Endişeli Soldan Meloni'ye Faşist Apoleti
Endişeli sosyalistler soruyor: Biz sosyalizmi seçimleri kazanarak kuracaksak aynısını faşistler niye yapmasın?

İtalya’daki erken seçim Giorgio Meloni’nin liderlik ettiği Kardeşler Partisi’nin de içerisinde bulunduğu ittifakın zaferiyle sonuçlandı. Temmuz ayında Beş Yıldız Partisi, hükümette olan ulusal birlik koalisyonundan ve, kendisi de 2022’nin başında bir siyasi krizin sonucunda başbakan olan, Mario Draghi’den desteğini çektiğini açıklamıştı. Peşi sıra gerçekleşen güven oylamasında çoğunluğun desteğini alsa da Başbakan Draghi istifa etmiş, ancak Cumhurbaşkanı Sergio Mattarella Draghi’nin istifasını kabul etmemişti. Bir hafta sonra gerçekleşen ikinci güven oylamasına bu kez Beş Yıldız, Forza İtalya, Lig partileri katılmayınca Draghi çoğunluğu elde edememiş ve istifası bu kez Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilmişti. Hükümetin düşmesiyle Cumhurbaşkanı Mattarella erken seçim kararı almıştı.

Faşizm ve Mussolini ile özdeşleşen ‘Tanrı, vatan, aile’ sloganını kampanya boyunca kullanmasıyla Meloni eleştiri oklarının hedefi haline gelmişti. Kurulu düzenin sol kanadı, LGBT+’lara karşı aileyi ve toplumsal cinsiyet rollerinin devamlılığını savunan, “İslam’ın saldırısına” karşı Hristiyan kimliğini sahiplenen, göçmenlere karşı sınırların korunması gerektiğini ‘İtalyanlar için İtalya’ sloganıyla ifade eden ve Avrupa Birliği’nden çıkışı savunmasa da ‘Brüksel bürokrasisine hayır’ diyerek Avrupa Birliği’nin müdahalelerine sıcak bakmadığını anlatan Meloni’nin iktidar olmasını İtalya için kara bir gün olarak adlandırdı.

‘Neo-faşist’ olarak nitelendirilen Meloni’nin seçim başarısı dünya basınında ‘kaygı verici’ bulundu. Meloni’nin göçmen karşıtı pozisyonu Orban ve Trump’ınkine benzetildi. The Economist Meloni’nin korumacı politikalarını bir tehdit olarak görürken, New York Times Avrupa’nın kaygılanması gerektiğini başlığına taşıyordu. Bu analizler ve benzetmeler elbette şaşırtıcı değildi. Zira Trump, Bolsanaro ve Orban gibi tüm adaylar için de benzer yorumlar yapılmış, faşizme gidildiğine dair kaygılar paylaşılmıştı.  Aynı merkezler Trump’ın ABD demokrasisine büyük bir tehdit olduğunu, Orban’ın ise Avrupalı kimliğine savaş açtığını savunuyorlardı.

Amerikan finans kapitalinin hakim eğiliminin İtalya’daki seçim sonuçları hakkındaki kaygılarını Türkiye’deki sol siyasetler de büyük ölçüde paylaştı. Seçim sonuçlarının ilanının ardından Türkiye’de de muhtelif sol akımlar  İtalya’da faşist bir partinin iktidara geldiğine veya faşizmin yükselmekte olduğuna dair tespitler yaptı. Örneğin, ETHA’da yayımlanan yazıda ‘İtalya’da faşist ittifak seçimleri kazandı’ başlığı kullanılırken, Evrensel Gazetesi’ndeki ‘İtalya’da faşistler mevzi kazandı ama..’ başlıklı yazıda İtalya’da faşizmin kurulmadığını ancak faşist bir partinin en yüksek oyu almasıyla bir mevzi kazandığı ifade ediliyordu. Hayri Kozanoğlu BirGün’de “faşizmin topuk seslerinden” söz ederken, Alınteri seçim sonuçlarını “İtalya’da seçimi ırkçı faşist ittifak kazandı” diye duyuruyordu. Sosyalist Gündem’den Gökçe Şentürk “Faşizm Geri Mi Dönüyor?” diye sorduktan sonra İtalya’da “endişe verici bir durum”un açığa çıktığını ifade ediyordu. Gazete Nisan’da Oktay Benol Meloni’nin iktidara gelişini kapitalizmin krizinin sonucu olarak açıklıyor, ‘Faşist Mussolini İtalyası’nı vadeden’ Meloni’nin başarısının ‘burjuva demokrasisi ile faşizm arasındaki simbiyotik ilişki’ çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini söylüyordu.

