Bugün Rojava Devrimi fiilen bitmemişse, Rojava’da kantonlar hâlâ fiilen iktidardaysa bunun sebebi YPG’nin bağımsızlıkçı devrimci bir yönelimi taşıması değil Suriye’deki rejim krizinin çözülememesidir. Tüm devlet aygıtının Baas Partisi’nin egemenliğini sürdürdüğü koşullarda demokratik bir Suriye Anayası’nın hazırlanabileceğini savunmak elbette budalalıktan ziyade reformizmin ürünü olan bir dar görüşlülüğe işaret eder. Elbette Suriye’deki rejim krizini çözmek için illa demokratik bir anayasaya da gerek yoktur. Hakim güçlerin dayattığı Baas iktidarını aklayan göstermelik anlamda yeni bir anayasa ile de “Suriye sorununu” geçici olarak çözmek, daha doğrusu krizi ötelemek mümkündür. Gelgelelim bugün Suriye’de bu türden geçici bir çözüm bile mümkün değildir. Bunun sebebi Amerikan ve Rusya’nın birbiriyle yahut bölge devletleriyle anlaşamaması, YPG ile söz konusu güçler arasındaki esaslı bir uyuşmazlığın yaşanması değil Güneybatı Kürdistan’daki Türk işgalidir. Türkiye işgal ettiği topraklardan çıkmadığı sürece Suriye’de en geri barışın ya da çözümün sözünü etmek bile mümkün değildir.
Türkiye’nin Güneybatı Kürdistan’daki, Suriye, Irak, Somali, Libya ve diğer beş ülkedeki askeri varlığından yola çıkarak Türkiye’nin artık emperyalist bir güç olduğuna, emperyalistleşme yolunda ilerlediğine dair tezler popülerliğini arttırıyor. Bu görüşleri Türkiye burjuvazisinin sermaye ihracıyla açıklamaya çalışan akla ziyan girişimler de mevcut. Aslına bakılırsa bu konudaki görüşler felaketçi “yükselen faşizm” tespitlerinin tamamlayıcısıdır. Buna göre içeride iktidarını saldırganlaşarak konsolide eden Erdoğan dışarıda da tekelci Türk burjuvazisinin çıkarlarının bekçiliğini giderek saldırganlaşan bir şekilde yapmaktadır. Böylelikle içeride ve dışarıda herşeye kadir tek adam tablosu tamamlanmaktadır.
Emperyalist/emperyalistleşen Türkiye saptaması ancak Erdoğan’ın dalkavuklarının kurmaya cesaret edeceği bir iyimserlik senaryosu olabilir. Böyle bir analizin ne marksizmle bir ilgisi vardır ne de bu analiz Türkiye tarihine ve Türkiye’deki güncel gelişmelere dair bir bilgi kırıntısı taşımaktadır. Herşeyden önce Erdoğan’ın ne Türkiye tekelci burjuvazisiyle ne de Türkiye’nin askeri bürokrasisiyle uyumlu bir ilişkisi vardır. Erdoğan’ın palazlandırarak kendine dayanak kılmak istediği müteahitler, ihaleciler sürüsünün sermaye büyüklüğü TÜSİAD’la kıyaslanınca devede kulaktır. TÜSİAD’ın pozisyonu esas olarak ABD’nin pozisyonudur ve TÜSİAD neredeyse sınır ötesindeki tüm ihtilaflarda Erdoğan’la zıt pozisyondadır. Rejim krizi nedeniyle Türkiye’de bütünlüklü hareket eden, politika üreten bir ordu kalmamıştır ama Erdoğan Genelkurmay Başkanı’nı Savunma Bakanı yaptı diye de orduya hakim olamamıştır. Hatta kendi aralarındaki uyuşmazlıklar bir yana ordu içindeki belirleyici çoğunluğun “Yurtta Sulh Cihanda Sulh”la özetlenen geleneksel çizginin savunucusu olduğunu söylemek gerekir. Sermaye ihracının Türkiye’den yurtdışına çıkışına gelince, bu miktarın Türkiye ekonomisindeki ağırlığının son derece cüzi olması bir yana, söz konusu para transferlerinin emperyalist yönelimi besleyen yahut şart koşan bir sermaye ihracı olarak bile değerlendirilmemesi gerekir. Türkiye’den çıkan sermayenin Türkiye’nin askeri olarak aktif olduğu bölgelerle en ufak bir ilişkisi yoktur. Dışarı çıkan sermaye en fazla Hollanda’ya, sonra ABD’ye, sonra da Azerbaycan ile İsviçre’ye gitmektedir.
