(Haziran 2013 KöZ Özel Sayısı)
Geçtiğimiz aya damgasını vuran gelişmenin Taksim alanının 1 Mayıs’a kapatılması ve bunu izleyen çatışma ve gelişmeler olacağı sanılıyordu. Öyle olmadı. Mayıs ayı sona ererken hükümetin koruyup kışkırtarak azdırdığı İstanbul polisi, Taksim Gezi Parkı’ndaki protesto eylemcilerine saldırarak beklenmedik bir öfke patlamasını tetikledi. Taksim’den başlayıp ülke çapında yayılarak sürmekte olan eylemler ilk günlerden itibaren ağaçlara sahip çıkma refleksinin ötesine taştı. 1 Mayıs’ta kitlelere kapatılan Taksim Meydanı birkaç gün içinde polise ve hükümet kuvvetlerine kapatıldı. Türkiye’de görülmemiş çapta bir hükümet karşıtı kitlesel başkaldırı beklenmedik bir anda gelişti ve sürüyor. Bu gelişme sadece 2013 Mayıs ayına damga vurmakla kalmadı, bundan sonraki gelişmelerin yönünü tayin eden bir dönüm noktası oldu.
Bu gelişmenin hem taraftarları hem de karşıtları arasında genel bir şaşkınlıkla karşılanmasının başlıca nedenlerinden biri, uzun zamandır alışıldığı üzere, ağırlık merkezinde BDP’nin temsil ettiği yığınların olduğu bir eylem olmamasındandır. Doğrusu bu eylemlere katılan kesimlerin ne daha önce Gazi Ayaklanması’nda görülen kesimlere ne de aynı kesimleri ifade eden ve Newroz alanlarını dolduran kitleye benzememesi ilk şok etkisini yarattı. Üstelik bu kitle genellikle apolitik kabul edilen yahut öyle zannedilen kesimlerin ağırlıklı olduğu bir kitleydi.
‘Çözüm süreci’ diye adlandırılan manevra ile BDP’nin harekete geçirdiği yığınların bir süredir büyük ölçüde eylemliliklere sınırlı ve denetimli bir katılım sağlıyor olmasına bakarak, hükümetin ‘artık sükunet ve istikrarın yerleştiğine’ dair propagandalarına inanmış bir toplum çoğunluğu için sürpriz gibi patlak verdi, Gezi Parkı’ndan yükselen ve bir hortum gibi yayılan eylemler.
Esasen olayların tetiklendiği anda önemli rolü olanların başında bir BDP milletvekilinin, Sırrı Süreyya Önder’in olmasına ve hastaneye kalkanların başında bulunmasına rağmen, eylemler zincirini tetikleyen BDP’nin alışılagelmiş kitlesi olmadı. Hatta BDP baştan itibaren bu başkaldırının dışında durup, dışarıdan destek vermekle yetindi ve tabanını eylemlerden uzak tutmaya gayret etti. Şaşırtıcı olan buna rağmen, belki de bu sayede, görülmemiş çapta ve sertlikte bir başkaldırı umulmadık bir kitle tarafından sergilendi. Bu eksiklik sayesinde bir araya gelmesi daha önce mümkün olmayan heterojen bir kitle eylemlerde buluştu.
Kuşkusuz en başta olduğu gibi, sonrasında da giderek artan sayıda çeşitli devrimci örgütlerin taraftarlarının eylemlere katıldığı ve bu katılımın eylemlere ayrı bir dinamizm kattığı doğrudur. Bilhassa eylemlerin varoşlara ve başka kentlere yayılmasında da onların hatırı sayılır bir rolü olduğu da açıktır. Hatta altı çizilmelidir ki sadece şu ya da bu devrimci yahut sosyalist akıma mensup olanların değil, bu akımların dışında olmakla beraber, geçmişte polisle karşı karşıya gelmiş olma deneyiminin taşıyıcısı olan önemli bir kesimin varlığı deneyimsiz unsurların polisin sert saldırıları karşısında geri çekilmemesinde ve cesaretlenmesinde hatırı sayılır bir rol oynamıştır.
Ama bu etkenin tek başına belirleyici olmadığı da açıktır. Zira, daha yakın bir zaman önce, devrimci örgütlerle ilişkili aynı kesimler adeta bir sıkıyönetimin ilan edilmiş olduğu 1 Mayıs’ta aynı Taksim Meydanı’nı zorlarken yalnız kalmış ve ilerleyememişti. O zaman da KöZ bu yalnızlaşmanın başlıca nedenleri arasında BDP’nin harekete geçirdiği yığınlarının aktif bir rol almamış oluşuna işaret etmişti.
