Lenin’in formüle ettiği emperyalizm teorisine göre, bir imparatorluk kurma ve yönetme politikası olarak emperyalizmin tarihi kapitalist üretim ilişkilerinin hakimiyetinden çok önceye dayanır. Roma, Çin, Japon, Osmanlı imparatorlukları bu emperyalizmin farklı dönemlerde vücut bulmuş biçimleridir. “Emperyalizm çağı” ile gündeme gelen kapitalist emperyalizm ise bu türden genel geçer bir emperyalizm kalıbı içinde değerlendirilemez, öncekilerden niteliksel olarak farklı bir emperyalizmi, yani kapitalist üretim ilişkilerinin en yüksek ifadesi olan finans kapitalin kendi ihtiyaçları ve çıkarları doğrultusunda devletlerin yayılmacı politikalarını belirleyip, şekillendirmesini ifade eder. Başka bir deyişle emperyalizm çağında finans kapitalin farklı bölüklerinin ihtiyaçlarından bağımsız bir sömürgecilik, ilhak ve nüfuz alanı oluşturma girişimi düşünülemez.

Lenin’in emperyalizm teorisini Hilferding, Luxemburg ve Kautsky’den ayırt eden nokta ise dünyanın paylaşılması konusunda ortaya çıkar. Lenin genel olarak emperyalizmden, sermayenin yayılma eğiliminden yahut militarizmden söz etmek yerine, sermaye birikiminin bu sonuçlarını yadsımamakla birlikte, emperyalistlere ve emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasına odaklanır. Kapitalist gelişmenin eşitsiz temposu dünya üzerinde şu ya da bu gücün mutlak hakimiyet kurmasını engeller. Sermaye birikiminin merkezleri arasındaki güç dengeleri hep değişir, değişen güç dengeleri nedeniyle paylaşım kavgası bir türlü son bulmaz.

Finans kapitalin farklı bölüklerinin paylaşım kavgası ile savaş arasında da kopmaz bir bağ vardır. Kapitalistlerin ihtiyaçları doğrultusunda dünyanın paylaşılması ile başlayan emperyalizm çağı, söz konusu paylaşım tamamlanıp yeni yayılma veya paylaşım alanı kalmadığı için, dünyanın yeniden paylaşımı mücadelesine sahne olmaktadır. Dünya savaşları bu paylaşım kavgasının hem kaçınılmaz hem de en üst biçimi olsa da bu paylaşım kavgasının tek yürütülüş biçimi değildir. Dünya savaşının çıkmadığı koşullarda emperyalistlerin barış ve ortaklık içinde olduğu sonucuna varmak mümkün değildir. Savaşın emperyalist paylaşım kavgasının en şiddetli ve çarpıcı biçimi olması; bu paylaşım kavgasının çoğunlukla “barışçıl bir şekilde” yani diplomatik pazarlıklardan ticaret ambargolarına, seçim mücadelelerinden askeri darbelere yahut bölgesel savaşlara uzanan biçimler altında gerçekleştiği anlamına gelir.

O halde leninist bir emperyalizm kavrayışına göre artık dünya üzerinde meydana gelen herhangi bir savaş ya da iktidar değişikliğini bu paylaşım kavgasından bağımsız düşünmek mümkün değildir. Hatta bu savaşların ya da iktidar değişikliklerinin arkasındaki temel nedenler, ilgili ülkelerdeki iç dinamiklerden çok söz konusu emperyalist yeniden paylaşım kavgaları ile ilişkilidir. Bu tablonun değişebilmesi, işçi sınıfının, kendi bağımsız hesapları ve mücadelesi olan bir güç, bir özne olarak tarih sahnesine çıkmasıyla, yani sovyet cumhuriyetlerinden müteşekkil bir proletarya diktatörlüğünün kurulmasıyla mümkündür. Komünist bir dünya partisinin kurulması ise bu tarihi adımın ön koşuludur. Gelgelelim tablonun değişmesi tablonun ortadan kalkması anlamına da gelmez, emperyalistler arası paylaşım kavgası sovyet cumhuriyetleri varken de sürecektir. Paylaşım kavgasını sonlandıracak olan, proleter devriminin dünya çapında zaferidir.

