Mevzubahis Alman Devrimi olduğunda sorulması gereken işçi hareketinin çok güçlü olduğu, en az Şubat Devrimi kadar şiddetli bir devrimin olduğu Almanya’da Ekim Devrimi gibi bir devrimin neden gerçekleşmediği sorusudur. Alman sol-sosyalistlerinin oportünizmle ilişkisi ve merkezci pozisyona düşmeleri bununla doğrudan alakalıdır. Bolşevizm’in ve muzaffer Ekim Devrimi’nin farkı buradan anlaşılır. Bolşevikler, proleter devrime önderlik edecek devrimci partinin kendini işçi sınıfının en ileri ve devrimci faaliyeti kesintisiz yürüten unsurlarıyla sınırlayan bir parti (bu unsurlar az olduğunda küçük; artınca büyük bir parti haline gelmek üzere) olması gerektiğini savunmuştur. Hem de bu örgütün sadece burjuvaziden değil, oportünistlerden, revizyonistlerden vb. işçi hareketi içindeki farklı siyasal akımlardan da bağımsız ve ayrı olması çok mühimdir. Alman Devrimi’nin yenilgisi işte buradan anlaşılır; proleter devrimin mutlak öğesi Bolşevik Partisi gibi bir parti olmadığı için Alman Devrimi yenilmiştir.
Alman sol-sosyalistleri oportünistlerin, revizyonistlerin kol gezdiği örgütlerinden kopmak ve ayrı devrimci bir örgüt kurmak söz konusu olduğunda, en sert eleştirileri getirdikleri hem ulusal hem de uluslararası düzeyde örgütlerinden kopamamışlardır. Başta Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht olmak üzere çağdaşlarının bulunduğu pozisyon, devrimci görüş ve tutumlara yönelmekle birlikte devrimci bir kopuş konusunda tereddüt etmekle bilinen merkezci oportünizm türüdür. Partilerini zamanında inşa edemeyen devrimciler bunun bedelini ağır ödemişlerdir.
SPD’den USPD’ye Merkezci Oportünizmin Yolu
Genellikle merkezci tutum denince akla Luxemburg ya da Liebknecht değil de Kautsky gelir. Nitekim Rosa Luxemburg öteden beri İkinci Entemasyonal’in sol kanadının önde gelen bir ismi olarak tanınmaktaydı. Bernstein’ın revizyonizmine karşı ilk bayrak açanlardan biri oydu ve Kautsky’nin oportünist yüzünü en erken görenlerin arasındaydı. Liebknecht ise savaş yılları boyunca Alman sosyal demokrasisi içinde sosyal şovenizme karşı başkaldırının simgesi olarak bilinmekteydi. Lakin ne Rosa Luxemburg ne de Karl Liebknecht bataklık diye bahsettikleri ve içinden en sert eleştirileri yaptıkları SPD’den kopmaya cüret edememişlerdi. SPD’den kopuşları 1917 yılında, Rosa Luxemburg’un “bataklığın önderi” dediği Kautksy’nin peşinden USPD’ye katılmaları ile gerçekleşti.
Rosa Luxemburg hayatının sonuna kadar oportünistlerden kopuşa dair bu tutumunu terk edemedi; yeni bir devrimci partiyi yaratmak yerine en kötü işçi partileri içinde debelendi. 1918 sonuna kadar Kautsky’nin örgütü olan USPD’ye bağlı bir hizip (Spartaküs Birliği) içinde kaldı. Zimmerwald-Kienthal-Stokholm konferansları sürecinde Kautsky’cilerden bağımsız, yeni bir enternasyonal kurulmasına karşı çıkanlar arasında saf tuttu. Rosa Luxemburg ve yoldaşları ancak 1918’in sonunda tamamen bağımsız bir örgütlenmeye yöneldiler. Bu tarih SPD-USPD hükümetinin milisleri tarafından öldürülmelerinden üç hafta öncesine denk gelir.
