Burjuva Vücudunun Kalbindeki Kriz
6 Ocak 2020 tarihinde Amerikan Kongresi, Trump’ın başkanlığa vedasından iki hafta önce burjuva demokrasisine iman etmişleri dehşete düşüren bir saldırıya uğradı. Trump taraftarları kongre binasını işgal ettiler.
Marks, 1848 Fransız Devrimi hakkında yazarken Fransa ve İngiltere’yi karşılaştırıp krizlerin kaynağı kapitalist sistemin merkezi olsa da, krizin siyasi sonuçları olan devrimler en son bu merkeze ulaşır diyordu. Bu devrimlerin gücü merkez üzerindeki etkilerinden anlaşılabilir diye ekliyordu: “…bunalımlar önce Kıta Avrupası’nda devrimlere yol açsa bile, bunların temelleri her zaman İngiltere’de atılır. Doğal olarak, şiddetli kopuşlar burjuva vücudunun kalbinden önce kollarında ve bacaklarında görülmelidir, çünkü ilkindeki denge kurma olasılığı diğerlerinde olduğundan daha yüksektir. Diğer yandan, Kıta Avrupası’ndaki devrimlerin İngiltere üzerindeki etkilerinin derecesi, aynı zamanda, bu devrimlerin, burjuva yaşam koşullarını gerçekten tehdit etme ya da bunların siyasi oluşumlarını etkilemekle sınırlı kalma düzeylerini gösteren bir termometredir.” Bu açıklama burjuva vücudun günümüzdeki merkezi Amerika için de geçerlidir. İçinden geçtiğimiz kriz özü itibariyle Amerikan emperyalizminin dünyayı yönetememesinden kaynaklanır. Bu krizin yarattığı dünya çapında devrimci durum Amerika’yı da etkisi altına almaya başlamıştır. Kongre baskını Amerika’daki siyasi krizin ulaştığı boyutu gösteren çarpıcı bir örnek olsa gerek.
Faşist Darbe Girişimi Değil DERİNLEŞEN SİYASİ KRİZ
Kongre baskınının ardından ABD’de başarısız bir faşist darbe girişiminin yaşandığı tespiti, hızla geçer akçe oldu. Hâlbuki Trump’ın faşist bir darbeye giriştiğini söylemek, nereden bakılırsa bakılsın elde kalacak bir iddiaydı. Her şeyden önce bir darbeyi gerçekleştirebilecek gücün devletin şu ya da bu kanadıyla irtibatlı olması gerekir. Trump’ın dört yıllık başkanlığıysa bu anlamda bir hüsran öyküsüdür. Trump bu süre içerisinde bürokrasi tarafından dışlanmış, kendi çalışma arkadaşı olarak seçtiği kesimlerle bile çalışamamış, çoğunu azletmek zorunda kalmıştır. Büyük bir buhrana sürüklenmiş olsa da Amerikan Cumhuriyeti’ndeki kriz, henüz Türkiye’deki boyutta değildir. Türkiye’de bir rejim krizi söz konusu iken, Amerika’da krize rağmen müesses nizam tüm kurumlarıyla ayaktadır. Kongre baskınında görüldüğü üzere, mızıkçılık yapan Trump’a kapıyı gösterebilecek, oyunun kuralına uymadığında yaptırım uygulayabilecek şekilde işlemektedir.
Faşist bir darbe için en azından faşist bir partinin varlığı gerekir; ama Trump’ın adaylığını dayattığı Cumhuriyetçi Parti, faşist bir parti olmadığı gibi, seçim sonrasındaki süreçte Trump’ın, “Seçimde hile var” iddialarına dahi destek çıkmamıştır. Faşist darbe iddiası Trump’ın çekirdek seçmen tabanının kimler olduğunu düşününce daha da gülünçleşmektedir. Ağırlıklı olarak sanayisizleşme sürecinde fabrikalardaki işlerini yitirmiş beyaz Amerikalılardan oluşan bu seçmen kitlesi, ne militarist bir dış politikayı tercih etmektedir ne de güçlü ve her şeyi merkezileştiren bir devlet aygıtını.
