Orak Çekiçten Üç Renkli Bayrağa
Bundan otuz yıl iki ay önce 8 Aralık 1991’de Rusya Sovyet Federe Sosyalist Cumhuriyeti Başkanı Boris Yeltsin, Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Başkanı Leonid Kravçuk, Belarus Yüksek Sovyet Başkanı Stanislav Şuşkeviç Minsk’te gizlice bir araya gelerek Sovyetler Birliği’ni dağıtacak anlaşmayı imzaladılar. Anlaşmanın hemen ardından, birbirlerinin bağımsızlıklarını tanıdıklarını, Sovyetler Birliği’nden ayrılarak Bağımsız Devletler Topluluğu’nu kurduklarını ilan ettiler. Bu hamlenin peşi sıra diğer sovyet sosyalist cumhuriyetleri de peş peşe Bağımsız Devletler Topluluğu’na katıldıklarını duyurdular. 16 Aralık’ta Kazakistan’ın da aynı tutumu benimsemesinin ardından altı tümüyle boşalan Sovyetler Birliği’nin devlet başkanı Mihail Gorbaçov, 25 Aralık’ta istifa ederek tüm yetkilerini görevden çekilmesi için bastıran Yeltsin’e devretti. Aynı akşam SSCB’nin orak çekiçli kızıl bayrağı gönderden indirilip yerine, aynı zamanda Çarlık Rusyası’nın ilk bayrağı olan, Rusya Federasyonu’nun üç renkli bayrağı çekilince Sovyetler Birliği biçimsel olarak da tarihe karıştı.
Bir proletarya diktatörlüğü olarak Sovyetler Birliği Gorbaçov’un istifasından çok daha önce tasfiye olmuştu. “Yetmiş yıllık sosyalizm”, “işçi devletinin kazanımları” yaveleri kimseyi yanıltmasın. Zamanında çürümüş SSCB sonrasında takipçisi Rusya karşısında devrimci bir tavır almaktan kaçanların, kendi reformist pratiklerini aklamak için ürettikleri mazeret teorilerinin aksine Ekim Devrimi’ni işçi sınıfı açısından bir kazanım kılan ve onu diğer devrimlerden ayırt eden yön işçi sınıfının uluslararası birliğini ve iktidarını mümkün kılan sovyet cumhuriyetlerini egemen kılmış olmasıydı. Sovyetler Birliği ise Komünist Enternasyonal’in tasfiye sürecine paralel olarak işçi sınıfının uluslararası iktidar organı olma niteliğini zaten onlarca yıl önce yitirmişti. Kendine millî marş yazacak kadar ulusal bir karakter kazanmış, karşı devrimci bir devlete dönüşmüştü.
İçi çoktan çürümüş Sovyetler Birliği’nin bir moloz yığınına dönüşerek tarih sahnesinden çekilmesi, onun karşı-devrimci karakterine işaret eden maocu, hocacı akımların yahut ona “yozlaşmış işçi devleti” bahanesiyle eleştirel destek veren troçkist akımların önünü açmadı. Zira bu akımların tümü ideolojik, programatik bakımdan dar kafalıydı, yanlış bir enternasyonalizm ve devrimci örgüt kavrayışına sahiplerdi, siyasi cesaretleri yoktu. Bu yüzden de SSCB’yi ve onun karşı devrimci politikalarını alt edecek bir mücadele çizgisini hayata geçirip denetleyecek devrimci komünist bir enternasyonalin yaratılmasının sorumluluğunu üstlenmediler. Böylelikle Sovyetler Birliği’nin tasfiyesi tüm sosyalist akımların üzerine çöken karanlık bir yenilgi oldu. Sadece ona açıktan sahip çıkanlar, zamanında “Komünizmin Sovyetler’de hızla inşa edildiğinin” propagandasını yapanlar, Gorbaçov’un glasnost ve prestroyka “açılımlarında” leninizm keşfedenler değil, kendini Ekim Devrimi ve SSCB ile ilişkilendirsin ilişkilendirmesin tüm sol akımlar, bu yenilgiden nasibini aldı.
Yayılan ve Şiddetlenen Devrimci Durum Işığında Ukrayna’nın İşgali
Kremlin Meydanı’ndaki kızıl bayrağın yerini Rus Federasyonu’nun bayrağı alırken dünyaya barış ve istikrarın hakim olacağını pompalayanların sesi gür çıkıyordu. Bu kesimler Avrupa Birliği’nin kıtadaki ulusal sınırları ve savaş ihtimalini ortadan kaldıracağı hayalini de yayıyorlardı.
Otuz yıl ve birkaç ay sonra SSCB’yi elbirliğiyle tasfiye eden iki odak, Rusya Federasyonu ve Ukrayna, dünya üzerinde barış ve kardeşliğin timsali olacağı söylenen Avrupa’da patlak vermiş bir savaşta bu sefer iki düşman taraf olarak yer alıyorlar.