Bolşeviklerin, bir paylaşım savaşı sırasında herhangi bir emperyalist koalisyona yedeklenmeyen tutumu Ekim Devrimi’ni mümkün kıldı. Bu devrim üzerinde özgür sovyet cumhuriyetlerinin birliği olarak yükselen Sovyetler Birliği de kurulduğu zaman herhangi bir emperyalist paylaşım kavgasında yer almama konusunda tutum belirlemiş olsa da, emperyalistler arası çelişkilerden faydalanıp durumunu güçlendirmek adına emperyalist devletlerle ticari ve askerî işbirliği anlaşmaları da imzalamıştı. Bir işçi örgütü olan sovyetler ile komünistlerin örgütü olan parti arasındaki fark nedeniyle muhtelif emperyalistlerle yapılan bu anlaşmalar Komünist Enternasyonal’i söz konusu devletlerin hüküm sürdüğü ülkelerdeki proleter devrim mücadelelerine önderlik etmekten alıkoymamıştı. Dolayısı ile Komünist Enternasyonal, Sovyet Rusya Almanya ile askerî iş birliği anlaşması imzalarken bu ülkedeki ayaklanma planlarından; ya da Sovyet Rusya Britanya ile ticari iş birliği anlaşması imzalarken Hindistan’daki ulusal kurtuluş mücadelesindeki rolünden vazgeçmemişti. SSCB’nin 1920’de Büyük Millet Meclisi hükümetini tanıyan ve elçi gönderen ilk devlet olması, Mustafa Suphilerin TKP’sinin “amele ve rençber şuraları kurma” hedefiyle Türkiye’ye geçmesiyle çelişmiyordu.

Ne var ki Lenin’in emperyalizm teorisi hiçbir zaman işçi hareketindeki hâkim görüş olmadı. İşçi hareketinin marksizm iddiasını taşımayan çoğunluğu “acil ihtiyaçlar” bahanesiyle şu ya da bu emperyaliste açıktan destek sundu. Marksist olma iddiasındaki akımların ana gövdesi de çerçevesini Lenin’in değil Kautsky’nin çizdiği bir emperyalizm kavrayışına sahipti. Söz konusu Kautskyci görüşe göre çıkarları silahlanma yarışı ve savaş ekonomisi ile iç içe geçmiş kapitalistler, tarımsal bölgelerin bağımsız bir şekilde sanayileşmesini engellemek için emperyalist politikaları destekliyordu. Gelgelelim emperyalist savaşların sermaye birikimi açısından yarattığı istikrarsızlıklar da ortadaydı. Bu nedenle “uzak görüşlü kapitalistler”, emperyalistler arası rekabetin yerini, onların tek bir iradeyi tanıyan birliğinin alması gerektiğini, başka bir deyişle savaş politikalarının yerini barışın alması gerektiğini savunuyordu. Kautsky’nin savaşın patlak vermesinden birkaç hafta önce kaleme aldığı makalesinde söz oyunuyla ürettiği “Bütün Ülkelerin Kapitalistleri Birleşin!” sloganı işçi hareketinin bu barışçıl kapitalistlere destek vermesi gerektiğini anlatıyordu. Savaşın olduğu, milliyetçiliğin etkisini arttırdığı koşullarda devrim zaten mümkün değildi. Emperyalizm konusunda farklı vurgular yapsalar da bu noktada Troçki, Hilferding ve Luxemburg da Kautsky ile anlaşıyordu. Lenin “barış için devrim” derken, onlar “devrim için barış” çizgisini savunuyorlardı.

Ekim Devrimi’ni muzaffer kılan; emperyalizmi birleşik bir cephe olarak görmeyi reddettiği kadar, devrimci soslarla sunulan barışseverliği de reddeden leninizmdi. Gelgelelim tasfiyesine paralel olarak Komünist Enternasyonal içinde de Kautskyci görüş galebe çaldı. Komintern içinde 1920’lerin sonlarından itibaren hâkim olan görüşe göre “emperyalizm” bir çöküş çağındaydı ve ömrünü uzatmak için sosyalizme karşı yekpare bir güç olarak birlikte hareket ediyordu. Emperyalistler; sosyalizmi savaş içinde boğmak, dünya işçi hareketinin kazanımlarını gasp etmek istiyordu. Bir bütün olarak emperyalistler, Sovyetler’e karşı Almanya’yı koçbaşı olarak kullanıyordu.