Trump’ın bir faşist olarak sunulması, Amerikan sermayesinin Trump’a karşı oluşturduğu geniş koalisyonun harcıydı. Trump bir faşist olarak sunulmasaydı ne Joe Biden Demokrat Parti’nin adayı ne de düzen kurumlarına sıkıca bağlı Kamala Harris başkan yardımcısı olabilirdi. Kongre baskınının bir darbe girişimi olarak sunulması, Amerikalıların her tarafı lime lime dökülen burjuva demokrasisinin mekanizmalarına iman tazelemesini sağlama amacını taşıyordu. 28 Şubat darbesi öncesi haber bültenlerinde zikir görüntüleri dakikalarca yayınlanan Aczmendiler ne kadar şeriat tehdidi arz ediyorduysa, Trump’ın bizonlu takipçileri de en fazla o kadar faşist bir karşı devrim tehdidini büyütüyorlardı.
Restorasyon Mümkün Mü?
28 Şubatçılar, Türkiye’de 12 Eylül Rejimi’ni restore etmeyi amaçlıyorlardı. Bugün de Trump dönemini lanetli bir dönem, bir daha tekrarlanmaması gereken bir istisna olarak sunan Trump karşıtı koalisyon, Amerikan siyasetini içeride ve dışarıda işler haline getirmek istiyor. Demokrat Parti içerisindeki Sanders-Cortez muhalefetinin, Biden karşısındaki duruşuna bakılırsa bu plan şu anda işlemektedir. Sanders şimdiden, Trump gibi bir faşistin daha güçlü bir şekilde geri gelmesinin önünü kesmek için emekçilerin yaşam koşullarını düzeltecek “acil bir eylem planı”nı uygulama çağrısında bulunmuştur. Biden hükümetinin, Amerikan sermayesini içine düştüğü açmazdan kurtarmak için geniş bir harcama paketini gündeme aldığı göz önünde tutulursa, Amerikan emperyalizmine soldan göz kırpan “yetmez ama evet”çi tutumun süreceği anlaşılır.
Bir yandan Amerikan Merkez Bankası’nın marifetiyle, devletin harcamalarını arttırarak Amerikan ekonomisini canlandırma ve bu canlandırma paketiyle Amerikan işçi aristokrasisini ayakta tutma diğer yandan da Amerika’nın uluslararası itibarını tesis etme amacını taşıyan bu süreç ne yazık ki önemli bir çelişkiyle karşı karşıyadır. Zira her iki hedefe ulaşması için Amerikan hükümetinin sadece daha fazla masrafı üstlenmesi yetmez. Uluslararası normalleşme için Trump döneminde hız kazanan korumacı politikalardan vazgeçmek zaten rekabet kapasitesi düşük Amerikalı kapitalistleri iyice geriye düşürmek böylelikle Amerikan toplumunu ve siyasetini olduğu gibi ayakta tutmanın maliyetini arttırmak da gerekir. Kısacası çözümün kendisi sorunu daha da büyütmekten başka bir işe yaramamaktadır. Tüm bunların yanı sıra Amerika’nın bu doğrultuda attığı adımlar, Obama’dan beri izlediği dış politikadan köklü bir şekilde vazgeçmesini, askeri gücünü dünyanın her yanında hissettirmesini gerektirmektedir. Bu durumun kendisi de Amerika’nın içinde debelendiği açmazı büyüten bir faktör olacaktır. Irak Savaşı’ndan beri attığı askeri adımların ABD açısından fiyaskoyla sonuçlanmış olması da meselenin bir diğer yönüdür.
Kısacası ABD’nin içinde çırpındığı ve kapitalist üretim tarzının eşitsiz gelişmesinden kaynaklı iktisadi temelleri olan bu siyasi krizin şu ya da bu para politikasıyla, dış politika reformuyla düzelme imkânı yoktur. Amerika’daki siyasi kriz derinleşecektir. Kongre binasının önümüzdeki dönemde çok daha şiddetli sarsılması olasıdır.