Rus tanklarının önce “Barış Gücü” olarak Lugansk ve Donetsk’e girmesi, sonra da “Ukrayna’yı Nazilerden arındırma” kılıfıyla Ukrayna’yı dört bir koldan işgal etmesi kuşkusuz bulutsuz bir gökte aniden çakan bir şimşek değildir. Ukrayna ve Rusya Federasyonu arasındaki gerilim SSCB’nin tasfiyesinden beri büyümektedir. Zaten bu gerilim Rusya ile Ukrayna arasındaki bir gerilim değil, Rusya ile Ukrayna’nın arkasında duran ABD arasındaki paylaşım kavgasının ürünündür. Ukrayna 2014’ten beri hak iddia ettiği topraklarda denetim sahibi değildir, sadece Kırım’ın Rusya tarafından ilhak edilmesi kendi başına jeopolitik bir kriz öğesiydi. Bugün yeni olan söz konusu gerilimin açık bir savaşa dönüşmüş olması, ve Ukrayna’ya askeri birlik yollamıyor olsa da, gerilimin çok daha dolaysız bir biçimde ABD ve Rus Emperyalizmleri arasında yaşanıyor olmasıdır. Bu yeni durum Avrupa’yı ikinci paylaşım savaşı sonrasının en büyük siyasi krizinin ve savaşın içine sokmuştur.
Ukrayna’daki savaş devrimci durumun dünya üzerinde yayılmasının ve şiddetlenmesinin en son ve çarpıcı örneğidir.
Emperyalistler Arası Bir Savaş Olarak Ukrayna Savaşı
Son bir senede şiddetlenen “Ukrayna Krizi” en çok “Trump faşizmi”nin seçimde devrilmesini selamlayanları hayal kırıklığına uğratmış olmalı. KöZ sayfalarında önceden ifade etttiğimiz gibi Obama-Trump politikaları arasındaki sürekliliği göremeyip, “küresel savaş makinası ABD” ezberini tekrarlayanlar “Ukrayna Krizi”nin neden Trump döneminde değil de Biden döneminde alevlendiğini açıklayamayacaklardır. Dünya barışı için en büyük tehdit Trump değil miydi? Trump habire muhtelif ülkeleri askerî ya da ekonomik olarak yok etme tehdidinde bulunmuyor muydu? Trump’ın aksine Biden uluslararası kurumlara saygı göstereceğini, dünyada barışı yeniden tahsis edeceğini vaad etmiyor muydu? Aynı kesimler, ezberleri nedeniyle, Trump NATO’nun gereksizleştiğini ileri sürerken, Biden’ın neden NATO’yu genişletme hevesine kapıldığını da açıklayamıyorlar zaten.
Rusya Ukrayna’ya ABD’nin Afganistan’dan çekilmesinin üzerinden çok değil altı ay geçmişken saldırdı. Afganistan fiyaskosu 1991’deki Birinci Körfez Savaşı’ndan beri ABD’nin Ortadoğu’da izlediği politikaların iflası anlamına geliyordu. ABD’nin Afganistan’da ve Irak’ta izlediği politika hükümetin omuzlarına trilyon dolarlarla ifade edilen bir mali yük bindirdi, Irak’ta İran yanlısı bir rejim oluştu ve her iki ülke sadece Rusya ile değil Alman ve Fransız emperyalizmleriyle de bağını güçlendirdi. Afganistan’da ise ABD sahayı Çin’e terk etmek zorunda kaldı.
Bugünkü Ukrayna fiyaskosu ABD açısından Irak ve Afganistan’dakine kıyasla çok daha utanç vericidir, onun gerileyişine dair çarpıcı bir örnek sunmaktadır. Bunun için Dışişleri Bakanı Powell’ın İkinci Körfez Savaşı’ndan hemen önce BM’de yaptığı konuşmayla Blinken’in BM Güvenlik Konseyi’ndeki konuşmasını kıyaslamak yeterlidir. Powell Irak’taki “kitle imha silahlarına” dair yalan dolu konuşmasıyla Irak’ın işgali için Almanya ve Fransa’nın desteğini alamasa da İngiltere’den Güney Kore’ye bir dizi devleti işgal kuvvetine katılmaya ve işgali finanse etmeye ikna edebilmişti. Irak ambargosunun delinmesiyse gündeme bile gelmemişti. Ambargo 1990’dan Saddam Hüseyin’in devrildiği 2003’e kadar on üç yıl yürürlükte kalmıştı. Bugün ise Ukrayna’nın, dolayısıyla ABD’nin gündeminde savunma vardır. Üstelik “yalancı” Powell’ın aksine Blinken’in Rusya’nın işgal hazırlıklarına dair “doğru” bilgiler verdiği Rus işgal hareketiyle birlikte anlaşılmıştır. Tüm bunlara karşın ABD “müttefiklerinden” ciddiye alınır bir savunma desteği alamadığı gibi, kendisi yahut acar ortağı İngiltere Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü en azından şimdilik kendi askerleriyle savunmaya yeltenmemişlerdir. Dozu parça parça arttırılıyor olsa da Irak’takine benzer bir ambargo da henüz uygulanmış değil, dahası Almanya’nın enerji anlaşmalarını dondurması “Yeşiller Partisi”nin türlü manevralarıyla güç bela ve ancak işgalden sonra gerçekleşti.