Faşizm karşı devrimle gelir

Faşizm için faşizm hedefiyle örgütlenmiş bir parti gerekir

Almanya’da faşizm Nazilerin 1933’te elde ettiği seçim başarısı ile değil, Reichstag yangınıyla iktidarın ele geçirilmesi sonucunda inşa edilebilir hale gelmişti. Mussolini İtalya Krallığı’nın rejimini seçim sonrası balkon konuşmasıyla değil, önce devrimcileri, sosyalistleri katlederek sonra da Roma’ya “Kara Gömlekliler” adı verilen milisleriyle yürüyerek değiştirmişti. Faşizm yavaş yavaş inşa edilen bir rejim değildir, iktidarı ele geçirmeyi şart koşar. İktidar zor yoluyla ele geçirilmedikçe kurulan bir faşist rejimden bahsedilemez.

Kara Gömlekliler’in Roma Yürüyüşü Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü’ne hiç benzemiyordu.

Diğer taraftan, bir siyasi iddianın taşınabilmesinin ön koşulu o iddianın gereğini yerine getirebilecek bir partinin varlığıdır. Dolayısıyla faşizmin kurulabilmesi için de var olan rejimi değiştirerek faşist bir rejim kurma hedefiyle örgütlenmiş, böyle bir iktidar değişikliği için gerekli şiddeti örgütlemeye muktedir bir partinin olması şarttır. Bugün de faşist bir partinin var olup olmadığına muhtelif akımların parlamento seçimlerinde aldıkları oylara yahut sloganlara bakarak değil, devleti karşı devrimci bir darbeyle ele geçirmek için mücadele eden, karşı-devrimci hüviyeti taşıyan bir partinin var olup olmadığına bakarak karar verilmelidir. Solda legal mevzilere tünemiş türlü oluşumları devrimci örgüt/parti olarak tanımlamakta beis görmeyenler elbette Meloni’nin partisini de faşist parti olarak tanımlayacaklardır.

Faşizmin üzerinden atlanan veya ‘21. yüzyıl faşizmi’ gibi uydurma kavramlarla üstü örtülen en önemli özelliği ise yükselen bir devrimci harekete tepki olarak gelişen karakteridir. Almanya’da 1923 Hamburg Ayaklanması’nın başarıya ulaşmaması sonucunda ortaya çıkan siyasi krizi nihayete erdiren Nazilerin iktidarı ele geçirmesi olmuştu. İtalya’da ise ‘Kızıl İki Yıl’ olarak anılan devrimci kalkışmaların bir proleter devrimle taçlandırılmaması sonucunda Kara Gömlekliler iktidara yürümüştü. Keza Komünist Enternasyonal’in Dördüncü Kongre belgelerinde bu dönem şöyle ifade edilmişti:

Emperyalist dünya savaşının sonunda, İtalya’daki nesnel durum devrimciydi. Burjuvazi ülkeyi yönetecek durumda değildi –burjuva devlet aygıtı sallantıdaydı ve egemen sınıf kendine güvensizdi. Geniş işçi kitleleri savaşa karşı öfkeyle doluydu ve ülkenin birçok yeri, açık ayaklanma halindeydi. Köylülüğün önemli bölümleri toprak sahiplerine ve devlete karşı ayaklanmaya başlıyorlardı ve işçileri devrimci mücadelede desteklemeye hazırdılar. Askerler savaşa karşıydılar ve işçilerle kardeşleşmeye hazırdılar. Yani başarılı bir devrim için nesnel önkoşullar mevcuttu. Olmayan tek şey, öznel faktördü: kararlı, militan, bilinçli ve devrimci bir işçi sınıfı partisi. Başka bir deyişle olmayan tek şey, gerçek bir komünist partiydi.