Erdoğan MHP’den Kurtulamaz
ABD burjuva vücudunun kalbiyse Türkiye Marks’ın kolları ya da bacakları olarak işaret ettiği bölgededir. Hatta Lenin’in deyimiyle emperyalist zincirin zayıf halkası, daha önceden de ısrarla yazdığımız gibi Türkiye ve Kürdistan’dır. Bu anlamda rejim krizinin şiddetlendiğini gösteren olgulara her ay yenileri eklenmektedir.
İçinden geçtiğimiz döneme damgasını vuran Erdoğan’ın, MHP’ye bağımlılığını azaltma yönündeki girişimleridir. Erdoğan’ın, Milli Görüşçülerin peşinden kapı kapı dolaşması, peşpeşe demokratikleşme reformu vaatlerinde bulunması bu doğrultudaki arayışların göstergesidir. Adalet Bakanı’nın, MHP’nin AKP içindeki yansıması olan Soylu karşısındaki çıkışlarını da bu çerçevede yorumlamak gerekir.
Gelgelelim Erdoğan’ın bu yöndeki girişimleri, ABD’deki Trump sonrası restorasyon hayallerinden bile daha karşılıksızdır. Her şeyden önce 2015’ten beri süregiden bir iç savaş gerçeği vardır. Burjuva siyaseti ne kadar kaypak olursa olsun bu süreç içinde atılan adımlar tarafların bulunduğu pozisyonların katılaşmasına yol açmıştır. Dahası Cumhur İttifakı’nda MHP pasif değil, belirleyici bir bileşendir ve halihazırda iradesini bilinçli olarak Erdoğan’ın bu yöndeki adımlarını sabote etmek için kullanmaktadır. Gelecek Partili Özdağ’a yapılan saldırı, MHP’nin “HDP’yi kapatalım”, “HDP’lileri itlaf edelim” çağrıları, emniyetin HDP bürolarına yaptığı operasyonlar, Soylu’nun Adalet Bakanı’nı sıkıştırmak için yağdırdığı tutuklama talimatları bu doğrultuda atılan adımlar olarak görülmelidir. Erdoğan, demokratik reformlardan bahsettiği sürece MHP’nin bu yöndeki girişimleri misliyle sürecektir.
Erdoğan’ın, filmi 2015 öncesine sarma yönündeki adımlarını karşılıksız bırakacak daha önemli bir faktörse “Reis”in gerileyişinin kendisidir. Erdoğan, bugün ne devlete ne de partisine hâkimdir. Tek değil kuşatılmış adamdır, gerileyişi nedeniyle tüm manevra kabiliyetini yitirmiştir. Pazarlık yapacağı kesimlere sunabileceği hiçbir şey kalmamıştır. Bu anlamıyla Erdoğan’ın kendisi batık bir girişimdir. Erdoğan’a ayakta kalması için destek vermek bu batık projeye ortak olmak anlamına gelecektir. Bu durumun kendisi Millet İttifakı’nın herhangi bir bileşenin Erdoğanla uzlaşma ihtimalini düşürmektedir.
Reform Hayalleri Cumhur İttifakı’nı Bölerken Baskılar Muhalefeti Sindiremiyor
Burjuva diktatörlüğünde baskı da reform da hâkim sınıfın başvurduğu araçlar arasında gelir. Baskı ve terör yoluyla devrimci hareketleri ezmek, bu hareketlerle ittifak kurmaya yeltenenleri ürkütmek mümkündür. Reform yoluyla işbirlikçi reformist akımların önünü açmak, bunlar aracılığıyla devrimci görüşlerin proleter hareket içinde önünü kesmek de mümkündür.
Hâkim sınıf, egemenliğini pekiştirmek istediği dönemlerde ise bu iki aracı birlikte kullanır, seçmeli terör/seçmeli reform uygular. Devrimcilikte ısrar edenleri ezip tasfiye eder, sınıf işbirliğine yönelenleriyse ödüllendirir. Aslına bakılırsa Türkiye’de doksanların başından Gezi’ye kadarki süreçte muhtelif şekillerde hayata geçirilmeye çalışılan ama bir türlü başarılı olmayan tam da bu seçmeli terör politikalarıdır.