Soldaki hakim eğilim Sovyetler Birliği sonrasındaki dönemi, Kautskyci ezberlerine uygun bir şekilde, “sosyalizmin çözülmesinden” sonra oluşan “tek kutuplu dünyada” meydanı boş bulan ABD emperyalizminin dünyada imparatorluk kurma girişimi olarak yorumlanmaktır. ABD’nin Ukrayna krizinde içine düştüğü durum ABD’nin geçelim bir imparatorluk kurmayı, halihazırdaki dayanaklarını korumayı dahi başaramayacağını gösteriyor.
Buna karşılık madalyonun öbür yüzü de önemlidir. ABD’nin gerilemesi, emperyalistler arasındaki güç dengesinin belirsizleşmesi, onun karşısındaki güçlerin de giderek eski savunmacı pozisyonlarından çıkmasına yol açmaktadır. Rusya 2014’te Kırım’ı ilhak eder, Donbass’la Ukrayna’nın denetiminden çıkan bölgeler yaratırken esas olarak Ukrayna’da hükümet değişikliğine yol açan renkli devrime yanıt veriyordu. Başka bir deyişle tepkisel bir pozisyonu vardı. Bugünse statükoyu korumak isteyen ABD, 2014’teki fiilen oluşan dengeleri değiştirmek için aktif rolü üstlenen, hatta Sovyetler Birliği’nin tüm toprakları üzerinde hak iddia eden Putin’dir.
Nihayetinde Ukrayna’da sesi en fazla çıkan iki emperyalist ABD ile Rusya olsa da, diğer emperyalistler de paylaşım kavgasına bağımsız hesaplarla girmiştir. Almanya ve Fransa Rusya ile köprüleri tümüyle atmamıştır. Emperyalistleşme yolunda ilerleyen Çin ise Rusya’ya topyekün bir destek vermemiştir.
Amerikan emperyalizminin gerileyişinin en kör gözler tarafından görülüyor olması, Batı’dan esen liberal rüzgarların etkisiyle, “Amerikan Hegemonyasının Gerileyişi/Sonu” türü değerlendirmelere solda giderek daha fazla itibar kazandırıyor. Bu yaklaşımı benimseyenler dünya çapında emperyalistler arası paylaşım savaşının keskinleştiğini vurgulamaktan ısrarla kaçınıyorlar. “Amerikan Hegemonyası” diye adlandırdıkları durumun ABD’nin ikinci paylaşım savaşından galip çıkması sonucunda kurulduğu gerçeğini perdeledikleri gibi, Çin’in barışçıl bir şekilde dünya lideri olabileceği yahut ABD’nin barutunun bitmesi sonucunda diğer emperyalistler arasında barışçıl bir dengenin kurulacağı hayalini yaymaktadırlar. Dünya çapında yeni bir savaş gündemlerinde bile değildir.
Halbuki bugün asıl yapılması gereken saptama tam aksi istikamette olmalıdır. Kimse Amerikan emperyalizminin barutu bittiği ya da fazla borçlandığı için emperyalist politikalardan vazgeçip kendi kabuğuna kapanmasını beklememelidir. Bir paylaşım savaşı olmaksızın Çin’in ABD’nin sallanan koltuğuna oturması bir ham hayal olduğu gibi Çin’in emperyalist bir ülke niteliğine kavuşması için bile en azından dünyanın kimi bölgelerinde tıpkı Rusya gibi kendini askerî olarak dayatması gereklidir. “Amerikan Hegemonyası’nın Gerilemesi” gevelemesiyle perdelenmek istenen kapitalist gelişmenin eşitsiz temposu nedeniyle ABD ve diğer emperyalistler arasındaki güç farklarının azalması, belirsizleşmesi, bunun sonucunda yeni bir emperyalist paylaşım savaşının gündeme gelmesidir. Ukrayna Krizi, Amerika bugün geri adımlar atıyor olsa da, bu paylaşım savaşının adım adım yaklaştığına dair son habercidir.