Liebknecht, devrimci bir parti olmadan da devrimci siyasetin yapılabileceği görüşündeydi. Liebknecht yıllar yılı parti örgütü içinde kitle çalışması yürütmüştü ama Liebknecht’in içinde bulunduğu örgütler devrimci bir partinin değil farklı kanatları olan oportünist bir kitle partisinin örgütleriydi. Liebknecht örgütlenmeyi teknik bir iş bölümü olarak kavradığından, bağımsız bir ideolojik kimliği olan bir devrimciler örgütünün yaratılması için mücadele etmemişti. Bu aynı zamanda Liebknecht’in kitlelerin kendiliğinden mücadelesinin oportünist eğilimleri ezip geçecek bir karakter taşıdığına inanmasından kaynaklanıyordu. Parti içerisindeki oportünist eğilimlerin farkında olan Liebknecht, kitle hareketinin yükselmesiyle bu oportünizmin alt edileceğine inanıyordu. Kitle hareketi yükselmeden gerçekleşen bir bölünmenin işçi hareketinden uzaklaşmak anlamına geleceğini savunuyordu. Rosa Luxemburg da benzer bir pozisyonda, oportünizmi fikir mücadeleleriyle denetlenip, sınıf mücadelesinin yükselmesiyle alt edilecek bir unsur olarak tanımlamıştır. Bu inanç başta Liebknecht olmak üzere bütün Alman sol-sosyal demokratlarını yıllar yılı oportünist SPD’nin daha sonra da merkezci USPD’nin içinde tuttu. Dahası Alman sol-sosyal demokratları örgütsel sorunlarla boğuşan sosyal demokratları “kendi iç çekişmelerine gömülmeleri yüzünden” işçi sınıfı davasına zarar vermekle suçladılar. Oysa sınıf mücadelesinin tarihi, zamanında oportünistlere karşı amansız bir mücadele yürütmeyip, onlardan salt ideolojik olarak değil aynı zamanda örgütsel olarak da kopamayıp bu işi kitle hareketine havale eden devrimcilerin başına neler geldiğini trajik bir biçimde kanıtladı. Alman Devrimi’nin akıbetini anlamak için buraya bakmak gerekir. Oportünizmden kopamayan Alman devrimciler çok geç kalmışlardı.
Komünist Enternasyonal’in Kuruluşunu Geciktiren Köstek: Zimmerwald Konferansı
Troçki’nin inisiyatifi ile toplanan Zimmerwald Konferansı’nın çoğunluğu da merkezci oportünist çizgidedir. Sık sık iddia edilenlerin aksine Zimmerwald Konferansı yeni bir enternasyonalin kurulmasında bir ilk adım değildir. Aksine Zimmerwald Konferansı İkinci Enternasyonal’den kopup yeni, komünist bir Enternasyonal’e giden yolda bir köstektir. Bu sebeple Bolşevikler bu konferansta bir azınlık olarak “Zimmerwald solu” ismiyle kendilerini ayırt etmiş ve komünist bir enternasyonalin kurulması için bu süreçten kopma gereğini savunmuştur. Bu, sürece damgasını vuran Leninist düstur “oportünistlerden kopmak yetmez oportünistlerden kopmakta tereddüt edenlerden de kopmak gerekir” biçiminde formüle edilir. Ne var ki Lenin’in ısrarlarına rağmen İkinci Enternasyonal’den kopuş tam zamanında ve tam anlamıyla sağlanabilmiş değildir. Hatta 1917’de Nisan Konferansı sırasında bu sürecin devamı olan Stokholm Konferansı’na gitmemek gerektiği konusunda ısrar eden Lenin hala yalnız başınadır. Bu sebepten ötürü Komünist Enternasyonal’in kurulması Ekim Devrimi ve paylaşım savaşının sona ermesinin ertesine sarkmıştır. Savaş sona erdikten sonra pek çok İkinci Enternasyonal artığının 21 Koşul bariyerini aşarak enternasyonale sızmasının da önemli bir rol oynamasıyla bu gerçeğin Komünist Enternasyonal’in akıbeti konusunda da önemli bir etkisi olacaktır.
