“Çözüm Süreci” devam edip ve barış çağrıları hala yükseltilirken nasıl oldu da hendek savaşları başladı? Kimileri bu soruyu PKK’nin HDP’nin seçim başarısını “baltalamak” ve “varlığını hissettirmek“ maksadıyla hendek savaşlarını başlattığını ileri sürerek yanıtladı. Ancak bu savların sahipleri niçin PKK’nin hendek başkaldırısını, özsavunma girişimlerini doğrudan kendi eylemleri olarak görmediğini açıklayamamaktadır.
Erdoğan 7 Haziran’da ilk defa parlamentoda çoğunluğu kaybetti ve hemen seçimleri tekrarlamanın yolunu aramaya başladı. Bahçeli MHP’nin rotasını değiştiren bir manevra yapması zaten Erdoğan karşıtı bir koalisyon ihtimalini zayıflatıyordu. Yeni bir seçimin mümkün kılınması için atılması gereken diğer adım Davutoğlu ile CHP’nin bir koalisyon kurmasını engellemekti. Bunu engellemenin yolu içe tüm muhalif güçlere yönelik kapsamlı bir saldırıyı başlatmaktan, tüm Türkiye’de bir terörist avı başlatmaktan geçiyordu.
İşte tam olarak böyle bir siyasi iklimde kolunu MHP’ye kaptırmış olan Erdoğan’ın burjuva muhalefete karşı emekçi ve ezilenleri hedef tahtasına koyduğu topyekûn bir savaş başlatmaktan başka bir seçeneği kalmadı. Bu savaşta da kendisine doğal olarak belirlemiş olduğu başlıca hedef, 12 Eylül rejiminin dahi yenemediği, Kürt kitleleriydi. İç savaşın ilk adımı da Hendek Savaşları oldu. Suruç’taki saldırı ve 10 Ekim patlaması ise, Davutoğlu-CHP koalisyonunu sabote etmek için atılan paralel adımlar oldu.
Erdoğan hendekleri bahane ederek, hızlı ve gösterişli bir terör operasyonu yapmayı planlıyordu. Bu anlamıyla 12 Eylül öncesindeki Fatsa’daki nokta operasyonuna benzer bir hamle yapıp MHP’nin seçmeni nezdinde itibarını arttırmak istiyordu. Ancak bu girişiminin akamete uğrayacağı daha ilk günden belliydi. Zira 12 Eylül’de sıkıyönetim idaresi altında kurulan, ve bugünkünden daha güçlü bir ABD’yi de arkasına alan rejimin dahi sindiremediği Kürt kitlelere karşı başarı elde etmek, iktidarı tek başına sağlayamamış, zoraki oturduğu çözüm masasını tekmelemek zorunda kalmış ve miras aldığı rejimin bölük pörçük hatıralarını bile koruyamayan Erdoğan’ın harcı hiç değildi. Kürtler 12 Eylül dönemine kıyasla çok daha örgütlü ve avantajlı bir durumdayken hiç değildi.
Bu duruma rağmen başka çözüm yolu kalmadığı için başlatmak zorunda kaldığı bu iç savaşta karşısına hendekler dikilen Erdoğan, selefi Kenan Evren’in Fatsa’da uyguladığı tarifeden medet ummuştu. Yeni bir “Nokta”* operasyona imza atarak hendekleri bitirebileceğini, iç savaşın bu ilk muharebesinde hızlı ve kesin bir sonuç elde edebileceği yanılgısına kapılmıştı. Lakin Erdoğan’ın hesapları tutmamış, hendeklerdeki direnişler aylar boyunca sürmüş, bölgeye generallerin bizzat operasyonu idare etmek için gönderilmelerine karşın Türkiye ordusu barikatları güç bela aşabilmiştir. Kısmi bir ayaklanma olan ve devrimci önderlikten de yoksun bir şekilde kendiliğinden gelişen hendekler azami direngenliği göstermiş, Türk ordusunun aczinin gözler önüne sermiştir.
Erdoğan hendeklere karşı başlatmış olduğu operasyonlarda beklediği hızlı dönüşü alamamasına rağmen sıkıyönetim tedbirlerine başvurmadı. Halihazırda sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı, birçok üst rütbeli subayın bölgeye seferber edilmek zorunda kalındığı bu ortamda Erdoğan sıkıyönetim ilanından kesinlikle geri durmuş, bahsi açıldığında da bunun ihtimal dahilinde dahi olmadığını vurgulamıştır. Bu çelişkili gibi görünen yaklaşımın kendisi de Erdoğan’ın iç savaş ve hendekler konusunda içine düştüğü açmazın göstergesidir.