Ukrayna, Rojava Ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı
Ukrayna Krizi’nden ulusların kendi kaderini tayin hakkına ve ulusal kurtuluş mücadelelerine dair de dersler çıkarmak gerekir. Ukrayna’da yaşananlar, ulusal devrimci bir önderliğin olmadığı koşullar altında ulusların kendi kaderini tayin hakkının muhtelif emperyalistlerin yahut burjuva diktatörlüklerinin ilhakçı pratiklerinin bir kılıfı olarak kullanılacağını bir kez daha göstermiştir. 1990’larda Abhazya ve Güney Osetya’da, 2014’te Kırım’da yaşananların benzeri bu sefer de Rusya’nın nüfuz alanının bir parçası haline gelmiş Donetsk ve Lugansk’ta yaşanmaktadır.
Ulusal soruna yaklaşımları gereği komünistler hangi toplulukların bir ulus olmayı, dolayısıyla hangilerinin kendi kaderlerini tayin etmeyi hak ettiğini kimi nesnel ölçütlerden oluşturulmuş bir cetvelle tayin etmezler. Dolayısıyla Donetsk ya da Lugansk’ta bir ulusal topluluğun bulunup bulunmadığını tartışmak akla ziyandır. Bununla birlikte ulusların kendi kaderlerini bağımsız bir devlet kurmadan, özerklikle, federasyonla,”ayrılmama hakkını kullanarak” yahut başka bir devlete katılma kararıyla tayin edilebileceklerini savunmak aynı derecede yanlıştır.
Emperyalistlerin ve burjuva diktatörlüklerinin kendi kaderini tayin hakkı sorununa yaklaşımı elbette iki yüzlüdür. Suriye’nin toprak bütünlüğünü tartıştırmayan, Kürtlerin ayrılma hakkını tanımayan Rusya, Donbass’ta kendi kaderini tayin hakkını savunmaktadır. Zamanında Yugoslavya’nın parçalanmasında sorun görmeyen ABD, bugün Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü desteklemektedir. Benzer bir durum Türkiye için de geçerlidir. Kuzey Kıbrıs halkının kendi kaderini tayin hakkını savunma bahanesiyle Kıbrıs’ta “Barış Harekat”larıyla kendi güdümünde ayrı bir devlet yaratıp, Kıbrıs’ın kuzeyini büyük bir askeri üsse çeviren Türkiye bugün “Ukrayna’nın parçalanmasına“ karşı çıkmaktadır. Bu durum ulusların kendi kaderini tayin hakkı prensibinin “günümüzde geçerli olmadığı” bahanesiyle reddilmesi gerektiğini değil, ulusal kurtuluş mücadelelerinin ancak ulusal devrimci akımlar tarafından, en tutarlı biçimdeyse komünistlerin önderliği altında başarıya ulaştırılabileceğini gösterir.
Emperyalistlerin ve gerici bölge devletlerinin iki yüzlü tutumuna karşın YPG’nin Rojava’da Kürdistan bayrağını sancağa çekmesi, kendisini Kürdistan’ın güney batısı olarak tanımlaması hiçbir devletin desteğine mazhar olmamıştır. Bu da şaşırtıcı değildir, Kürdistan’daki devrimci dinamiğe ve emperyalistlerin bu dinamik karşısında duyduğu ürküntüye işaret etmektedir. Platformumuz tam da bu nedenle ulusal kurtuluş mücadelelerinin anti-emperyalist bir nitelik taşıdığını ifade etmekle kalmamış aynı saptamanın tersini daha da vurguyla öne çıkartmıştır: Anti-emperyalist olmanın yolu, bölücü olmaktan ve devrimci ulusal kurtuluş mücadelelerini desteklemekten geçer. Rojava’da atılan devrimci adıma verilen emperyalist tepki bunun kanıtıdır.
Bununla birlikte Rojava’da ulusal devrimci bir akım bulunmadığı için başlangıçta kendini Kürdistan’ın güney batısı olarak tanımlayan bölge yönetimi hiçbir dirençle karşılaşmadan değişen uluslararası dengelere ayak uydurarak kendisini Suriye’nin kuzey doğusu olarak tanımlamış, Suriye’de kültürel haklar elde edebilmek için anayasa müzakereleri masasına oturmanın yolunu aramaya başlamıştır.
Emperyalizm çağında komünistlerden bağımsız ulusal devrimci kurtuluş mücadelelerinin ortaya çıkması elbette teorik olarak mümkün, soyut olarak ihtimal dahilindedir. Komünistler bu hareketleri Komünist Enternasyonal’in ikinci kongresindeki kıstaslara başvurarak değerlendirirler. Komünistler halkı silahlandıran, başka halklar üzerinde ulusal baskı kurmayan ve komünistlere propaganda ve örgütlenme yasağı koymayan akımları ulusal devrimci akımlar olarak tanımlayıp onlarla ittifak kurmanın yolunu ararlar. Bugün de Kürdistan’da, Çeçenistan’da yahut Donbass’ta böyle akımlar çıktığı takdirde İkinci Kongre’de çizilen yoldan ilerlenmelidir.