Bugün Gezi Parkından başlayıp yayılan eylemlerin arkasında yaşam tarzına müdahaleye bir tepku olduğu yaygın bir söylem. Halbuki 2013 1 Mayıs günü tüm İstanbulluların yaşam tarzına görülmemiş bir saldırıyı ifade ediyordu; tüm İstanbul, İstanbulluların tümüne neredeyse tamamen yasaklanmış durumdaydı. Ama o zaman bugün eylemlerde kendini gösteren kitle de ortada yoktu.Bu bakımdan bugün gelişmekte olan eylemlere asıl özelliğini veren unsurun daha önce kendini göstermemiş olan bu kitlenin mahiyeti olduğunu söylemek gerekir. Bu nedenle de bu kitlenin nasıl ve neden Mayıs ayı sona ererken ortaya çıkıp kendini müstesna biçimde gösterdiğini anlamak üzere bu ayaklanmaya ön gelen olayların gelişimini hatırlamakta yarar var.
31 Mayıs Gününe Nasıl Gelindi?
Taksim’in 1 Mayıs mitingine kapatılmasının ardından, İstanbul’un tümü de 1 Mayıs günü İstanbullulara yasaklandı. Onu takiben medyada oldukça yankı bulan protestolara rağmen, tarihi Emek Sineması’nın yıkımı 21 Mayıs’ta başladı. Bu direnişin başarısız kalmış olmasına rağmen, Taksim Dayanışması, Gezi Parkı’nı yıkıp parkı Topçu Kışlası kisvesi altında AVM’ye çevirme projesine karşı bir oturma eylemi başlattı.
Tayyip Erdoğan, 3. Boğaz Köprüsü’nün temel atma töreninde Gezi Parkı’ndaki protesto eylemini küçümseyen bir edayla ‘ne yaparlarsa yapsınlar, Gezi Parkı’ndaki düzenlemeler yapılacak’ açıklamasını yaptı. Böylece polisin Gezi Parkı’na saldırması için işareti de çakmış oldu. Ardından milyonlarca insana hakaret eden açıklamalarla alkol satışı ve tüketimini kısıtlayan uygulama ilan edildi.
Erdoğan belli ki belediye başkanlığı zamanından beri kursağında kalan heveslerini bir bir yerine getirmeye niyetliydi. Bunu Fatih Altaylı’nın programında çok örtük olmayan bir biçimde ifade etti. Erdoğan bir yandan şahsi ihtiraslarını ve hesaplaşmalarını birer ferman gibi dile getiriyordu Bir yandan da hem meclisteki yetersiz sandalye sayısıyla giderek asabileşen bir tonla giderek daha provokatif bir rol oynamaya başlamıştı. Mecliste istediği düzenlemeleri keyfince yapmasına yetmeyen bir sandalye sayısıyla sonuçlanmış olmasına rağmen, sanki en büyük zaferiymiş gibi ‘yüzde 51’ sandık skoru demagojisini sürdürüyordu. Bu Pirus zaferiyle böbürlenerek, tüm toplumun efendisi gibi davranmaya hakkı olduğu tekerlemesini ağzından düşürmemekte ısrar ediyordu.
Aslında gitgide gerilemesine rağmen, Erdoğan öylesine kendine sevdalı ve kışkırtıcı bir söylem tutturmaktaydı ki, aksini yaptığını zannederken geniş kesimlerin tepkilerinin birikmesini sağlayan bir ajitasyonla tansiyonu adım adım yükselttiğinin farkına varmadı.
Sadece o değil, bu şamataya eşlik eden ve AKP’nin git gide güç kaybettiğini ve yeni bir seçim yenilgisine doğru ilerlediğini göremeyen medya manipülatörleri de aynı körlük içindeydi. Onların etkisi altındaki tüm kesimler Mayıs ayının sonunda AKP hükümetine karşı Türkiye siyasi tarihinde eşi görülmemiş bir başkaldırının yaklaşmakta olduğunu fark edemedi.
