin sermaye başka yerlerde birikiyor, başka emperyalist güçler yükseliyor diye IMF’sini, Dünya Bankası’nı, NATO’sunu bırakıp gitmeyeceğini belirten yoldaş, 1970lerden beri yükselerek yoğunlaşan bu durumun yeni bir dünya savaşına ilerlediğimizin göstergesi olduğunun altını çizdi.
Bu duruma koşut olarak Türkiye’de ABD’nin birikim ihtiyaçları sayesinde palazlanmış TÜSİAD’ın ve orduya bağlı bir sermaye grubu olan OYAK’ın kredi mekanizmalarını kontrol edecek şekilde farklı çıkarlarla suyun başını tutarken, Türkiye’nin Çin’i olarak yorumlanabilecek Anadolu sermayesinin ortaya çıktığını ve Türkiye’de de sermayenin kendi içinde çatladığını gördüğümüzü belirten yoldaş, bunun 12 Eylül rejiminin maddi dayanaklarını zayıflatmakta olduğunu fakat rejim krizini yalnız bunlarla anlamanın mümkün olmayacağını dile getirdi. Türkiye’de yeni bir birikim rejimine ihtiyaç olduğunu söyleyen yoldaş, monolitik olarak hakim tek bir sermaye grubu olmadığını, TÜSİAD, OYAK ve ‘Anadolu kaplanları’ denen grupların birbirlerinden farklı en az üç grup olduğunu, bunların birbirleri ile mücadelesinin rejimin dayanaklarına iktisadi olarak da zarar verdiğini ifade etti. 12 Eylül rejiminin başarısız olduğunu belirten yoldaş, 24 ocak kararlarının uygulanamadığını, işçilerin reel ücretlerinin 1978’deki düzeyi ile 1989’daki düzeyi arasında fark olmadığını, 1996’ya kadar da bu düzeyde kaldığını, ancak Erdoğan zamanında örgütlü ve görece yüksek ücret alan işçilerin ücretlerinin biçildiğini vurguladı. Türkiye’de KİT’leri özelleştiremediklerini, Şili’de yapılanların Türkiye’de son birkaç yıla kadar uygulanamadığını Türkiye’nin Şili’ye benzetilememesinin nedeninin Türkiye’de bitirilemeyen devrimci hareket olduğunun altını çizdi.
12 Eylül darbesinin İran devriminin ardından Kürdü bitirmek, Kürt dinamiğini ortadan kaldırmak için yapıldığını ve başarısız olduğunu, bundan ötürü de darbeyle amaçlanan hiçbir sosyal planın kararlı bir şekilde uygulanamadığını belirten yoldaş, Halit Narin’in “artık biz güleceğiz” demesinin ardından Demirel’in iki anahtarı sallamak zorunda kaldığını, yeşil kart uygulamasının getirildiğini, popülizmin gökten zembille düşen bir şey olmadığını kaydetti. Kürt direnişi gelişip Bahar eylemleri ile birleşecek hâle gelmeseydi, Türkiye’de kaydadeğer bir devrimci nüfus olmasaydı Türkiye’nin de darbenin başarılı olduğu Şili gibi bir ülke olmuş olacağını ifade eden yoldaş, ‘darbede yenildik, ezildik’ diye düşünmenin yanlış bir bakış açısı olduğunun altını çizdi. Bu gelişmelerin ABD’nin Türkiye’de neden Venezuela’da uyguladığına benzer bir sokağa çıkma stratejisi uygulamadığını da açıkladığını belirten yoldaş, ABD’nin halkın sokağa çıkması durumunda ne olacağını öngöremediğini, bu nedenle kendi güdümündeki hareketlerin sokağı zorlamasını istemediğini ifade etti. Ayrıca Kürdistan deneyiminin ve Rojava Devrimi’nin de bu anlamda önemli olduğunu belirterek herkesin Arap Baharı’ndan söz ettiğini ama 1980 başından beri sürmekte olan Kürt baharından kimsenin söz etmediğini, o zamandan beri işbirlikçi bir Kürt hareketinin yaratılamadığını, bu durumun Kürtler adına konuşanların doğru çizgide ilerlediği anlamına gelmemeklebirlikte karşı tarafın dikiş tutturamadığını gösterdiğini dile getirdi.