Meselenin ironik olan başka bir yönü de bugünün Türkiyesini birinci paylaşım savaşı öncesindeki Osmanlı İmparatorluğu ile karşılaştırılınca çıkar. Emperyalist bir savaşın aktif bir bileşeni olan Osmanlı İmparatorluğu genellikle diğer emperyalistler tarafından kandırılmış, yağmalanmış mağdur ve mazlum bir güç olarak görülür. Zaten böyle bir tablo çizmeden kemalistlerin mücadelesini “güdük de olsa” bir anti- emperyalist kurtuluş savaşı olarak aklamak mümkün olmaz. Hâlbuki iktisadi ve siyasi güç bakımından Osmanlı İmparatorluğu dönemin emperyalist devletlerine bugünün Türkiyesi’nin bugünün emperyalist ülkelerine olduğundan daha yakındı.
Erdoğan’ın bugünkü saldırganlığı uzun vadeli dış politik hesaplardan çok Cumhur İttifakı’nın içerideki sıkışmışlığından kaynaklanmaktadır. İçerideki sıkışmışlığının temel nedenlerinden biri de ABD’nin Erdoğan’dan çok uzun zaman önce vazgeçmiş olmasıdır. Hâl böyle olunca emperyalist bloklar arasındaki rekabette Erdoğan ABD’nin bulunduğu tarafa ya hiç girememekte ya da iğreti bir şekilde dâhil olmaktadır. Sürekli içeride sağ kalmaya bağlı hesaplarla hareket eden, son derece güvenilmez bir unsur olan Erdoğan’ın Rusya ile olan ilişkisi de bir ittifak ilişkisi değildir. Zira kendi iç sıkıntılarını aşmak için Suriye’nin toprak bütünlüğünü ihlal edince karşısında Suriye’nin hamisi Rusya’yı bulmaktadır. Rusya Türkiye’yi ABD etkisinden uzak tutmak için işgal ordusunun Suriye’deki varlığını sineye çekmektedir ama Türkiye ile İran ve Suriye ile kurduğu türden derin bir stratejik ortaklık kurmamaktadır. Bu nedenle Türkiye bu çapsızlığına rağmen emperyalist emellere sahip olsaydı bile yanında, geçelim stratejik bir ortaklığı, herhangi bir uluslararası sorunda uzun vadeli hareket edebilecek bir emperyalist devlet bulamazdı. Vaziyet böyleyken Türkiye’yi emperyalist bir güç olarak sunmak, ancak Mali, Somali ve benzeri Afrika devletlerine yaslanarak bağımsız bir emperyalist odak haline gelebileceği hayaline varmaktadır. Emperyalistlerin hepsiyle ihtilaf içinde kalıp, emperyalist bir güç olmaya ilerlenebileceği hayalinin marksizmle ilgisi yoktur.

“Emperyalistleşen Türkiye” Hangi Ülkelere Asker Gönderiyor?“Emperyalistleşen Türkiye” iddiaları göz önünde bulundurulduğunda sık sık dillendirilen argümanlardan biri de Türkiye’nin sınır dışına asker sevkiyatı. Asker sevkiyatının emperyalistleşme analizlerinin bir parçası olması Suriye’deki askeri yoğunluk ve hükümetin Libya’ya asker gönderme kararıyla daha çok gündeme gelmeye başladı.Oysa Türkiye’nin en çok asker konuşlandırdığı ülke özgün durumu sebebiyle KKTC’dir. KKTC’de 40 000 asker varken, emperyalistleşme teorisyenlerinin sık sık başvurduğuı Suriye’de bilinen 5000 asker vardır. Libya’da askerlerin sayısı ise bilinmemektedir. Erdoğan’a emperyalist diyerek paye biçenler “bilinmeyen” rakamların yüksek sayıda ve kontrolsüzce asker yığınağı yapılması anlamına geldiğini iddia ediyor. Oysa burada önemli olan Suriye ve Libya’ya asker göndermenin hangi politikaya hizmet ettiğidir. Bu ülkelerle Türkiye arasında ekonomik yahut siyasi bir sömürü, faydalanma ilişkisi yoktur. Bunlar uzun vadeli dış politik hesaplardan çok Cumhur İttifakı’nın içerideki sıkışmışlığından, Erdoğan’ın bu sıkışmışlık arasında kendine alan açma çabalarından kaynaklanmaktadır.Bunlar dışında Türkiye’nin Irak’ta 2500, Somali ve Afganistan’da 2000, Kosova’da 400, Katar’da 300, Bosna-Hersek’te 250, Azerbaycan ve Lübnan’da 100, Arnavuktluk’ta 24, Demokratik Kongo Cumhuriyetinde 17 askeri bulunmaktadır. Bu askeri varlığa dayanarak emperyalistleşen Türkiye tezini savunanların işinin kolay olmadığı açıktır.