Nitekim Clara Zetkin’in 1923 yılında Komintern’in Yürütme Komitesi’nin plenumuna sunduğu rapordaki “faşizm, proleter devrimi gerçekleştirememiş proletaryanın çekmeğe mahkum olduğu cezadır” tespiti de faşizmin yükselen bir devrimci harekete karşı tepki olarak ortaya çıktığını doğrular niteliktedir.

Böyle bakıldığında, İtalya’da ne 1919-20 döneminde olduğu gibi bir devrimci kalkışma ve ‘devrim tehdidi’ vardır ne de Meloni’nin kapı kapı dolaşarak oy toplayan partisi Mussolini’nin “Kara Gömlekliler” milislerinin yer aldığı Ulusal Faşist Parti ile aynı kefededir. Meloni’den önce faşist sıfatının yakıştırıldığı Trump da kendi partisi olan Cumhuriyetçilerin büyük kısmı tarafından dahi istenmeyen ve desteklenmeyen bir liderdi. Diğer yandan, Bolsanaro’nun ve ya Le Pen’in partisi de yine kitle partileriydi. Üstelik bu ülkelerin hiçbiri faşizmin kurulmasına yol açacak başarısız bir devrimci kalkışma döneminden geçmemişti.

Faşizm, öznel müdahale eksikliği sebebiyle kaçırılmış başarısız proleter devrimleri takip eden bir karşı devrim sürecini ifade eder. Devrimlerin yenilgisinin bakiyesini faşizm olarak ödemek istemeyenler her şeyden önce devrimi başarıya ulaştırmanın ilk koşulu olan devrimci parti yaratma mücadelesinde buluşmalıdır.

Solun hatalı faşizm saptamaları reformizmin doğal bir sonucudur

Solun bir yandan kendini devletin her kademesinde örgütlemiş bir faşist diktatörlük vasfına haiz ancak öte taraftan iktidara ancak seçimler yoluyla gelebilen ve iktidarını korumak için seçim mekanizmasına bel bağlayan, seçimleri kazanmak için canhıraş mücadele eden partilerden müteşekkil faşizm anlayışı esasen solun devrim kavrayışıyla bağlantılıdır.

Türkiye solunun sosyalizm için ekseri öngördüğü yol da bir şekilde faşizme ilişkin yazdıkları muhayyel yükseliş öyküsüyle örtüşmektedir. İktidarı ele almanın yegane yolunun devrim yahut darbe olduğu gerçeğini görmezden gelerek burjuva sosyalizmine kollarını sıvayan liberal sol, sosyalizmin de tıpkı faşizm gibi pekala sandıkla gelip sandıkla gidebileceği kabulüyle hareket etmektedir.  Öyle ya, biz sosyalizmi seçimleri kazanarak kuracaksak, aynısını faşistler niye yapmasın?

Burjuva sosyalizmine teslim olanlar, hükümet değişikliği sonucu ‘mücadeleye daha elverişli’ bir siyasi ortamda emekçi dostu kurum ve uygulamalar yaratılabileceğini, bu sayede sosyalizm mücadelesinde kimi mevzilerin kazanılacağını savunurlar. Böylelikle iktidar, mücadeleyi başlatmak için zaruri olan bir ilk adım değil, kazanılan mevzilerin sonunda ulaşılabilecek soyut bir hedef haline dönüşür. Sosyalizme bu şekilde bakanların, tedricen kurumsallaşan faşizm tespiti yapmaları da kaçınılmazdır. Bu anlayışa göre faşizm de hükümet değişiklikleriyle kendi kurumlarını yaratabilir, emekçi, işçi, göçmen düşmanı uygulamaları yürürlüğe sokabilir ve bunların sonucu olarak da ‘faşizmi kurmaya’ doğru yürüyebilir.