Bununla birlikte İkinci Kongre’de ulusal soruna dair alınan kararlar sadece hangi akımların ulusal devrimci olduğuna ve onlara ne türden bir destek verileceğine dair değildir. Komintern’in İkinci Kongresi ulusal kurtuluş mücadelesine tutarlı bir biçimde ancak komünistlerin önderlik edebileceğini şart koşmaktadır. Sadece doğrudan Rus emperyalizminin güdümündeki Donbass’taki hareketlerin değil, onlarla uzaktan yakından ilişkisi olmayan Rojava’daki hareketin akıbeti de komünist bir önderliğin bulunmadığı koşullarda ezilen ulusun ilhakçı devletlerin boyunduruğunu parçalayamayacağını göstermektedir.
Emperyalist Savaş Ve Barış
Türkiye’de sol akımların önemli bir kesiminin sadece NATO provokasyonlarından ve saldırganlığından bahsetmesi, Rus saldırganlığı ve ilhakı karşısında ağzını açmaması ibret alınması gereken bir durumdur. İkinci Körfez Savaşı’nda Amerikan emperyalizmini “baş düşman” olarak gören sol hareketler Fransız ve Alman emperyalizmlerinin kuyruğuna takılıyordu. Anti-emperyalizmi ABD karşıtlığına indirgeyen anlayış bu sefer de sol akımları Rus emperyalizminin hınk deyicisi konumuna mıhlamaktadır.
Rusya’nın uğradığı “tarihsel haksızlıkları” ve kendi güvenlik kaygılarını bahane ederek başlattığı işgali sessiz kalarak dolaylı olarak desteklemek, Bugün Kürdistan’ın muhtelif parçalarındaki askeri varlığını benzer kaygılarla gerekçelendiren ezen ulus devleti karşısında silahsız kalmak anlamına gelecektir. Bunun yanı sıra aynı devletin Kürdistan’daki işgalci ve ilhakçı pratiği karşısında sessiz kalanların Ukrayna’da Rusya’nın benzer hamlelerini görmezden gelerek sadece Amerikan provokasyonlarından, NATO’nun emperyalist bir savaş aygıtı olmasından söz etmeleri sürpriz değildir.
Yine de solda Rusya’ya zamanında Saddam Hüseyin’e yahut geçtiğimiz yıl Afgan mücahitlerine verilen türden açık bir desteğin de verilmediğini tespit etmek gerekir. Bu durum Rusya’nın Ukrayna’ya ilişkin sürecin başından beri takındığı kör kör gözüm parmağına tutumundan olduğu kadar Amerika’nın “baş emperyalist ABD” teziyle bağdaşmayacak şekilde tel tel dökülmesinden de kaynaklanmaktadır. Günümüzde nispeten revaçta olan tez Ukrayna’nın ABD emperyalizminin ve Rusya’nın “yayılmacı politikalarının” kurbanı olduğu yönündedir. “Ukrayna’dan Elinizi Çekin!” talebini yükseltmenin pek enternasyonalist ve bağımsız bir tutum olduğu sanılmaktadır.
Halbuki Ukrayna ulusal baskı uygulayan bir burjuva diktatörlüğüdür, her burjuva diktatörlüğü gibi emekçi düşmanı ve karşı devrimci bir karakter taşımaktadır. Savaş karşısındaki devrimci tutum Ukrayna’yı emperyalist saldırılar karşısında savunmak yahut barış çağrılarında bulunarak Ukrayna’da emperyalist statükonun yeniden tahkim edilmesi talebinde bulunmak değildir. Leninist tutum devrimci dinamiklerden faydalanıp savaşı iç savaşa çevirmek, savaş ikliminden faydalanarak hükümeti devirmeyi hedefleyen bir çizginin takipçisi olmak olmalıdır.
Emperyalist bir paylaşım savaşı sırasında dünya halklarına barış çağrısında bulunmak Kautsky’den Martov’a, Rosa Luxemburg’dan Troçki’ye İkinci Enternasyonal çizgisinin merkezci ve sol temsilcilerinin ortak yaklaşımıydı. Bu yaklaşım Ekim Devrimi’nden sonra ortadan kalkmadı. Bilakis Komünist Enternasyonali iğdiş ettikten sonra kapısına kilit vuranlar aynı çizgiyi İkinci Paylaşım Savaşı öncesinde ve sırasında takip etti. 1 Eylül 1939’dan Barbarossa Harekatı’nın başladığı 22 Haziran 1941’e kadar Komintern mensubu partilerden hiçbiri savaşı iç savaşa çevirme çağrısında bulunmadı. Bu dönem boyunca izlenen çizgi hep “emperyalist saldırganlığa geçit vermemek” yönündeydi yani sosyal-pasifist bir çizgiydi.