ABD gezisinden umduğunu bulamadan ve bir kez daha ‘fırça yemiş’ olarak dönen Erdoğan, bu kez Adnan Menderes ve arkadaşlarını idama götüren 27 Mayıs Darbesi’nin yıldönümünde bir demagoji kampanyası başlattı. Bir kez daha CHP ve İsmet İnönü’ye karşı duygu sömürüsü yüklü bir kampanya yükselterek teselli bulmaya çalıştı. Öte yandan yeri geldikçe Gezi Parkı’nın yerindeki Topçu Kışlası’nın Fatih Sultan Mehmet tarafından yapıldığını ve İsmet İnönü tarafından yıkıldığını sık sık tekrarlamaktan da geri durmamaktaydı. Böylelikle şimdilerde ‘Taksim Meydanı’nı yayalara açmak üzere sıradan bir düzenleme’ olarak sunulmaya çalışılan Gezi Parkı’nı yıkma projesini bizzat Erdoğan ve şakşakçıları farkında olmadan politize etmekteydiler. Öyle olduğunu görmeleri için Mayıs ayının sonunda bulutsuz bir gökte çakan şimşek gibi patlayan isyanın körleşmiş gözlerine batması gerekiyordu.
30 Mayıs Günü Gezi Parkı’ndakilerin Hiçbiri Böyle Bir Ayaklanmanın Patlak Vereceğini Beklemiyordu
Doğrusu Gezi Parkı’nda mütevazı bir protesto eylemi olarak başlayan oturma eyleminin Türkiye siyasi tarihinin en büyük hükümet karşıtı başkaldırısına varacağını o eylemi başlatanlar da akıllarından bile geçirmemişlerdi. Onlar da Gezi Parkı’nda çadırlarını kurarken ve çadırlarına sahip çıkmaya çalışıp parktaki ağaçlara muhabbetlerini asarken böyle bir gelişmeye vesile olacaklarının farkında değildiler.
Bu protesto eyleminin polise karşı çok sert bir direnişe dönüşmesine yol açan süreçte önemli bir rol oynayan Sırrı Süreyya Önder de dozerin önüne çıkışıyla Gezi Parkı’ndaki eylemcilere toplu isyana dönüşen bir direniş çizgisinin yolunu gösterdiğinin farkında değildi.
Adeta Nazım Hikmet’in Ceviz Ağacı şiirindeki gibi, polis de olanların ve olacak olanların farkında değildi. Ama polis Sırrı Süreyya Önder’in arkasında BDP’nin kolaylıkla seferber etmesine alıştığımız öfkeli yığınların olmadığının iyice farkındaydı. Daha önce 1 Mayıs gününde de BDP kitlesinin sokakta olmayışından cesaret almış olan polis, ilk bir iki yoklamadan da yanlış sonuçlar çıkardı. Bir direnme olacağı bu ilk yoklamalarda belli olduğu halde, beklenmedik sertlikte ve kararlı bir direnişin patlak vereceğini hesap edemeyen polis, bir yangına dönüşeceğini asla ummadığı ateşin üzerine körükle gitmekten çekinmedi.
O nedenle, 30 Mayıs günü sabahın köründe, çadırları toplayıp ateşe verip, hala sönmeyen ve yayılarak büyüyen bir yangının ilk kıvılcımını çaktı.
O sırada parkta bulunan veya bulundukları yerlerden parka yönelen devrimciler de nasıl bir gelişmenin öngününde olduklarını bilmiyorlardı. Daha önce defalarca polisle çatışmaya girmiş, biber gazı ve tazyikli suyun ötesinde daha sert müdahalelerin deneyiminden geçmiş belli bir akıma mensup olan veyahut olmayan deneyimli unsurlar da aşina oldukları bir direnişi gösterdiler. Ama kendileri için sıradan sayılabilecek bu davranışla, yan yana durmaya alışkın olmadıkları bir kitleye deneyimlerini aktardıklarını ve bu deneyimden gelen cesareti aşıladıklarını bilmiyordular. Bu suretle daha önce hiç içinde bulunmadıkları çapta ve tipte bir ayaklanmanın başlangıcında olduklarının farkında değildiler.
Bu müstesna deneyimi anlayabilmek için her şeyden önce, doğru sanılan bazı yanlışları kavramak ve fazlaca düşünmeden tekrarlanan kimi temelsiz tekerlemeleri unutmak gerekir.
Özellikle Gezi Parkı’ndan başlayarak Türkiye tarihinin en büyük hükümet karşıtı kitlesel başkaldırısına hayat veren direnişin anlamını ve sınırlarını görebilmek için bunu yapmak şarttır. Bu eylem sarmalının temel eksikliklerinin ne olduğunu kavramak ve bu deneyimden doğru dersleri çıkarabilmek için bu şarttır. Bilhassa sansür tutumunu çabucak terk edip, asıl görevlerini (yani kamuoyunu yanıltma işlevini) yerine getirmek üzere kameralarını bu eylemlere çevirmek zorunda kalan medyanın oyunlarını bozmak için de buna ihtiyaç var. Bu bağlamdaki efsanelerin belli başlılarına ışık tutmak bu bakımdan yararlıdır.