Bugünkü durum ise tam tersidir. “Evdeki yüzde elliyi zor tutuyoruz” yalanının karşılıksız olduğu, önce Gezi sırasında sonrasında 6-7 Ekim Başkaldırısı’nda ortaya çıkmıştır. Kendi tabanını silahlandırmak şöyle dursun harekete geçiremeyen Erdoğan, Kılıçdaroğlu’na yumruk attırmak için bile MHP’ye başvurmak zorunda kalmıştır.
MHP’nin bir burjuva kitle partisi olmadığı açıktır ama Erdoğan’ın desteği olmasaydı az daha genel başkan koltuğuna parlamenter yolu seçenlerin oturacağı da bir vakadır. Bu partinin iktidarı almak için harekete geçmiş faşist bir parti olmadığı daha da açık olmalıdır. Doğrusu bugünkü ÖDP 12 Eylül öncesinin Devrimci Yol’una ne kadar benziyorsa, Cumhur İttifakı’nın bileşeni MHP de yetmişli yıllardaki MHP’ye o kadar benzemektedir. HDP’ye saldırmaya cesaret edemeyen MHPliler Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Selçuk Özdağ örneğinde görüldüğü üzere eski mesai arkadaşlarıyla yetinmektedirler. Hâl böyle olunca Erdoğan’ın ve MHP’nin elinde muhalefeti sindirmek için kalan tek silah devlet aygıtıdır. Ancak ordusu, polisi, mahkemesiyle devletin kendisi de bütünlüğünü yitirmiş durumdadır. Hükümetin uyguladığı şiddet muhalefeti sindirmekten uzaktır.
Reformlara gelince, AKP’nin sicili bu konuda herhangi bir inandırıcılık sağlamanın önündeki bizatihi engeldir. 2007’deki Kürt açılımı önce Milli Birlik projesine dönüşmüş sonrasında on bin HDPli hapse atılmış, sınır ötesi operasyonlar başlamıştır. 2010’da başlayan yeni anayasa girişimleri beş sene sonunda hüsrana uğramış, nihayetinde 2017 referandumu işleri iyice içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Çözüm süreci masasını tekmeleyen, Kuzey Kürdistan’ı kana boğan Erdoğan’ın kendisidir. Güney batı Kürdistan, Türk ordusunun işgali altındadır. Beş senedir hapiste tutulan Demirtaş’ı serbest bırakmayanlar Leyla Güven’i bir kez daha tutukluyorlar. Karşılıksız reform vaatleri Cumhur İttifakı içindeki gerilimleri arttırırken AKP’den ayrılan ekiplere cesaret veriyor.
Şiddeti sindiremeyen, reformu ümit veremeyen bir hükümetin yumuşama girişimlerinin aslında bir zayıflığa işaret ettiği ezilen ve emekçi yığınlar tarafından sezildikçe bu kesimlerin cesareti artar ve reformistlerin kitle hareketini denetleme becerisi azalır. Türkiye tam da böyle bir dönemden geçmektedir.
Koşullar Faşistler İçin Değil Devrimciler İçin Elverişlidir
Yetmişli yıllarda solda yapılan faşist diktatörlük tespitleri, burjuva diktatörlüğünün bir başka biçimi olan burjuva demokrasisine dair hatalı değerlendirmeler içerse de, verili siyasi düzenin hiçbir kurumuna yaslanarak siyaset yapılamayacağı sonucuna varıyordu. Bu da elbette devletin yasalarına boyun eğmeyen devrimci örgütlenmeleri şart koşuyordu. Bugün Türkiye’de faşizm tespiti yapmanınsa böyle bir siyasi sonucu yoktur. Öyle ki HDP’nin kendisi bile faşizme karşı birleşik mücadele platformlarında yer alabilmektedir.
