Nisan ayında yaşadığımız topraklarda Büyük Millet Meclis’inin açılışının yıldönümü vesilesiyle ilan edilen ve nedense daha ziyade “Çocuk Bayramı” diye anılan 23 Nisan akla gelir. Buna yönelik hazırlıklar yapılır. Uluslararası camiada ise 1915’teki büyük Ermeni “tehciri/toplu kırımı” vesilesiyle jenosid (soykırım) tartışmaları gündeme gelir. TC’yi yönetenleri ve diplomatik misyonlarını bir telaş alır.
Doğrusu 2021 yılının Nisan ayı sona ererken bu telaşın daha endişeli bir hâl alması ihtimal dâhilindedir. Zira 2019 yılının 29 Ekiminde ABD Temsilciler Meclisi 405 lehte 11 aleyhte ve 19 çekimser oyla “1915 yılında Ermenilerin soykırıma uğradığını” resmen kabul etmiştir. Bu kararın Senato’dan da geçmesi aynı yılın Kasım ayında Türkiye’de oldukça tanınan senatör Lindsey Graham’ın çabalarıyla önlendiyse de aynı yılın Aralık ayında Senato’dan da geçmiş ve imza için Beyaz Saray’a gitmişti. Donald Trump ile Erdoğan arasındaki “damat diplomasisiyle” ve kimbilir başka hangi vasıtalarla bu imzayı Trump atmadıysa da aynı karar hâlâ yeni başkan Biden’ın önünde imzayı beklemektedir. Bu itibarla seçildiğinden beri Biden’dan bir telefon bekleyen Erdoğan cephesinin Nisan ayının sonuna doğru bir telefon gelmemesini tercih edeceğini düşünmek beyhude olmaz.
Zira çoktandır ABD başkanlarının her 24 Nisan’da 1915’te olanları “Medz Yeghern (Büyük Cinayet)” diyerek anması neredeyse adetten olmuştu. Hatırlatmak gerekirse Ermenistan’da ilk bağımsız cumhuriyet kurulduğundan beri ve hâlâ 24 Nisan günü “Medz Yeghern” adıyla resmî bir yas günü olarak idrak edilmektedir.
Ancak şimdi sümeninin altında bu olayın adının “soykırım” olduğu hakkındaki Kongre kararı bulunan Biden’ın eski adete uygun bir konuşma mı yapacağı yoksa bu Kongre kararını imzalayarak soykırımı tanıdığını mı ilan edeceği merak konusu. Tayyip Erdoğan’ın dostluk ilişkisini tazelemek istediği Putin’in sert itirazlarına rağmen esasen bu anlaşmaya taraf olmayan ABD için kısıtlamalar içeren “Montrö Boğazlar Sözleşmesini” tartışma konusu edişinin ABD ile arasını düzeltme çabalarını ifade ettiği hakkında yorumlar da eksik değildir.
Mamafih bu yüklerle yaklaşan 24 Nisan ve “1915 soykırımı” hakkında komünistlerin bakış açısı emperyalist ve sosyal emperyalistlerin, hem Türk şoven ve sosyal-şovenlerin hem de Ermeni oportünist/ulusal hainlerinin yaklaşımlarından farklıdır; bu farkın altının çizilmesi önemlidir.
Herşeyden önce “Ermeni sorunu” dendiğinde akla büyük bir trajedinin gelmesi gayet tabiidir. Ama daha önemlisi bu sorunun emperyalist ve oportünist politikalar tarafından nasıl üstünün örtüldüğü Ermeni halkı bakımından belki “soykırım”ın kendisinden aşağı olmayan bir politik cinayettir.
Doğrusu Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında Almanya ve Avusturya-Macaristan ile ittifak hâlinde olan Osmanlı İmparatorluğu’nun bu müttefiklerinin de teşviki ve yardımı hatta zorlamasıyla en büyük Ermeni kıyımını gerçekleştirdiği hiçbir zaman tarihi bir sır olmadı.
Nitekim 15 Nisan 2015’te Avrupa Parlamentosu Ermenilere soykırım uygulandığını çok gecikerek de olsa Avusturya parlamentosu 15 Nisan 2015 tarihinde “1915’te Ermenilerin maruz kaldığı katliamın sorumluluğunu Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun da taşıdığını ve… Osmanlı İmparatorluğu altında Ermenilere karşı işlenen suçun bir soykırım suçu olduğunu” vurgulayıp “Avusturya’nın bu suçun tarihsel sorumluluğunu taşıdığını” teyit ettikten sonra Türkiye’nin de aynı tutumu göstermesi gerektiğini belirten bir kararı benimsedi. Bir gün sonra da Alman Cumhurbaşkanı da 1915’te Ermenilere karşı bir soykırım suçu işlendiğini ve Almanya’nın da “bu suçun sorumluluğuna ortak hatta işbirlikçisi olduğunu” itiraf etti. Bundan bir yılı biraz aşkın bir süre sonra da Alman Meclisi Bundestag bir aleyhte ve bir çekimser oya karşılık neredeyse oybirliğiyle “1915’te Alman İmparatorluğu’nun müttefiki olan Osmanlı İmparatorluğu tarafından Ermenilere bir soykırım uygulandığını ve bu nedenle Almanya’nın da bu soykırımda sorumluluğu olduğunu” kabul etti. Bu karara oy verenler arasında 11 Türk kökenli vekil de vardı.