Komintern Alman işgalinden sonra da savaşı içsavaşa çevirme çizgisini benimsemedi. Bu sefer de Sovyetler Birliği dışındaki komünist partilerin önüne “özgürlüksever güçler” olarak adlandırdığı Amerikan ve İngiliz emperyalizmlerinin hassasiyetlerini gözeten bir anti-faşist mücadele yürütme görevini koydu. Bu anlayışın benimseyenler elbette komünist bir dünya partisine ihtiyaç duymayacaklardı. Komünist bir dünya partisi mevcut olmadığı için ikinci paylaşım savaşı öncesinde ve sırasında tüm komünist partiler de sınıf işbirlikçisi bir hatta çakılıp kaldılar.
“Emperyalist savaşa hayır! Ukrayna’dan elinizi çekin!” diyen sosyal pasifist çizginin alternatifi Amerikan ve Rus Emperyalizmini yıkma, NATO’yu dağıtma çağrısında bulunmak, yahut Ukrayna’da savaşı iç savaşa çevirmek çağrısında bulunmak değildir. Bunlar elbette devrimcilerin görevidir fakat lafazanlığın revaçta olduğu günümüzde bu tür doğruları sloganlaştırmakla yetinmek, devrimci siyasetin ancak devrimci bir partiyle yürütülebileceği gerçeğini perdeler. Bugün Ukrayna krizi söz konusu olduğunda komünistlerin görevi Ukrayna’da savaşı iç savaşa çevirecek devrimci bir partinin yaratılmasıdır. Benzer bir görevin Rusya’da yahut savaşın dolaylı bir parçası olan tüm emperyalist ülkelerde de yerine getirilmesi gereklidir. Komünistler karşılığı olmayan devrim ve iç savaş naraları atmak yerine öncelikle bu somut görevi önlerine koymalıdırlar.
“Ukrayna’de komünist bir partinin en azından komünist bir örgütün olmadığı koşullarda ellerimiz kollarımız bağlı bekleyelim mi?” sorusu İkinci Enternasyonal kavrayışının ürünü olan bir tuzaktır. Ukrayna’da bir komünist partinin yaratılmasını esas olarak Ukraynalıların sorunu ve görevi olduğunu varsayan bir ulusal dar görüşlülükle malüldür. Uluslararası bir merkezin kendi seksiyonlarını yönetmekle kalmayıp, dünyanın dört bir yanındaki mensuplarının, başta kadro olmak üzere, tüm imkanlarından faydalanarak farklı ülkelerde seksiyonlar kurmakla yükümlü olduklarını aklına getirmez. Dünyanın dört bir yanında seksiyonlar oluşturması görevini önüne koymak yerine “bir şeyler yapmak”, “eylemsiz kalmamak” adına barış çağrılarında bulunmayı yahut reformist, burjuva akımların peşinden sürüklenmeyi tercih eder.
Bununla birlikte uluslararası bir devrimci merkezi yaratmayı önüne koymak için Ukrayna’da komünist bir parti yaratmanın aciliyetini fark etmek gerekmiyordu. Topraklarımızda Kürdistan’ın her parçasında devrimci dinamikler kendini döne döne belli ederken işe Ukrayna’dan başlamak gülünç bir körlük olur. Kürdistan’da komünist bir partinin yaratılması, bu partinin inşasını yönetecek uluslararası bir komünist merkezin kurulması yıllardır tüm dünya komünistlerinin önünde acil bir görev olarak duruyor. Bu bakımdan Ukrayna krizi vesilesiyle enternasyonalist görevlerini hatırlayanların fazla uzağa gitmesine gerek yok. İlk adımı Kürdistan’ın dört parçasında ve Kürdistan’ı esir eden ezen ulus devletlerinin sınırları içinde mücadele eden komünistlerle birlikte uluslararası komünist bir merkezi yaratarak atmak mümkün ve yeterlidir. Kürdistan’da olduğu kadar sonrasında Ukrayna yahut Rusya’da da bir komünist partinin yaratılmasının yolu öncelikle bu uluslararası merkezin yaratılmasından geçmektedir.
İşgalin ve İlhakın Son Bulması Demokratik Bir Rejimin Önkoşuludur
“Asıl düşman kendi yurdunda” şiarı bolşeviklerin paylaşım savaşındaki tutumunu yansıtır ve her ülkenin proletaryasının emperyalist paylaşım savaşlarında “genel olarak savaşa karşı olmak” yerine öncelikle kendi devletine ve burjuvazisine karşı savaşması gerektiğini anlatır. Aynı şiar komünistlerin ilhak ve işgallere karşı mücadelesinin yürütülüş biçimini de belirler. Bugün ilhak ve işgallere karşı mücadele etmek isteyen beyhude olarak başka devletlerin işgal ve ilhaklerini kınamak yerine, yıkmak için karşısında mücadele ettiği devletin işgalci, ilhakçı politikalarını teşhir etmelidir. Konu, karşısında mücadele ettiğimiz devlet olunca bu vurgu daha da anlam kazanır. Varlığını inkar ettiği bir ulusu kendi topraklarında esir etmiş, bu toprakların en büyük parçasını yutmakla kalmamış, güney ve batısındaki geniş bir sahayı “ulusal güvenlik kaygılarıyla” işgal etmiş bir devlet söz konusudur.