Gezi Parkı’ndaki Protesto Eylemini Başlatan Kitle Apolitik Bir Kuşağı Temsil Etmiyor
Kuşkusuz Gezi Parkı’ndan başlayarak yayılan ve süreklilik kazanan hükümet karşıtı isyan ile ilgili en çok üzerinde durulan hususların başında, bu eylemlerin başlangıç noktasında yer alan kitlenin esasen eylem içinde ve siyasal mücadelede görmeye alışkın olmadığımız kesimleri ifade etmesi geliyor.
Bu kitle daha çok apolitik kabul edilir ve 12 Eylül rejiminin depolitizasyon tedbir ve uygulamaların halis ürünlerinden biri olarak görülür. Mayıs ayının son günlerinden itibaren bu efsanenin gerçek duruma tekabül etmediği anlaşılmış bulunuyor. Son gelişmelerle kendini gösteren bu somut durumu sıcağı sıcağına değerlendirmek ve ne anlam ifade ettiğini bilince çıkarmak önemlidir.
Her şeyden önce yerli yerine oturtulması gereken şey, apolitik olmaktan anlaşılması gereken şeyin ne olduğudur. Gezi Parkı’nda kendini gösteren ve herkesi şaşırtan kitlenin apolitik bir kitle olduğunu bundan böyle kimse söylemeye cesaret edemeyecektir. Ama bu vesileyle bu kitlenin nasıl bir politizasyonu ifade ettiğini ve bunun sınırlarının ve zaaflarının hangileri olduğunu değerlendirmek gerekiyor.
Genellikle politize olmaktan anlaşılan belli bir siyasi akıma bağlılık ve aidiyet göstermek olmaktadır. 12 Eylül Darbesi ve hala belli başlı kurumlarıyla hüküm süren 12 Eylül rejiminin hedeflerinin başında kitlelerin örgütlenmesini, bilhassa siyasal örgütlenmesini önlemek ve bunun için var olan devrimci siyasal örgütlenmeleri baskı ve terörle ortadan kaldırmak geliyordu. Askeri cuntanın hüküm sürdüğü koşullarda bu hedefe büyük ölçüde ulaşıldığını söylemek yanlış olmaz.
Geçmişte yüz binleri siyasi hedeflerle seferber etme yeteneğine sahip örgütlerin hepsi büyük ölçüde etkisiz hale getirildi. Bu sürecin belki tek istisnası ve aykırı örneği ise Kürdistan’da olmanın belirlediği dinamiklerin etkisiyle PKK’nin darbe öncesiyle kıyaslanmayan yükselişi oldu.
Askeri cuntanın yönetimi sivil emanetçilerine devretmesinin ardından Kürdistan’dan esen rüzgarın da etkisiyle 12 Eylül’de dağılan örgütlerin neredeyse hepsi yeniden toparlanmaya girişti. Ama bu kez birçokları 12 Eylül’ün yapamadığını yapan peş peşe tasfiyecilik dalgalarıyla karşı karşıya kaldılar. Düzenin baskı güçlerinin buna eşlik eden saldırılarıyla yeniden ve peş peşe darbeler aldılar.
Sonuç itibariyle hala varlıklarını öyle ya da böyle sürdürüyor olsalar da, bu örgütlerin hiçbiri bir daha 80 önceki çaplarına kavuşamadı. Görece artan basın yayın ve iletişim imkânlarına rağmen, geçmişteki politik etkilerine sahip olamadılar. Böylelikle genç kuşakları düzenli bir biçimde saflarına katarak politize eden bir çok akımın etkisi görece sınırlandı. Aynı süreçte elbette sendikalar ve kitle örgütleri de bu etkenin hatırı sayılır bir etkisiyle, bir daha 12 Eylül önceki çaplarına kavuşamadılar. Tabii aynı nedenle kitlelerin, yeni kuşakların seferberliğinde ve siyasallaşmasında da göreli ama hissedilir bir düşüş oldu ve bu hala sürmektedir.12 Eylül rejimine atfedilen ‘depolitizasyon’ esasen bu çerçevededir. Bir başka deyişle devrimci ve sol örgütlerin siyasal etkisinin ve örgütlenme kapasitesinin budanması suretiyle onların muhatabı olan yeni kuşakların da bu etkinin dışında kaldığı bir dönem açıldı. Hem yerleşik akımların kimi eski taraftarlarının uzaklaşması hem de yeni kuşakların etki alanının dışında kalmasıyla ‘apolitikleştiği’ söylenen bir kuşak büyüdü.