Günümüzde gerek Amerika’da gerekse de Türkiye’de konsolide olan/yükselen faşizm tespitlerini yapanların amacı elbette devlete karşı emekçilerin bağımsız mücadelesini yükseltmek değil. Onlar “faşizm yükselirken” devrim propagandası ve ajitasyonu yapmanın sekterlik olduğu varsayımıyla, karşı devrimci saldırıları abartarak sözüm ona faşizme karşı mücadele eden Amerikancı muhalefete yedeklenmenin bahanelerini üretiyorlar.
Tam da bu noktada Clara Zetkin’in 1923 yılında Komintern’in Yürütme Komitesi’nin plenumuna sunduğu rapordaki “Faşizm, proleter devrimi gerçekleştirememiş proletaryanın çekmeğe mahkum olduğu cezadır.” tespitini hatırlamak gerekir. Zetkin elbette faşist hareketin esas olarak devrimci bir harekete tepki olarak yükseldiğine dikkat çekmektedir. Bu bakımdan da henüz ortada devrimci bir hareketin bulunmadığı koşullar altında ABD’de yahut Türkiye’de faşist bir karşı devrim tehdidi aramak beyhudedir. Ama aynı saptamanın başka bir anlamı daha vardır. Faşist hareketin devrimci hareketi takip etmesi, ona tepki olarak gelişmesi başlangıçta koşulların devrimciler açısından çok daha elverişli olduğu anlamına gelir. Faşist bir hareketin yükselişe geçmesi için devrimci bir hareketin yükselişe geçmesinin yanı sıra devletin onu bastırmada yetersiz kalması gerekir. Bugün Türkiye’de yaşanansa tam tersidir. Giderek şiddetlenen devrimci duruma, devrimciler için elverişli hale gelen koşullara rağmen devrimci güçler reformist kuşatmayı kıramıyorlar. Bu koşullar altında faşist bir yükselişten söz etmek abestir. Doğrusu devrimcilerin kendi ayaklarına vurduğu prangalara dikkat çekmektir.
Boğaziçi’nde Mücadele Edenlerin Övgüye Değil Devrimci Partiye İhtiyaçları Var
Geride bıraktığımız haftalar içerisinde Boğaziçi Üniversitesinde başlayan kayyım rektörü protesto hareketi tam bu çerçevede anlam kazanır. Boğaziçi’nde ve diğer üniversitelerde söz konusu mücadelenin başını çeken öğrencileri sadece öğrenci olarak görmek büyük bir yanılgı olacaktır. Bugün eğer Boğaziçi’nde kayyım karşıtı bir mücadele yürüyorsa, bu mücadele başka üniversitelerden destek buluyorsa bunun sebebi üniversitelerde sol akımların sahipsiz ve pusulasız bıraktığı ama devrimci bir arayış içinde bulunan yığınla militanın bulunmasıdır. Söz konusu kesimler bugün öğrenci hareketinin nasıl büyütülüp kitleselleştirileceğine dair tavsiyelere ihtiyaç duymuyor. Onlar asıl üniversitelerdeki hareketi toplumun diğer kesimleriyle hükümete karşı bir seferberlik içinde birleştirmek için devrimci bir partinin önderliğine ihtiyaç duyuyorlar.
Kapitol baskını da Boğaziçi protestoları da sadece siyasi gelişmelerin bir bütün olarak devrim dinamiklerinden yana olduğunu göstermiyor aynı zamanda devrimci önderlik boşluğuna işaret ediyor. Tam da bu yüzden bugün yapılması gereken sınıf düşmanının açmazları karşısında ferahlama hissine kapılmak, şu ya da bu toplumsal mücadeleye övgüler düzmek değil tüm bu mücadelelere önderlik edecek devrimci partiyi yaratmaktır. Bugün muhtelif muhalif hareketlerin önüne nasıl gerçekleştirileceğini kimsenin bilmediği mücadele hedefleri koymak soyut temennilerin ötesine geçememek anlamına gelir. Tersinden somut bir çözüm iddiasında bulunanlarınsa devrimci bir partinin kuruluş kongresinin nasıl örgütleneceğine dair net bir yol haritası çizmesi gerekir. KöZ’ün arkasında duran komünistler tam da bu haritanın propagandasını yapıyorlar.