Kendisini MGK aracılığıyla ordunun ülke sathındaki idaresine dayandıran 12 Eylül rejiminin payandaları birer birer çökmekteyken “başkomutan” Erdoğan ordusuna rejimin getirdiği en temel idare yöntemine başvurma cesaretini bulamadı. Hendeklerde kendisini somut olarak gösteren bu açmaz 15 Temmuz ile birlikte iyice ayyuka çıkmış, darbe teşebbüsüne dahil olmayan generallerin dahi ordudan atılmasıyla beraber 12 Eylül rejiminin medarı iftiharı olan TSK hallaç pamuğuna dönmüştür. Öte taraftan ise kendisi yeni bir rejim ihdas etme gücünden fersah fersah uzak olan Erdoğan ise kendisinin her gün daha da derinleştirmeye mecbur kaldığı rejim krizi içerisinde iktidarına tutunmak için kazanamadığı iç savaşta cepheyi daha da genişletmekten başkaca bir çare bulamamıştır. İktidar sorununu çözmek amacıyla mecburen giriştiği iç savaş iktidar sorununu derinleştirmiş, Erdoğan’ı altından kalkamayacağı adımlar atmaya itmiştir.
Bu yüzden her geçen gün daha da geniş kesimleri hedefleyen saldırılara başladı. Devrimci tutsaklar için hiçbir zaman geçerli olmayan burjuva hukuku kuralları bugün Osman Kavala için dahi uygulanamaz hale geldi, toplumun tüm muhalif kesimleri iç savaşın hedef tahtasına oturtuldu. Her ne kadar pek çokları tarafından bu durum Erdoğan’ın iktidarının 2015’ten bu yana günden güne sağlamlaşması olarak algılanıyorsa da Erdoğan için durum bugün hendeklerdekinden daha parlak değildir. Hendeklere diş geçirmek için dahi varını yoğunu seferber etmiş olan TSK bugün dünden daha da perişan haldedir. 12 Eylül’ün kurguladığı devlet bürokrasisinin yerinde yeller esmekte, Kürdistan’da bulduğu her köşeye kayyum atayanlar egemenliklerini bir türlü tesis edememektedir. Ayaklanmanın ardından geçen on yıla rağmen Gezi Parkı önüne dikilmiş olan TOMA’lar da Kürdistan’da her yolun başına koyulmuş kimlik kontrol noktaları da, Erdoğan’ın iç savaşı kazanıp iktidarını tesis edemediğinin en açık göstergeleridir.
Hal böyleyken hendekler karşısında “provokasyona gelmeyin” demek devrimcilik iddiasında olanlar için düpedüz bir yanlışa işaret eder. Bu tutum derinleşen rejim krizi içerisinde tüm mevzilerini kendi elleriyle yok etmek zorunda kalan Erdoğan’ın iç savaşta iktidarına tutunabilmesinin yolunu döşer. Bu yüzden de iç savaşın muhatabı olduğu gerçeğini reddedenlerin, burjuva muhalefetin kuyruğunda sessiz sakin seçimlere koşanların aksine, bizler bu iç savaşa yalnızca bir devrimle son verilebileceğinin ve bugün nesnel koşulların hiç olmadığı kadar devrimden yana olduğunun bilincindeyiz. Bu sebeple de böylesi bir devrimi gerçekleştirmenin en temel koşulu olan devrimci partinin kuruluşu mücadelesi ve bu kapsamda da evvela komünistlerin birliğinin sağlanması da dün olduğu gibi bugün de Türkiyeli devrimcilerin ilk ve en güncel ödevi olarak önümüzde durmaktadır.
* Bir Devrimci Yol militanı olan Fikri Sönmez, 14 Ekim 1979’da gerçekleştirilen ve kendisinin bağımsız aday olarak girdiği yerel seçimlerde diğer tüm partilerin toplamından fazla oy olarak Fatsa belediye başkanı oldu. Fikri Sönmez’in belediye başkanlığı Halk Komiteleri aracılığıyla halkın belediye işleyişine doğrudan katılması, iki ayda bir geniş halk toplantıları düzenlenmesi gibi uygulamalarla gündeme gelmiş, pek çok yerel soruna müdahale edebilmesi açısından övgüye mazhar olmuştu. Günümüzde yeni keşifler gibi tedavüle giren “komünist belediyecilik” veya “demokratik/sosyalist yerel yönetimler” kavramlarının bir örneğini oluşturmaktaydı.
9 Temmuz 1980 günü Çorum katliamının ardından kendisine sorulan sorular üzerine dönemin Başbakan’ı Süleyman Demirel’in yaptığı “Çorum’u bırakın Fatsa’ya bakın” ifadesiyle gözler Fatsa’ya çevrildi.
11 Temmuz 1980 günü Demirel’in ve Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in talimatıyla Türkiye ordusu Fatsa’da Fikri Sönmez ve beraberindeki Dev-Yol militanlarına karşı bir operasyon düzenledi. Fatsa’da komünist bir darbenin planlandığı iddiası operasyona gerekçe olarak gösterildi.
Operasyon öncesinde Fatsa AP, CHP ve MSP İlçe Başkanlarının basına yaptıkları “Her yerde kan var, biz burada huzur içindeyiz. Fatsa’da komünist işgal yoktur. Halk vardır. Halkın yönetimi vardır. Fatsa’da ateş ile barut yok, böylesine huzurlu bir yerde olay çıkartmayı istemek niye?” şeklindeki açıklamaya aldırış edilmedi.
Fatsa’da hendeklere benzer bir çatışma yaşanmadı. Fikri Sönmez’in de arasında yer aldığı bir dizi devrimci tutuklandı ve cezaevine gönderildi.