İbretle hatırlanması gereken Zimmerwald süreciyle başlayan bu gecikmenin ardında sadece Troçki’nin olmadığıdır (aksi takdirde bu oportünizmin teşhisi o zaman ve bilhassa sonrasında çok daha kolay olurdu). Aksine Zimmerwaldcılar arasında sadece İkinci Enternasyonal’in hain önderlerinden değil ortacılığı temsil eden Kautsky oportünizminden kopuş konusunda mütereddit bir eğilimin ağırlık taşıması belirleyicidir. Doğrusu Zimmerwald sürecinde Troçki’nin temsil ettiği ve Rosa Luxemburg vb. başkalarının yanı sıra birçok bolşeviğin de olumlu baktığı bu tutum 1912’de “Ağustos Bloku” sürecinde likidatörlere ilişkin mücadele sırasında da kendini göstermişti. O zaman Lenin Troçki’nin savunduğu çizginin “likidatörlerden daha tehlikeli” olduğunu söylemişti. Haklı olduğu Ağustos Bloku konusunda apaçık belli olduğu halde Zimmerwald sürecinde bir kez daha kendini gösterecekti. Bu bakımdan genel olarak merkezci oportünizmi ifade eden tutumun sık sık Troçki’nin adıyla anılması tesadüf değildir. Ama merkezciliği Troçki ve troçkistlere mahsus olduğunu sanmak “turbun büyüğünü torbada unutmak” kabilinden bir hata olur. Zira o dönemeçte bu ortacı tutumun baş temsilcisi Kautsky’dir. Ekim Devrimi’nin hemen ardından Lenin’in düpedüz oportünist olan hain sosyal demokratlardan çok Kautsky’yi hedef tahtasına koyması da boşuna değildir ve Ağustos Bloku zamanındaki tutumuyla uyumludur. Bu yönüyle Kautsky veya Troçki ile hiç ilişkisi bulunmadığı halde merkezci oportünizmin kıskacında olan pek çok akım defalarca kendini göstermiştir; hala da öyledir.
Kautsky’nin merkezci çizgisinin farkına en erken varanların başında Rosa Luxemburg’un geldiği, Lenin’in bu durumun farkına varmada çok geciktiği doğrudur. Ancak İkinci Enternasyonal içindeki oportünizmin farkına varanların, Lenin’in ısrarlı çabalarından önce bu örgütten kopmaya yönelmemiş olmaları daha önemlidir. İkinci Enternasyonal akımlarının hiçbirisi, devrimcilerin ideolojik netlik ve homojenlik temelinde, diğer akımlardan bağımsız örgütlenmesi fikrini kabul etmiyordu. Bu anlayışın öncüsü olan bolşevikler ise, (hele bugünden bakıldığında) İkinci Enternasyonal içinde farklı ve yeni bir damarın temsilcisi olarak görülmelidir. Bolşeviklerin baştan beri temsil ettiği yeni örgüt anlayışına ve oportünizm karşıtı mücadele çizgisine karşı çıkanların birçoğu ne yazık ki oportünizm tehlikesini ilk sezenler olmuştur; Rosa Luxemburg bunların başındadır. Hatta onun kritik dönemeçlerde yapılması gerekenin tam aksini salık verdiğini bile görmek mümkündür. Rosa Luxemburg RSDİP’deki bolşevik-menşevik bölünmesinden sonra Lenin’in örgüt anlayışına eleştiriler yöneltmiştir. Partinin sınıfın bütün kesimlerini ve unsurlarını içermesi gerektiğini, yani sosyal demokrat parti ile sınıfın özdeşleşmesini savunmuştur. Öte yandan, oportünizmin de sınıfın tarihsel evriminin doğal bir ürünü olduğunu öne sürerek, bunun da hareketin içinde yer alacağını ve alması gerektiğini savunarak oportünizmi fikir mücadeleleriyle denetlenebilecek, sınıf mücadelesinin yükselmesiyle alt edilecek bir unsur olarak tanımlamıştır.