Bugün Türkiye’de ekonomik kriz olmadığını, bir ekonomik kriz olduğunu iddia edebilmek için bunun işsizlik, iflas vb. göstergelerle anlatılabilmesi gerektiğini ifade eden yoldaş, böyle bir durumun olası olmakla birlikte bugün mevcut olmadığını, krizi yoksulluk ile özdeşleştirmenin yoksulluğun kapitalizmde olağan bir olgu gerçeğini göz ardı etmeye yol açabileceğini, ek olarak sürekli ‘kriz var, kriz var’ demenin insanlarda geri çekilme ve örgütlenmeme eğilimlerini artıracağını vurguladı. Ampirik olarak bakıldığında ekonomik temelli işçi hareketlerinin ekonominin iyi gittiği dönemlerde meydana geldiğini, yoksulluğun yoğunlaşarak işçi/isiz rekabetinin arttığı zamanlarda ise tarihsel olarak daha az eylemlilikler olduğunu açıkladı. Ayrıca Türkiye’de ciddi bir siyasi kriz olduğunu, Erdoğan ve onun temsil ettiği güçlerin iktidar için yeni bir anayasaya ihtiyaçları varken, onun karşısındaki bloğun da eskiye dönmeye gereksinim duyduğunu, fakat eskiye dönülemediğini, yeni bir anayasa yapılabilmesi için gereken darbeyi Erdoğan’ın gerçekleştirebilmesinin de mümkün olmadığını ifade eden yoldaş, Erdoğan’ın yerel seçimlerin tarihini bile değiştirmekten aciz olduğu belirlemesini dile getirdi. Nasıl ki devrim için devrimci parti gerekliyse, darbe için de darbeci partinin, faşizm için faşist partinin gerektiğini, AKP gibi bir kitle partisinin de faşizmi getirebilecek kalibreden yoksun olduğunu; Erdoğan’ın bir diktatör değil AKP içindeki hizipleri gözetmeye çalışan bir cambaz olduğunu vurguladı.
Faşizmin seçimle gelebileceği yanlış düşüncesinin Komintern’in 4. kongresinden sonraki sapmayla ilgili olduğunu, bu sapmada payı olan Dimitrof’un ‘faşizm her yerde darbe ile gelmek zorunda değil, seçimle de gelebilir’ yanlış belirlemesinin Mahir Çayan ve TİP tarafından da benimsendiğini dile getiren yoldaş, Hitler’in yanlış bir örnek olduğunu, Hitler’in seçimle değil hükümet darbesi ile iktidara geldiğini, seçimle faşist birinin iktidara gelmesi ile faşizmin kurulmasının apayrı iki kavram olduğunu, Avusturya’da Haider’in veya Macaristan’da Orban’ın iktidara gelmesi ile faşizmin kurulmadığını, çünkü devletin yapısının değiştirilmediğini de örnek verdi.
Komintern’in 2. kongresinde parlamento ve seçimler üzerine tezler bulunduğunu kaydeden yoldaş, orada 19. yüzyıldaki gibi parlamentoların etkin olabildiği dönemlerin sona erdiğinin, kürsüden halkın sorunlarının ele alındığı, seçmen-seçilen ilişkisinin gerçekleştiği parlamentoların artık var olmadığının, parlamentoların askerî ve bürokratik burjuva demokrasisinin incir yaprağına dönüştüğünün belirtildiğini dile getirerek bu duruma rağmen seçimlere katılmama yerine, katılıp parlamentoların sabote edilmesi çağrısı yapıldığını vurguladı.
Kitleleri kazanma yöneliminin yeni bir mesele olmadığını, 3. kongre’de Zinovyev’in formüle ettiği gibi 3. kongrenin sloganının ‘kitlelere’ olduğunu belirten yoldaş, “kitleler” derken neyin kast edildiğini iyi anlamak gerektiğinin altını çizdi. Lenin’in 3. kongre’de ifade ettiği gibi ‘kitle’nin her dönem ayrı bir anlam kazandığını söyleyen yoldaş, Lenin’in “1890’larda beş on işçiydi bizim kitlemiz, sonra yüzlerce işçi oldu, devrim döneminde sadece işçiler değil nüfusun çoğunluğu oldu” notunu aktardı. Yine Lenin’in politika ve pedagoji üzerine olan makalesini ele alan yoldaş, burada da belirtildiği gibi devrimcilerin görevinin halkı uyandırmak olmadığını, halkı uyandırma çabasının pedagojik bir çaba olduğunu, bunu herkesin yapageldiğini ve bunun için devrimci olmaya gerek olmadığını, devrimci faaliyet denilen olgunun ise kitlelere siyasi önderlik etmek olduğunu vurguladı.