Bu sürece aykırı olarak Kürdistan’da PKK vasıtasıyla yeni kuşakların geçmiştekinden de geniş bir ölçekte siyasallaştığı ve hatta Türkiye tarihinde görülmemiş ölçekte bir siyasallaşma göstermekte oluşu ise elbette ayrı tutulmalıdır. Hatta bu siyasallaşmanın etkisi savaş veya ekonomik nedenlerle başlayan muazzam bir göç sayesinde belli başlı kentlerde de varlığını göstermektedir.
Böylelikle büyük kentlerin varoşlarında proletaryanın en çok ezilen kesimleri arasında diğer kesimlerle kıyaslanmayacak bir siyasallaşma 90’lı yılların ortasından itibaren kendini gösterdi. Bu varoşlarda zaman zaman irili ufaklı patlamalarla kendini gösteren bir ‘patlayıcı madde’ birikti.
Ama BDP’nin Türkiyelileşme söylemleri ve hedeflerine rağmen bu siyasallaşma halen ve esasen ‘Kürt sorununa endeksli bir siyasallaşmayı’ aşabilmiş değildir. Newrozlarda seferber olan yığınların 1 Mayıs vb. seferberlik durumlarında veya bugün görülmekte olan eylemlerde aynı coşku ve yığınsallıkla yer almaması da hareketin örgütlü ve disiplinli yapısının yanısıra bu durumu yansıtmaktadır.
Bütün bu etkenlerin sonucunda gerek devrimci ve sosyalist akımların, gerekse de BDP’nin etki alanında yer almayan, bununla birlikte düzen partilerine de itibar etmeyen bir kitle oluştu.
Bu kitle gerek devletin gerekse de devletin müsamahasıyla gelişen şovenist milliyetçi akımların veya çeşitli renklerdeki reformist/tasfiyeci akımların etki alanına da girmedi. Herhangi bir siyasi akıma bağlı olmadıkları için, gerek sağdan gerekse de soldan apolitik olmakla küçümsenen bir geniş kuşak oluşturdu.
Doğrusu SSCB ve benzerlerinin yıkılmasının ardından belli başlı siyasal akımların etkilerini kaybettiği başka ülkelerde de 90’lı yıllardan beri, benzer bir gelişme olmuştur. Bu etken de Türkiye’deki gelişmenin üzerine tuz biber eken bir başka etken olmuştur.
Dünyanın başka yerlerinde zaman zaman kendini gösterdiği gibi, nihayet Gezi Parkı’nda başlayan ve görülmemiş çapta bir hükümet karşıtı başkaldırıya dönüşen eylemlerde yıllardır ‘apolitik’ sayılan bu kitlenin sanıldığı gibi apolitik olmadığı görüldü. ;Mevcut siyasal yapıların etkisinin dışında kendilerince bir politizasyon içinden geçmiş olduğu anlaşıldı.
Demek ki söz konusu olan tam anlamıyla bir apolitikleşme olgusu değildir. Mevcut siyasal örgütlenmelerin kapasitesinin düşüklüğü ve türlü yetersizlikleri nedeniyle, var olan politizasyon alanının dışında siyasallaşan bir kitle söz konusudur. Üstelik bu kitlenin sadece gençlerden oluştuğu da doğru değildir. Aksine içinde geçmişte muhtelif siyasal deneyimlerden geçmiş ve tasfiye dalgaları veya başarısızlıklar sonucunda kendini siyasi akımların dışında bulmuş birçok unsuru da barındırmaktadır.
Bu tablo muhtelif renkleriyle Gezi parkı deneyimi içinde kendini artık bir daha unutulmayacak şekilde göstermiştir. Dolayısıyla bu olgunun adı doğru konmalıdır: söz konusu olan bir apolitikleşme değil, örgütsüzleşmedir.
Sorun bu biçimde tarif edildiğinde ise söz konusu kesimlere kimi zaman aşağılayıcı ve küçümseyici olan bir sıfat aramaktan önce demokrasi ve özgürlük mücadelesine önderlik etme iddiasında olan örgütlenmelerin eksikliklerine dikkat çekmek gerekir. Bunların iddia ettikleri niteliklere sahip olmadıklarına hükmetmek gerekir.
KöZ’ün lügatinde bu durum bir devrimci önderliğin bulunmaması biçiminde ifade edilmektedir. Kendileri hakkındaki bu gerçeği teslim etmek yerine, , kusuru kitlelerde aradıkları müddetçe var olan örgüt veya partilerin bu niteliğe ulaşmaları mümkün değildir.