Komünist Partisi’nin Proleter Devrimindeki Rolü
Rosa Luxemburg, Troçki ve başkaları aslında İkinci Enternasyonal’in sol kanadını oluşturmaktaydılar. Lenin ve bolşeviklerin de onlarla aynı yerde durduğu hakkında yaygın bir yanılgı vardır. Hâlbuki öyle olmadığı Zimmerwald Konferansı’nda açıkça kendini gösterdi. Bu konferansta İkinci Enternasyonal’in sol muhalefeti ile kendilerine Zimmerwald Solu diyen bolşeviklerin ayrımları belirginleşti. Komünist Enternasyonal’in kuruluşuna önderlik eden akım da Zimmerwald Solu oldu. Rosa Luxemburg, Troçki ve sonradan Üçüncü Enternasyonal’e katılanların birçoğu bu kesimin içinde değildi. Komünistlerin tamamını bu kopuşa ikna etmek uzun yılları, emperyalist savaşın Ekim Devrimi’yle sona erdirilmesinin sonrasını bulmuştur.
Komünist Enternasyonal’in kuruluşuna önderlik eden Lenin, ancak yeni bir enternasyonal ile oportünizmin örgütlü bir şekilde yok edilebileceğini şiddetle savunmuştur. Lenin’in bu tutumu merkezci oportünizmden ayrım noktalarını ortaya koyar ve oportünizmin bütün türleriyle nasıl mücadele edilmesi gerektiğini gösterdiği için mühimdir. Proleter devrim mücadelesi ancak oportünistlerden ayrışmış komünistlerin bağımsız siyasi partisi, komünist parti önderliğinde verilebilir. Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’nin “Komünist Partisi’nin Proleter Devrimindeki Rolü Hakkında” aldığı kararda beşinci maddede şunlar yazmaktadır:
“Proletaryanın devrimini partisi olmaksızın gerçekleştirebileceği hakkındaki düşünceyi, Komünist Enternasyonal en kesin biçimde reddeder. Her sınıf mücadelesi bir siyasal mücadeledir. Kaçınılmaz olarak iç savaşa dönüşme eğiliminde olan bu mücadelenin hedefi siyasal iktidarın ele geçirilmesidir. Bu nedenledir ki siyasal iktidar şu ya da bu siyasal parti tarafından örgütlenmeden ve onun önderliği olmadan ele geçirilemez. Ancak örgütlü ve sınanmış, net biçimde tanımlanmış hedefleri takip eden ve hem iç politikada hem de dış politikada uygulanabilecek bir eylem programına sahip bir parti proletaryaya rehberlik ettiği takdirde; ancak bu takdirde, siyasal iktidarın ele geçirilmesi geçici bir durum değil, proletarya tarafından toplumun komünist inşasına dönük kalıcı bir çalışmanın kalkış noktası olabilir.
Sınıflar mücadelesi aynı zamanda proletarya hareketinin farklı biçimlerinin (sendikalar, kooperatifler, fabrika komiteleri, eğitim, seçimler vs.) tek bir önderlik etrafında merkezileştirmesini gerektirmektedir. Örgütleyici ve yönetici merkez bir siyasal partiden başka bir şey olamaz. Böyle bir partiyi yaratıp sağlamlaştırmayı reddetmek; ona tabi olmayı reddetmek, proletaryanın değişik alanlarda hareket eden kesimlerinin tek elden yönetilmesini reddetmekle eşdeğerdir. Proletaryanın sınıf mücadelesi, mücadelenin farklı aşamalarını tek bir bakış açısından aydınlatan ve her durumda proletaryanın dikkatini, onun bütününü ilgilendiren görevlere çeken yoğun bir ajitasyonu gerektirir. Böyle bir faaliyet merkezileşmiş bir siyasal aygıt olmadan yani bir siyasal parti olmadan gerçekleştirilemez.”