Kautsky, savaşın maliyetli olduğunu düşünen ileri görüşlü kapitalistlerin ultra-emperyalist bir blok oluşturacaklarını öngörürken, Komintern’in “yeni” Kautskyciliği, bu bloğun “sosyalizm korkusuyla” çoktan oluştuğunu savunuyordu. Her iki kesime göre de sosyalizmi ilerletmek için dünyada barışı tesis etmek şarttı.

İkinci Paylaşım Savaşı’nda emperyalist devletlerin kendi aralarında tutuştuğu kavga ve bu kavgada SSCB’yi kendi yanlarına çekme çabası Kautskyci görüşün yanlışlığını gözler önüne serdi. Emperyalist paylaşım savaşı, emperyalistlerin SSCB’ye karşı savaşı olarak değil, İngiltere ve Fransa’nın Almanya’ya karşı savaşı olarak başladı. Savaşın patlak vermesi Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin ve Komünist Enternasyonal’in tutumunu değiştirmedi. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin ve Komintern’in yayın organları patlak veren savaşı daha ilk günden itibaren emperyalistler arası bir savaş olarak değil bir “emperyalist savaş” olarak tanımladılar. Zamanında Plehanovların, Scheidmanların, Noskelerin kullandığı dil ve açıklama kullanılarak savaşın sorumlusunun İngiliz ve Fransız emperyalizmleri olduğu tespit ediliyor, Almanya’nın emperyalist bir güç olduğu hasıraltı ediliyordu. Hatta savaşın ilk sekiz ayı boyunca, henüz sıcak bir çatışmanın yaşanmadığı dönemde, Komintern İngiltere ve Fransa’yı Almanya’nın barış çağrısına uymaya davet ediyordu. Komünist Enternasyonal’in merkezi yayın organı 1940 Ocak’ında savaşın emperyalistler arası karakterini hasıraltı edip, İngiltere’yi savaş, Almanya’yı da barış yanlısı bir güç olarak göstererek bir emperyaliste karşı başka bir emperyaliste yedeklenmenin teorik zeminini döşüyordu:

“…Almanya, dış politikasında belirleyici bir değişim yaparak, sadece sosyalizm ülkesine karşı planlarından vazgeçmekle kalmayıp, bunun ötesine geçerek Sovyetler Birliği ile barışçıl, dostça ilişkiler içerisine girince durum değişti. Bu andan başlayarak, Avrupa’da savaşı zincirlerinden boşandıran İngitere’ydi. Bugün bütün barış önerilerini geri çeviren, isteklerini silah zoruyla gerçekleştirmeye ve bütün ulusları savaşın içine çekmeye kararlı olduğunu gösteren İngiltere’dir.”

1940 yılındaki 1 Mayıs bildirisinde Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi dünya işçilerine şu sözlerle sesleniyordu:

“İskandinav ülkelerinin tarafsızlığının İngiltere ve Fransa tarafından kaba biçimde zedelenmesine cevap olarak, Almanya birliklerini Danimarka’ya yürüttü ve Norveç’te stratejik yönden önem taşıyan yerleri işgal etti… …İngiliz ve Fransız savaş kundakçıları … Sovyetler Birliği Almanya ile -haklarına dokunmayan öteki devletlerle de yaşamak istediği gibi- barış içinde yaşıyor diye kıyameti koparıyorlar.”

Dünya komünist partisi olduğunu iddia eden bir partinin 1 Mayıs bildirgesinde Alman emperyalizminden söz edilmemesi elbette şaşırtıcı değildi. Kautsky de savaş boyunca İngiltere, Fransa ve Rusya’nın ilhak girişimlerini kınamış, sadece Almanya’nınkiler hakkında sessiz kalmıştı.