Marksist literatüre göre işçi kitlesinin çoğunluğunu kazanmak dediğimizde Türkiye’de ücretli emek olarak çalışan 30 milyona yakın insandan değil, kendi çıkarları doğrultusunda zaten harekete geçmiş kesimden söz edildiğini, kitlelere hak arama bilinci kazandırmak diye bir şeyin olmadığını ifade eden yoldaş, kitleleri kazanmak derken AKP kitlesini ya da hayatta hiçbir mitinge katılmamış CHP’li kitleleri değil, miting ya da grev olunca sokağa çıkan çoğu örgütlü insanları kazanmanın kast edildiğini dile getirdi. Türkiye’de eksik olan şeyin bir devrim için yeterince insanın sokağa çıkmaması, yeterince insanın ölümün üstüne korkusuzca yürümemesi, insanların hapisten korkması olmadığını, binlerce insanın buradaki mücadeleyi beğenmediği için Rojava’ya gidip ölümü göze alabildiğini, on binlerce insanın hapse girdiğini yine de mücadeleden vazgeçmediğini belirten yoldaş, yapılması gerekenin yeni kitleler kazanmak değil var olan kitlelerin yanlış siyasi bilinciyle mücadele edip “siz yanlış bir temelde mücadele ediyorsunuz, reformizmin peşinden, Kautskyist bir temelde gidiyorsunuz” demek olduğunu vurguladı.
Kautskyizm’in ‘önce muhalefeti büyüteceğiz, güçlü bir sınıf mücadelesi ile muhalefet büyüyünce de iktidar alınacak’ düşüncesi olduğunu, ne var ki devrimlerin böyle olmadığını bugüne kadar hiçbir yerde, Paris Komünü sırasında da, 1848’de de, 1905’te de, 1917’de de, 1949’da da böyle olmadığını ifade eden yoldaş, kitlelerin zaten harekete geçtiğini, önemli ve eksik olanın kitleler harekete geçtiği zaman onları hükümeti yıkmak için yönlendirebilecek bir örgüt olduğunu kaydetti. Böyle bir perspektif ve bu perspektifin arkasında durabilecek bir örgütlü form ve kapasitenin de önemli olduğunu, bunun gönlümüzden geçmesinin hemen bir devrimci parti kurulabileceği anlamına gelmediğini belirten yoldaş, bu konuda en az eksik olan şey kitlelerin enerjisiyken, en fazla eksik olan şeyinse siyasi yönelim ve tercih olduğunun altını çizdi. Erdoğan’ın reformizmin bir trajedisi olduğunu dile getiren yoldaş, Türkiye solunun da, Avro-komünist bir şekilde, tıpkı Erdoğan gibi önce muhalefeti büyütüp toplumda güçlenerek kitlesel parti kurmayı, ardından kademeli olarak sosyal devlet uygulamaları ile sosyalizmi inşa etmeyi hayal ettiğini; benzer bir bakışla Erdoğan’ın da faşizmi kurabileceğini sandığını ama bunların yanlış varsayımlar olduğunu, çünkü faşizm için gerekli örgütten yoksun Erdoğan’ın %40’lar düzeyinde oy almasına, birçok açıdan etkili olmasına rağmen istediklerini gerçekleştiremediğini belirtti. Düşmanın bu durumunun bizim ne yapmamamız gerektiğini de anlattığını ifade eden yoldaş, şu ânda yeterince devrimci enerji ve politik gücümüz olduğunu, Türkiye tarihinin en büyük siyasi krizinin yaşanmakta olduğunu, yeni bir emperyalist paylaşım olmadan, Kürdistan’daki işgal sona ermeden, ulus devlet yapısı çökmeden böyle bir döneme ilerlerken ‘ne yapmalı?’ sorusunu devrimci örgüt/devrimci parti ekseninden ayırmadan yanıtlamak gerektiğini dile getirerek sözlerini noktaladı.
İzmir’den Komünistler