Gezi Parkı’ndan başlayarak yayılan başkaldırıya katılanların ‘apolitik’ olduklarını artık kimse söyleyemeyecektir; ama bu tabloda asıl görülmesi gereken ve söylenmesi icap eden, muhtelif irili ufaklı örgütlerden hiçbirinin iddia ettikleri niteliğe sahip olmadıklarıdır.
Zira Lenin’in dediği gibi, Dreyfus Skandalı gibi bir olay bile devrimci bir önderliğin var olduğu koşullarda bir devrimin patlak vermesi için yeterli olabilir. Eğer Gezi Parkı’ndan başlayıp Türkiye’nin birçok yerine yayılarak süren hükümet karşıtı başkaldırı kucaklanıp, siyasi hedeflerine yönlendirilemiyor ise, asıl sorun yaşadığımız topraklarda Bolşeviklerinki gibi bir devrimci önderliğin bulunmayışıdır.
Bu tespit yapılmadığı müddetçe kendini parti yahut siyasi örgüt olarak gören akımların bir gün kendiliğinden işçi eylemlerinin peşinde, bir başka gün Kürtlerin kuyruğunda veyahut son günlerde olduğu gibi Gezi Parkı’ndan yayılan eylemlerin peşinde sürüklenmekten kurtulmaları mümkün değildir. Oysa kuyruğunda sürüklenilen bu tür hareketlerin her birinin temel eksiği ve ortak ihtiyacı da başka bir şey değildir. Bugün Gezi Parkı’nda olduğu gibi, bu tür hareketler benzer eylemlerin ortak deneyimlerini oluşturan hafızanın eksikliğinden ve farklı kesimlerle eşgüdümün sağlanamayışından ötürü, her seferinde sınırlı bir siyasallaşma çerçevesinde kalmaktan kurtulamayacaktır.
Somut bir örneğe bakıldığında Gezi Parkı’nda eksik olan şeyin siyaset değil, örgütlenme refleksleri ve deneyimi olduğu apaçık görülebilir.
Açıktır ki, Gezi Parkı’ndaki eylemi gerçekleştirenler gerek polise karşı direnişi koordine etmede gerek başka gündelik işlerin örgütlenmesinde dikkate değer ve alışılmamış bir örgütlülük ve koordinasyon sergilemektedir. Hatta farklılıkların, kimi zaman karşıt tutum ve görüşlerin idare edilmesinde ve sorunların eylemin selametini sağlayacak tarzda çözülmesinde de belli bir başarı olduğu söylenmelidir.
Ama hükümetle eylemciler adına görüşmeye giden heyette eylemdeki ağırlıklarına orantılı biçimde temsil edilmedikleri de apaçıktır.
Eylemde yer alanlar yiyecek işini, eylemde ve günlük yaşamda dayanışmayı ve nöbetleri organize ederken adeta tereyağından kıl çeker gibi hareket edebilmektedir. İletişim konusunda da çok süratli ve etkilidirler.Ama temsil edilmemektedirler. Bir konsey olarak toplanıp kendi temsilcilerini seçme, talep ve görüşlerini seçip denetledikleri ve geri alabildikleri temsilciler vasıtasıyla dile getirmeye yönelememektedirler. Bu durumda da koca bir kalabalık oluşturan tek tek bireyler olarak kalmaktadırlar. Uzağında durdukları, yahut bizzat içinde olmadıkları başka kurum ve kuruluşların kendileri adına hareket etmesinden rahatsız olsalar da buna razı olmaktadırlar.
Bu bir apolitiklik değilse de bir siyasal örgütlenme refleksi kusurudur. Bu deneyimde görülmesi ve ders çıkarılması gereken hususlardan biri budur. Bu ders önemlidir zira bu müstesna deneyim burada kalacak değildir. Bundan sonra yine beklenmedik biçimde ve muhtelif nedenlerle tekrar edeceğinden kuşku duyulmamalıdır. O takdirde sadece bu süreçte etkisiz olan örgütlü çevreler bakımından değil, bu eylemlerin gelişmesinde bizzat yer alan kitleler için de ilerisi için çıkartılabilecek ve çıkartılması gereken dersler vardır
Tablonun Eksiği, BDP’nin Temsil Ettiği Emekçi Yığınlar
Gezi Parkı’nda başlayıp, yayılarak genişleyen ve aşağı yukarı ülke çapında bir hükümet karşıtı başkaldırıya dönüşen isyanın yaşadığımız topraklarda bugüne kadar görülmüş en büyük kitlesel başkaldırı olduğunda şüphe yoktur.