Ekim Devrimi’nin ve Lenin’in ayırt edici özelliği işte burada yatmaktadır. Lenin 1912’den itibaren oportünizmin bütün türleriyle ayrışmış merkezi siyasal aygıtın devrime önderlik edebileceğini savunmuştur. Nitekim Ekim Devrimi bu siyasal aygıtın; Bolşevik Parti’nin önderliğinde gerçekleşmiştir. Bu doğrultuda, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi devrimcilerin bütün mücadelesine rağmen işte böyle merkezileşmiş faaliyeti gerçekleştirebilecek bir siyasal aygıt olmadığı için Alman Devrimi yenilgiye uğramıştır.
Bugün emekçilerin ve ezilenlerin mücadelesine önderlik edecek, oportünizmin bütün türlerini alt edebilecek partiye ihtiyaç bütün şiddetiyle karşımızda durmaktadır. Bu partinin kuruluşu için verilecek mücadele, reformist oluşumların içinde yer alarak değil, Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde ifade bulmuş Ekim Devrimi’nin derslerini kuşanan komünistlerin birliğini sağlama mücadelesinde verilebilir. Bu topraklarda muzaffer bir proleter devrimin gerçekleşmesi ancak Bolşevik Partisi gibi bir partinin önderliğiyle mümkündür.
Devrimci Siyaset için Bağımsız Devrimci Bir Parti Gerekir
Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve çağdaşlarının hatalarından ders çıkarmak ve bağımsız devrimci siyasi hatta örgütsel mücadelenin ehemmiyetini kavramak bugün için de devrimcilerin önünde duran görevlerdendir. Lakin Türkiye solu, bu hatalardan ders çıkarmak şöyle dursun, onlardan daha bilinçsiz merkezci bir pozisyonda olup reformist partilerin içerisinde yer alarak devrimcilik yapılabileceği safsatasını savunmaktadır.
Bugün Türkiye solunun muhtelif siyasetleri, emekçilerin ve ezilenlerin bağımsız hareketini örebilmek için HDP’nin içinde yer almanın gerekliğini ve HDP içinde yer almamanın bu yolda engel teşkil ettiğini öne sürmektedir. Bu doğrultuda, HDP’nin içinde devrimci kanat olarak diğer eğilimlere karşı bir hegemonya mücadelesinin verilebileceği fikri HDP’nin içinden devrimci tutum alınabileceği yanılmasını yaymaktadır. HDP’den ayrı bağımsız bir örgütsel duruşla siyaset yapamazken devrimci lafızlar savuranlar tipik merkezci bir pozisyondadır. En keskin siyasi söylemleri HDP gibi bir yapı içinde dile getirmek merkezciliğin tipik özelliğidir. Bu merkezci pozisyon, HDP harekete geçmeden harekete geçememeyi beraberinde getirir. Yani bu siyasetler ne kadar devrimci çağrılarda bulunursa bulunsunlar HDP’nin içinde kalmaya devam ettikleri sürece bağımsız bir siyasi odak olamayıp HDP’nin söylemini benimseyen ve tümüyle ona uygun bir işleyişi kabul eden pozisyonda kalacaklardır. Bu yalpalama hali sürdürülemez bir hatta tıkılıp kalmalarına, bir açmazlık döngüsünün içinde sürüklenmelerine sebep olmaktadır.
HDP içinde kalıp devrimcilik yapılabileceğini iddia eden siyasetlerin aldığı tutumları anlayabilmek için merkezciliğin ne olduğunu ve merkezciliği neden mahkûm etmek gerektiğini kavramak mühimdir. Türkiye sol hareketinin pek aşina olmadığı merkezci oportünist çizginin mahiyeti anlaşıldığında, Kautsky’nin bile yanında marksist hatta devrimci kaldığı HDP’nin içinden devrimcilik yapılabileceği iddiasına sahip çıkanların çarpık tutumunu kavramak mümkündür.