Ukrayna’daki işgale karşı olanların kendi devletlerinin ilhakçılığına ve işgalciliğine ses çıkarmamaları sosyal şovenizmin ürünüdür ve yeni değildir. Aynı kesimler ABD’nin Irak’ı işgaline karşı çıkarken de adeta Türkiye hiçbir yeri işgal etmemiş gibi hareket ediyorlardı. Bununla birlikte işgali Kıbrıs’ı değerlendirirken de akılda tutmak gerekir. En büyük parçasını ilhak ederek Kürdistan’ı bölenler kuzeyini işgal ettikleri Kıbrıs’ı da bölmüştür. Her iki bölge de Türk burjuvazisinin en karanlık, en pis işlerini yürüttüğü merkezler arasındadır. Peker’in açıklamaları da, Falyalı cinayeti de Kıbrıs’ta birikmiş pisliğin örnekleri olarak kabul edilmelidir. İşgal, burjuva hukukuna göstermelik olarak uyma zorunluluğunu dahi ortadan kaldırmaktadır. Mafya, çeteler ve devlet arasındaki ilişkiler en yoğun ve kolay olarak işgal edilmiş topraklarda kurulmaktadır. Bununla birlikte Kürdistan’da bir türlü bitirilemeyen devrimci bir halk mücadelesinin varlığı, Kıbrıs’ı pis işlerini yürütmek isteyen burjuvazi için daha tercih edilir kılmıştır. Peker’in ifşaatları yahut Falyalı cinayeti Kıbrıs’ta biriken pisliğe dair örnekler sunsa da bu pisliğin boyutunu sergilemekten uzaktır. Kıbrıs emekçileri bu pislikten ancak ada emekçilerini bölen iki gerici devleti yıkıp bağımsız ve birleşik bir Kıbrıs’ı kurarak kurtulabilir. Kıbrıs’taki işgalin püskürtülmesi söz konusu mücadelenin zorunlu bir parçasıdır.
Her iki coğrafyada işgalin son bulması, Türkiye’deki emekçilerin özgürleşmesinin zorunlu bir koşuludur. Kıbrıs işgaliyle adada yaratılan ilişkiler ağı Türkiye’deki karşı devrimci örgütlenmelerin maddi zeminini oluşturmaktadır. İşgale son vermeden karşı devrimcilerin belini kırmak mümkün değildir.
Filistin ve Kürdistan’ın parçalanması kadar Kıbrıs’ın parçalanması da emperyalistlerin yönlendirme ve onayıyla gerçekleşmiştir. Bu bakımdan bağımsız ve birleşik Kıbrıs mücadelesi ancak anti-emperyalist, yani devrimci bir karakter taşıdığında amacına ulaşabilir.
Kürdistan’ın dört gerici diktatörlüğünün boyunduruğu altında olması, Kürdistan sorununun çözülebilmesi için dört ayrı ezen ulusun sınırları içinde bulunan komünist hareket ile Kürdistan’daki komünist hareketin uluslararası ortak hareketini şart koşmaktadır. Benzer şekilde Kıbrıs’ın parçalı varlığı sadece Türkiye’den değil Yunanistan’dan da kaynaklandığından bu durumun kendisi de Kıbrıs sorununu, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs komünistlerinin ortak hareketini şart koşan bir soruna dönüştürmektedir. Başka bir deyişle enternasyonalist bir merkez olmaksızın Kıbrıs sorununu çözmek de mümkün değildir.
Önderlik Boşluğu
Marksizm her ne kadar dünyanın eleştirel bilimsel incelenmesine dayanıyorsa da bir bilim değil, ücretli kölelilik düzeninden sınıfsız topluma giden yol haritasını çizen bir eylem kılavuzu, bir savaş doktrinidir.
Bu bakımdan devrimci durumun yaygınlaşıp derinleştiğini göstermenin, solun Ukrayna olsun, Rojava olsun, dünya çapındaki ekonomik bunalım hakkındaki yanılgılarına işaret etmenin maksadı tarihin komünistleri bir kez daha haklı çıkardığını göstermek yahut muarızlarını ikna etmek değil sınıflar savaşına bir özne olarak katılmak, bu savaşın önderliğini üstlenmek isteyen komünistlerin görevlerini tarif etmektir. Bu görev devrimci önderlik boşluğuna son vermek olmalıdır.