Gerek hükümet çevreleri ve uluslararası basın gerekse de solda yer alanların büyük kısmı bu eylemlerin siyasal niteliğini tartışmaya yanaşmasalar da, değişik amaç veya kalkış noktalarından hareketle bir ‘orta sınıf hareketi’ tespitinde bulunmaktadırlar. Doğrusu esas olarak Marksist referansları olanlar için orta sınıf kavramı yoktur ve sınıfsal bir saptama yapılamadığı zaman başvurmak üzere kullanılan içi boş bir kavramdan ibarettir. Kimi zaman bu ihtiyacı gidermek için içi boş ve muğlak bir halk kavramına başvurulması da adettendir ve aynı kusurları ifade eder.
Gezi Parkı ile ilgili olarak alelacele yapılan kimi anketler de yaş ve gelir grupları üzerinden kimi verileri ortaya koyarak benzer içi boş tespitlere varmaktadırlar.
Hükümete karşı kitlesel bir başkaldırıya katılanların bir bir sosyolojik tahlilini yapmak akla ziyandır ve başka bir işe de yaramaz. Zira hükümete karşı bir kitlesel siyasal başkaldırıya toplumun her kesiminden unsurların değişik saiklerle ve değişik yollardan gelerek katılması gayet tabiidir. Aksi takdirde böyle bir kitlesel başkaldırıdan söz edilmesi de mümkün değildir. Dolayısıyla böylesi bir kitlesel eylemliliğin içinde kimlerin olduğuna bakıp bunları ayrı ayrı tasnif etmek yerine asıl hangi unsurun eksik olduğu üzerinde durmak ve buradan hareketle söz konusu eylemlerin mahiyeti kadar sınırlarını da kestirmek üzere kafa yormak gerekir.
Bazı akımlar işin başında ve başlangıcında kendileri olmadığı için ve kendilerinin işçi sınıfını temsil ettikleri kuruntusuna kapılmış oldukları için bu hareketin sınıf niteliğini sorgulama eğilimindedir. Bunlar üzerinde durmaya gerek yoktur.
Bazı akımlar da bu harekete ‘bir orta sınıf hareketi’ etiketini yapıştırırken işin içinde ‘işçi sınıfının olmayışını’ vurgulamak maksadıyla yanaşmaktadır.Bu hareketin esas olarak sınıf mücadelesinin marjında gelişen bir hareket olduğuna işaret etmek istemektedirler. Bu tip yaklaşımların yanılgısı sadece söz konusu eylemlerin ne olduğunu kavrama noktasında değil, daha çok işçi sınıfının kapsamı bağlamındadır. Genellikle bu gibiler işçi sınıfının esas itibariyle sendikalı veya sendikaların hedef kitlesi olan kesimlerden ibaret olduğunu, yahut sınıfın belirleyici bölüğünün bunlara indirgenebileceğini düşünenlerdir.
Dolayısıyla bu gözlükten bakanların Gezi Parkı’ndan başlayan eylemler sarmalında neyin eksik olduğunu araştırmadan önce işçi sınıfına dair kendi tanımlarının içinde neyin eksik olduğunu kavramaya ihtiyaçları vardır. Kaldı ki, tamamen tesadüf olsa da bu eylemler başlamadan önce KESK’in ilan etmiş olduğu grev tam eylemlerin ortasına denk gelmiştir.
Sadece KESK değil başka sendikalar da beklenebileceği gibi, grevlerle bu eylemleri buluşturma iradesini ortaya koymuş ve Gezi Parkı’ndaki eylemciler de buna sevinçle hüsnü kabul göstermişlerdir. Ama bu buluşma eylemlerin çapını ve temposunu hissedilir biçimde arttırmış değildir. Eylemlerin grevlerin hedeflerine yaklaşmasına da gözle görülür bir katkısı olmamıştır. Daha ilginci bu buluşmaya rağmen eylemlerin sınıf karakteri hakkındaki saptamalar değişmemiştir. Eylemlerde işçi sınıfının bulunmadığını söyleyenler aynı tekerlemeyi sürdürmektedirler.
15-16 Haziran 1970’de bugünlerde gördüğümüz türden bir hükümet karşıtı ayaklanmanın fabrikalardan başlayarak iki gün boyunca belli başlı sanayi merkezlerini sarmış ve idare binalarını kuşatmış olduğu doğrudur. Bugün böyle bir gelişmenin olmadığı da apaçıktır. Oysa 15-16 Haziran’daki işçi ayaklanmasının kıvılcımı DİSK’e yönelik saldırılardı ve bugün DİSK’in de mevcut eylemi desteklediği sır değildir. Ama sorun yıllar önce sokaklara dökülen işçilerin bugünkü eylemlerle buluşup buluşmama konusundaki iradesizliği değil, o zaman onları sokağa dökebilen siyasal aktörlerin bugün mevcut olmayışıdır.