Haziran 1941’de Almanya’nın SSCB’ye saldırması, Komünist Enternasyonal’in Kautskyci analizlerini değiştirmiyordu. Savaş hala bir emperyalist koalisyonun diğer tarafında halkların ve barış yanlısı devletlerin bulunduğu bir bloğa saldırısı olarak tanımlanıyordu. Değişen tek şey emperyalistin kim olduğuydu. Komintern’in tasfiyesini ilan ettiği metinde roller değişmişti. Dünün barış yanlısı Almanya’sı “Hitler faşizmi” olarak adlandırılırken, dünün “savaş kundakçısı” ABD, İngiltere ve Fransa’nın yürüttüğü savaş “özgürlüksever ülkelerin Hitler tiranlığına karşı kurtuluş savaşları” olarak tanımlanıyordu.

Böylelikle Komintern, İkinci Paylaşım Savaşı öncesinde dünyada barışı savunma gerekçesiyle, savaş esnasında ve sonrasında da bu kez kendisiyle birlikte ‘barış’ı savunan, aralarında emperyalistlerin de olduğu devletleri zayıflatmamak adına ilk dört kongresinde önüne koyduğu proleter devrimlere önderlik etme politikasından giderek uzaklaşmış, dünya devrimleri düşüncesi zaman içinde dünyada barış mücadelesi düşüncesi ile ikame edilmiştir. Bu değişim sadece işçi hareketinin farklı emperyalist blokların peşinde sürüklenmesine yol açmamış, aynı zamanda Komünist Enternasyonal’in tasfiyesinin ve SSCB’nin çöküşünde kritik rol oynamıştır.

Kautskycilik Ekim Devrimi ile ortaya çıkmadığı için SSCB’nin ortadan kalkmasından sonra da varlığını sürdürdü ve emperyalistler arasındaki yeniden paylaşım kavgası keskinleştikçe reformistler arasında taraftar bulmaya devam etti. Kautsky’nin ve Komintern’i tasfiye edenlerin yolundan gidenler, emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasında birbirlerinin hangi politikasını tehlikeli olarak gördüklerine ya da görmek istediklerine bağlı olarak farklı kuyruklara takılmışlardır. Afganistan’daki savaşta bir grup reformist, emperyalist ABD’nin işgaline karşı dururken diğer grup reformistler ise kadın haklarını söz konusu ederek ABD’den taraf olacak; Ukrayna’daki savaşta ise bir grup Rus işgaline karşı Ukrayna burjuva devletinin bağımsızlığını savunurken, diğer grup NATO yayılmacılığından dem vuracaktır. Afrika’da sıklığı artmakta olan darbeler için de benzer bir durum söz konusudur.

Lenin’in emperyalizm teorisinin yanlış olduğunu söyleyen olmasa da, sürmekte olan darbe ve işgallerin bu teoriyle, yani farklı emperyalistlerin birbiriyle rekabetiyle açıklanamayacağını savlayanların temel gerekçesi ABD’nin askerî ve ekonomik anlamda daha güçlü olması, bu bakımdan onunla yeniden paylaşım kavgası içindeki diğer emperyalistlerin emperyalist sayılamayacağıdır. Alman finans kapitalinin önce silahlanmasını, Rusya’nın “sermaye ihracına başlaması”nı yahut Çin’in askeri güç bakımından ABD’ye yetişmesini bekleyenlerin temel yanılgısı, emperyalizm çağının genel özelliklerini emperyalist bir ülke olmanın gerek şartları olarak kavramalarıdır. Emperyalist yeniden paylaşım mücadelelerine Kautsky’nin ileri sürdüğü çerçeveden bakmaya kendilerini ikna eden çevreler, bu sayede Ortadoğu’da ya da Afrika’daki bir sorunu aslında tek bir emperyaliste karşı verilen mücadele sorunu olarak algılamakta, böylece diğer taraftaki burjuva devlet aygıtlarını ezilen ulus olarak niteleyebilmektedir.