Önderlik boşluğu komünist bir programa ve örgütsel işleyişe sahip, dünya çapında faaliyet yürütme iddiasında bir uluslararası merkezin eksikliğidir. Böyle bir merkez elbette “uluslararası ilişkiler” ve diplomatik müzakerelerin sonucunda değil, siyasi bir mücadeleyle, siyasi bir güç haline gelerek yaratılacaktır. Fakat uluslararası bir merkezin ancak tek tek ülkelerde komünist partiler ortaya çıkınca kurulabileceği yanılgısına kapılmak da Lenin’in özellikle 1914-17 arasında yürüttüğü devrimci bir enternasyonalin kurulması mücadelesinden hiç ders çıkarmamak anlamına gelir. Bu merkezi kurmak isteyenler öncelikle ayaklarını bastıkları coğrafyada devrimci bir partinin yaratılması için girişimde bulunmalı, bu mücadeleyi yürütürken edindikleri birikim ve kazandıkları güçle, kendi coğrafyaları dışında ilişkilendikleri devrimcileri komünist bir program ve örgütsel işleyiş temelinde uluslararası bir merkezin yaratılması için harekete geçirmelidir.
KöZ’ün arkasında duran komünistlerin “Ukrayna Savaşı” aynasında ulusal bir bakış açısına sahip olmuş reformist ve sosyal şoven sosyalistlerin yanılgılarından, acilleşen enternasyonalist görevlerden söz etmesi iman tazelemeyi değil, uluslarası bir merkezi yaratma yolunda gerekli siyasi netliği ve donanımı sağlamayı amaçlamaktadır.
Bütün Ülkelerin Komünistleri Birleşin
SSCB’nin tasfiyesinin ardından otuz yıl geçmiş olsa da bugün söz konusu yenilginin izleri silinmiş değildir. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni bir kez daha, bu sefer tüm dünyaya yayma hedefiyle, kurma kararlığını ifade eden akımların sayısının parmakla sayılacak kadar azalmış olması bu yenilgiyle bağlantılıdır.
Kimsenin önümüzdeki dönemde yaşanacak herhangi bir devrimci atılımın soldaki maneviyat bozukluğunu ortadan kaldıracağı hayalini kurmaması gerekir. Rojava Devrimi emperyalistler arasındaki dengeleri dünya çapında oynattı, tüm dünyaya devrimci bir enerji yaydı, hatta çoğu akım Rojava’daki kanton yönetimini, onu Paris Komünü’ne benzeterek, yere göğe sığdıramadı. Gelgelelim, Rojava’yı Sovyetler Birliği’nin, kurduğu merkeziyetçi ve uluslararası proletarya diktatörlüğünün mihengine vurarak değerlendirmeye yanaşan çıkmadı. Ekim Devrimi’nin karşı devrim eliyle tasfiyesi, bu tasfiyenin sonuçlarını ne zaman ve nasıl tespit ettiğinden bağımsız olarak, solun ezici çoğunluğunun uluslararası ve merkeziyetçi bir sovyet iktidarı fikrinden tövbe etmesine yol açmıştır.
Marx 1848 Fransız Devrimi’nin yenilgisinin ardından: “...[p]roletarya devrimleri,…, durmadan kendi kendilerini eleştirirler, her an kendi akışlarını durdururlar, yeni baştan başlamak üzere, daha önce yerine getirilmiş gibi görünene geri dönerler, kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile, zaafları ile ve zavallılığı ile alay ederler, hasımlarını, salt, topraktan yeniden güç almasına ve yeniden korkunç bir güçle karşılarına dikilmesine meydan vermek için yere serilmiş gibi görünürler, kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında boyuna, daima yeniden gerilerler” diye yazıyordu. Bu bakımdan seyri bir dizi nesnel faktöre de bağlı olan proleter devrimlerin yenilgisi beklenmedik bir şey olmadığı gibi Ekim Devrimi’nin yenilgisi kendi başına hüküm süren maneviyat bozukluğun açıklaması olamaz. Asıl maneviyat bozukluğu yaratan nesnel bakımdan en elverişsiz şartlarda kurulmuş komünist örgütlenmelerin tasfiyesidir. Bu nedenle de Sovyetler Birliği’nin yenilgisiyle oluşan karanlığı püskürtmek isteyen devrimciler tam da bu yüzden işe düştükleri yerden kalkmakla, tasfiye edilmiş Komünist Enternasyonal’i yeniden kurmakla başlamalıdırlar.
“İşçilerin Birliğinden Önce Komünistlerin Birliği”, “Devrim İçin Devrimci Parti” diyerek yola çıkan KöZ tam da bu nedenle dünya komünist partisinin yaratılmasını öncelikli görevi olarak tanımlıyor. Komünizmin yere düşmüş bayrağını tekrardan yükseltmek hedefine ve kararlılığına sahip komünistleri “Bütün Ülkelerin Komünistleri Birleşin!” şiarını yükselterek bu sorumluluğu birlikte omuzlamaya davet ediyor.