Bunu takiben Papa Fransuva da Ermenistan’ı ziyareti sırasında Ermenilerin soykırıma uğradığını beyan edecekti. Doğrusu 2015 yılında yüzüncü yılı vesileyle bir dizi başka ülke de benzer açıklama ve “itiraflarda” bulundular. Arada geçen bir asırda neden bu itirafların gelmediğini izah etmeye yeltenen ise pek olmadı.
Bu susuş kumkuması nedensiz değildir. Doğu Ermenistan’ın bir sosyalist sovyet cumhuriyeti olarak 1920’lerden itibaren SSCB bileşeni olması besbelli bu oportünist tutumun ardındaki belirleyici etkendir. Üstelik bilhassa diasporada Ermeni hareketine hâkim olan Bolşevizme ve Ekim Devrimi’ne karşı Ermeni Menşeviklerinin partisi Taşnaksutyun’un da bu suçun başlıca failleri arasında bulunduğunu da unutmamak gerekir.
Tastamam bu nedenledir ki, genel olarak “Ermeni sorunu” ve özel olarak da “1915 soykırımı” anti-komünist ve karşı devrimci mülahazalarla uzun yıllar boyunca hasır altında kalmış ve ancak SSCB’nin dağılmasından sonra nispeten daha fazla dile getirilmeye başlamıştır. Ermeni ulusal-hainleri de başka oportünistler gibi bu suçun belli başlı failleri arasındadır.
Bilhassa bu sonuncu faktöre şaşmamak gerekir. Zira Süryanilere Asurilere ve alevi Kürtlere karşı ilk soykırım hareketini 1895’te başlatan “Kızıl sultan” lakaplı Abdülhamit’in tahttan indirilmesinin ardından İttihat ve Terakki’yle koalisyona katılan Taşnak hainleri 1909’da daha çok Bolşevik taraftarı Hınçak Partisi’nin görece güçlü olduğu Çukurova’da (Adana’da) 31 Mart gerici ayaklanmasını bahane ederek başlatılan katliamda hâlâ koalisyon ortağıydılar. Her ne kadar bir kısım Ermeni bu suç ortaklığı nedeniyle bu partiyi terk etmiş olsa da bolşevizm karşıtlığı nedeniyle kendi ulusal davalarına ihanet eden Ermeni oportünistleri ilk kez 1917’den sonra ortaya çıkmış değildirler.
Bu itibarla besbelli “Ermeni sorununun” daha çok SSCB’nin dağılmasını takiben daha çok dillendirilmeye başlamasına en azından komünistlerin şaşmaması gerekir. Bilakis bu oportünizmi dile getirmek ve vurgulamak en çok komünistlere düşer.
KöZ 2010’dan beri değişik vesilelerle bu konuda bu ödevin gereğini yapmakta ve alışılmış oportünist kalıpların dışına çıktığı için yöneltilen eleştirilere de kulak asmamaktadır.
Üstelik Ermeni halkının tarihsel trajedisi sadece bu “ulusal” çerçevede kalmış değildir. Esasen jenosid kavramının isim babası olan Rafael Lemkin’in trajik serüveni de buna bir başka yönden tanıklık eder.
Rafael Lemkin her ne kadar bir kavram olarak “jenosid” kavramını tam olarak 1944’te yayınladığı “İşgal Altındaki Avrupa’da Mihver Devletlerinin Düzeni” kitabında formüle etmiş olsa da bu konu hakkında çok önceden beri çalışmaktaydı. Daha önemlisi konuya asıl ilgi göstermesi İttihatçı Talat Paşa’yı bir suikastle öldüren Ermeni genci Teyliryan’ın davası ve beraatle sonuçlanmasıyla olmuştu. Bundan önce de 1915 olayları üzerine yargılanan Osmanlı bürokratlarının davası nedeniyle konuya ilgi duymaya başlamıştı. Bu itibarla henüz adını koymamış olsa da jenosid konusuyla ilgilenmesinin 1915 dönemeciyle yakın ilişkisi vardı.
Ne var ki 1944’te yayınladığı kitabıyla icat ettiği bu terim ilgi görmediyse de daha sonra 1948-1951 sürecinde Birleşmiş Milletler soykırım suçunu bir insanlık suçu olarak tanımlayan bir sözleşmeyi kabul etti. Ancak bu kavramın şekillenmesinde Ermenilerin maruz kaldığı katliam ve suçlar yer alıyor olsa da BM’de karar kabul edilirken Ermenilerin adı geçmedi. Esas olarak Yahudilere Nazilerin uyguladığı soykırım öne çıktı.
Ermenilere bir soykırım uygulandığını resmen kabul ve ilan eden ilk ve tek devlet ise çok uzaklardaydı: Uruguay. 1965’te resmen bu kararı benimseyip ilan etti ve SSCB dağılıncaya kadar bu alanda tek devlet olarak kaldı!
Demek ki “Ermeni Sorunu”nun uzun yıllar boyunca üstünün örtülmesinde sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı TC yoktur. Ermeni oportünistleri de hariç değildir.
Başka alanlarda olduğu gibi bu alanda da “siyasi gerçekleri açıklama” ödevi bolşevizmin izinden giden komünistlerin omuzlarındadır.