Hain sendikacı Lula, hem “faşizmin yükselişinden” hem de “işçi sınıfından kopmaktan” endişelenen kuyrukçu  sosyalistlerin (elbette “eleştirel”) desteği ile Bolsanaro’yu alt etti.

Böyle bir faşizm tespiti aynı zamanda yapılan sınıf işbirlikçi ittifakları da gerekçelendirmek için kullanılır. Bu tespit sayesinde faşizm Demokles’in kılıcı misali her daim kafaların üzerinde sallanırken reformistler de “Trump faşizmi” karşısında Biden’ı, “Bolsanaro faşizmi” karşısında Lula’yı ve Türkiye’de “Erdoğan/AKP-MHP faşizmi” diyerek Millet İttifakı’nı adres göstermektedir. Sınıf işbirliği sadece sözde faşizmi geriletmek için değil, burjuva diktatörlüğü çatısı altında ‘işçi sınıfının mücadelesi için daha elverişli bir ortam’ın ortaya çıkacağı gerekçesiyle de yapılmaktadır. Meloni’de faşizmin tırmanışını görerek endişelenenler elbette bir dizi devrimci lafazanlıktan sonra, “asla politik bir destek vermeden” Şili’de Boric, Brezilya’da Lula, Türkiye’de Millet İttifakı yanlısı “eleştirel oylarını” sandığa atacaklardır.

Faşizm sanılan aslında ne?

Dünyanın çeşitli yerlerinde Meloni gibi sosyal, siyasi ve ekonomik anlamda korumacı şahsiyetlerin ortaya çıkması ve pek çok yerde de hükümet kurabilecek kadar oy alması esas olarak emperyalist metropollerde işçi aristokrasisinin ayrıcalıklarının budanmasıyla ilişkili bir durumdur. Haklarında faşizm yakıştırması yapılan siyasetçiler, burjuvazinin bugün beslemekte zorlandığı işçi aristokrasisinin kazanımlarını geri getirme vaatleriyle kendilerine taban buluyorlar.

Demek ki Korona süreci boyunca karantinanın sıkılaştırılmasını talep edip balkondan Çav Bella söylemek sınıf siyaseti değilmiş.

Aslında bu korumacı ve ayrıcalıkları geri getirmeyi isteyen eğilim, 2000’lerin başında Seattle’da ortaya çıkıp Cenova’da, Davos’ta devam eden ‘küreselleşme karşıtı’ eylemlerle kendini göstermişti. O dönem hem Türkiye’de hem de dünyada sol akımlar bu eylemlere büyük bir umutla sarılmış olsa da eylemler, daha çok sermayenin kendi uluslarının sınırları içinde kalmasını isteyen, diğer ülkelerdeki işçi sınıfının daha fazla sömürülmesi pahasına da olsa kendileri için daha fazla sosyal hak isteyenlerin taleplerinden oluşuyordu. Bu haklar için de devletin artan oranlı vergi uygulaması, böylece sermayenin küçük bir azınlığın elinden yeniden dağıtımı gibi önerileri vardı. Burjuva sosyalizminin uzantısı olan bu hareketler aslında 60’lar ve 70’lerdeki genişlemeci ve müreffeh sosyal devleti özlüyor ve o dönemin imkanlarına geri dönmek adına korumacı politikaları savunuyorlardı.