Elbette emperyalizm çağındaki bütün savaşlar emperyalistler arasındaki paylaşım savaşlarıdır denemez, zira emperyalizm çağı aynı zamanda proleter devrimler ve ulusal kurtuluş mücadeleleri çağıdır. Sadece proleter devrimlerin doğurduğu savaşlar değil, ezilen ulusların kurtuluş savaşları da haklı savaş kategorisinde değerlendirilmelidir. Bununla birlikte küçük devletlerin büyük devletlere karşı savaşları, ulusal kurtuluş mücadelesi olarak tanımlanamaz. Komünist Enternasyonal’in ikinci kongresindeki tezler ulusal kurtuluş mücadelelerinin devletler tarafından değil ulusal devrimci akımlar tarafından verilebileceğini net bir biçimde tarif eder. Küçük devletlerin mücadelesinin ulusal kurtuluş mücadelesi olarak kutsanması, Komünist Enternasyonal’in dördüncü kongresi sonrası tasfiyesine giden yolun ilk adımları arasındadır.

Kautskyci kolektif emperyalizm kavramını benimseyenler, ABD dışındaki ülkeleri emperyalist olarak tanımlamadıkları için küçük ülkelerin burjuva devletlerini de ezilen ulusun temsilcisi olarak nitelemektedir. Bu görüşe göre söz gelimi Zimbabve, Tunus ya da Gabon devleti, ezilen bir ulusu temsil etmekte oldukları ve Rusya ya da Fransa emperyalist sayılamayacağı için haklı bir savaş vermekte, buralarda ABD ile Rusya/Fransa arasında emperyalist bir paylaşım kavgası olduğu gerçeği göz ardı edilmektedir. Söz konusu yanlış mantık ile rabia işareti yapan Erdoğan’ı Amerikan emperyalizmine karşı bağımsız mücadele veren bir ulusal önder ya da Kaddafi veya Chavez’i kendi ayakları üzerinde duran, emperyalist güçlerle ilişkisiz ulusal halk kahramanları olarak nitelemek işten bile değildir. Bu tespitleri yapıp bugün ‘ultra emperyalist’ ABD’ye Kautskyci merkezî emperyalist güç payesi verenlerin çoğunun burjuva liberal akademisyenlerden kopyaladıkları repertuvarla ağız birliği etmişçesine Amerikan hegemonyasının krizinden söz etmeleri de ironik bir durumdur. Bunların varacakları yer Komintern’in altıncı kongresindeki “çöküşe sürüklenen kapitalizm” tezlerinden ötesi olmayacaktır.

Hele bir de emperyalist olmanın koşulları ABD’ye hem askeri hem de iktisadi bakımdan denklik olarak konulunca, dünyada ABD dışında emperyalist kalmamaktadır. Tam da bu nedenle söz konusu kesimler Afganistan’dan Irak’a, Suriye’den Ukrayna’ya, son yirmi senedir yaşanan hiçbir savaşı ya da uluslararası krizi emperyalistler arası rekabeti temel alarak açıklayamıyorlar. Benzer şekilde Mısır’dan Sri Lanka’ya, Afrika ülkelerinden Türkiye’ye, yaşanan ulusal siyasi krizlerin hiçbirini emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasıyla ilişkilendirmiyorlar. Lenin’in, merkezine paylaşım savaşlarının kaçınılmazlığı düşüncesini oturttuğu emperyalizm teorisine sözde sahip çıkan bu kesimler aslında hiçbir siyasi gelişmeyi bu teorinin varsayım ve sonuçlarıyla açıklamıyorlar. Tam tersine yani iki ya da daha çok emperyalistin birbiriyle olan savaşı anlamına gelen “emperyalistler arası paylaşım savaşları”na dayanan leninist analizi, görünürde aynı anlama gelen ama aslında bir ya da daha fazla emperyalistin ittifak içinde emperyalist olmayan güçlere açtığı savaşlara işaret eden Kautskyci “emperyalist savaş” analiziyle değiştirip tek bir emperyalist odağa karşı halkların savaşı teranesini geçerli sayıyorlar.

Emperyalistler arası savaştan emperyalist savaşa giden yol, tarihsel kökleri olan bir geri dönüşün öyküsüdür. Söz konusu geri dönüş, tüm revizyonizmler gibi, programatik düzeyde Lassalecı/devletçi sosyalizmin; analiz düzleminde soyut şemalarla bezeli körlüğün, siyasi düzlemde ise reformizmin geri dönüşüdür.