Bugünse sosyal devlet arayışındaki gerici kesimler kendilerini Trump, Meloni gibi liderlerle ifade ediyorlar. Hükümetlerin 80 sonrası benimsedikleri politikalardan rahatsız olan kitleler ayrıcalıklarını geri kazanmak için bu kez sol siyasetlere Seattle talepleri kadar renkli gelmeyen yabancı düşmanlığı, Hıristiyan veya milli değerleri koruma, aile yapısını muhafaza etme, göçmen işçiler yerine yerli ve milli işçileri istihdam etme gibi taleplerle ortaya çıkıyorlar. Üstelik bu kesimler bırakalım faşizm gibi mutlak devlet tahakkümünü gerektiren bir rejimi savunmayı, tam aksine devlet kontrolüne karşı oldukları için Korona nedeniyle uygulanan sokağa çıkma yasaklarına uymuyor ve aşı karşıtlığı yapıyorlar.

Sol ise sadece bu iki tutum arasındaki benzerliği tespit edemediği için değil, yirmi yıldır küreselleşme karşıtı hareketlerin peşine takıldığı için de gerici siyasetçilere karşı “sosyal devlet” propagandası yapıyor. Burjuva toplumun içerisinde bir nebze daha müreffeh yaşam alanları bulma hülyasını yaşayan ve yaşatmaya gayret eden sol siyasetler, ekonomiye devletin müdahil olması için çağrılar düzenliyor, devlete hakim olan sınıfın burjuvazi olduğu gerçeğinin üzerinden atlayarak işçi ve emekçileri burjuva diktatörlüklerine tâbi kılma çalışmalarına devam ediyorlar.

İtalya seçimlerinde görülen aslında sağın yükselişi değil, kurulu düzenin geleneksel partilerinin yönetme kabiliyetinin azaldığıdır. Bu zayıflığa işaret eden durum henüz bir faşist hareketin yükselişine işaret etmezken, korumacı taleplerin bugün görünüşte sağ kesimler tarafından ifade edilmesinin hicabını yaşayan kimi sol akımlar ise ‘neoliberal’ politikalara karşı işçilerin çıkarlarının ön plana çıkarılmadığından dem vurup faşist yaftası astıkları hareketlerin gerici/korumacı taleplerini sosyal demokrat ambalajla piyasaya sürüyorlar.

Bir tarafta demokrasi taleplerini burjuvazi tarafından iğdiş edilmiş haliyle savunanlar çoğalırken, diğer taraftan da korumacı talepler gerici özlemler üzerinden ifade edilirken solda yankı bulan “kimlikçilik” eleştirileri, “sınıf siyasetine dönüş” çağrıları haliyle bayatlamış bir ekonomizmin ruhunu çağırmanın ötesine geçmeyecektir. Sınıf siyaseti İtalya’da ve dünyada işçi aristokrasisinin ayrıcalıklarını savunmaktan değil işçi sınıfının en çok ezilen ve sömürülen kesimlerinin acil ihtiyaçlarını bayraklaştırmaktan geçer. İtalya nüfusunun yüzde dokuzunu oluşturan ve hiçbir siyasal hakkı bulunmayan göçmenlerin siyasal haklarını kazanması bu mücadele başlıklarının başında gelmelidir. Sınıf siyaseti diyenler Almanya’nın güdümündeki Avrupa Merkez Bankası’nın tahakkümünden şikayet etmeye odaklanmak yerine öncelikle İtalyan emperyalizminin Afrika’daki operasyonlarına karşı çıkmak, Korona salgını sırasında olağanüstü hal ve karantina bayraktarlığı yapmak yerine çalışma saatlerinin düşürülmesi ve işsizlerin istihdam edilmesinin propagandasını yapmalıdırlar. İtalya’da siyasi kriz derinleşirken proletaryanın iktidarınından, devrimden söz etmeyenler, işçi aristokrasisinin peşine takılanlar finans kapitalin sol muhalefeti olmaktan kurtulamaz. Meloni’nin seçim zaferinden çıkarılacak bundan büyük ders yoktur.