Bugünkü DİSK işçileri Gezi parkı eylemiyle buluşmak üzere sokağa dökecek çapta bir örgüt değildir; çoğu zaman yapabileceği kadarını bile yapmaktan geri duran bir çizgidedir. Aslında 15-16 Haziran’da da işçileri sokağa döken DİSK olmamıştı. İşçiler temas içinde oldukları devrimcilerin etkisiyle veya kendiliklerinden DİSK için sokağa dökülmüşlerdi. Bugünkü DİSK’e gelince, daha birkaç hafta önce, 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkma iddiasında bulunduğu halde, işçi sınıfının ne kadarlık bir kesimini ne ölçüde harekete geçirebildiği besbellidir. DİSK’in veya herhangi bir başka sendikal örgütlenmenin işçi sınıfının önemli bölüklerini mevcut eylemlere katma iradesi ve yeteneği yoktur. Ama zaten işçi sınıfı da onların temsil edebileceği sınırlı kesimlerden ibaret değildir. O nedenle de bugünkü ayaklanmada eksik olan unsuru görmek için sendikal harekete bakmak abesle iştigaldir.
Emekçilerin en dinamik ve en siyasallaşmış kesimlerini esasen kimin temsil ettiğini ve hangi öznenin bu kesimleri seferber etme yeteneğine sahip olduğunu görmek isteyenlerin bakması gereken yer KöZ’ün öteden beri işaret ettiği yerdir.
Geçtiğimiz yıllarda Newroz alanlarını dolduran yüzbinler hangi sınıfın parçasıdırlar? Onların sınıf aidiyetlerini anlamak için hangi dili konuştuklarına, nereden geldiklerine ve hangi siyasi hedeflerin peşinde olduklarına bakmak ne zamandan beri Marksist bir tahlilin kalkış noktası olmaktadır? Elbette ki İstanbul gibi bir sanayi merkezinde yüzbinlerce Kürdü hareket geçirdiğiniz takdirde, bunların ezici çoğunluğunun proleterlerden oluşması kaçınılmaz ve tartışmasızdır.
Bu kesimler işçi sınıfının pek çokları tarafından görülmeyen kesimlerini oluşturmaktadırlar. Evde çalışan kadınlar, inşaat, tekstil, temizlik, gıda vb. kayıt dışı çalışmanın neredeyse egemen olduğu sektörlerde geçici ve güvencesiz olarak çalışan muazzam bir kitle, söz konusudur. Hem muhtelif işlerde yarım zamanlı çalışıp hem öğrencilik yapanlar, bazan işsiz kalıp bazan iş bulanlar. Askerliğini yapana kadar sabit bir işte düzenli çalışmayanlar vs. bu kesimler arasındadır. Bu kesimlerin ağırlıklı bir bölüğünün savaş ya da başka nedenlerle kentlere göçmüş Kürtlerden oluştuğu da sır değildir. Zaten başka ülkelerde de bu kesimler genellikle göçmenlerden ve gençlerden teşkil etmektedir.
İlginçtir, 1995 Gazi Ayaklanması patlak verdiğinde, fabrikalara ve sendikalı işçilere odaklanmış soldaki akımların hemen hemen hepsi bu ayaklanmanın bir proleter ayaklanma olduğunu görmedi. O zaman da işçi sınıfının eylemin içinde bulunmayışından şikayet etmek revaçtaydı. Oysa bırakalım büyük küçük fabrikalardaki sendikalı-sendikasız işçileri, Gazi Mahallesindeki ayaklanma, bilhassa solun bu miyopluğunun da etkisiyle sınıfın aynı kesimlerinin hepsine dahi sirayet edemedi. 1 Mayıs Mahallesi ve kısmen Gülsuyuna sıçramış olsa bile, başka benzer varoşlara sıçrayamadı. Tamamen İstanbul çerçevesinde kalarak sonlandı. Ama buna rağmen 95 ve 96 1 Mayıslarına damgasını vurarak yeni bir dönemin açılışını temsil etti.
Kuşkusuz bugün Gezi Parkı’ndan başlayarak gelişen ayaklanmanın Gazi Ayaklanması ile bir benzerliği yoktur. Ne gelişme seyri, ne de bileşimi bakımından bir ortaklığı yoktur. Ama bu benzemezlik bu iki olayın da hükümet karşıtı birer ayaklanmayı ifade ettiğini görmezden gelmemizi gerektirmez.
Üstelik Gezi Parkı’ndan başlayıp yayılan ayaklanma kıyas kabul etmeyecek kadar daha büyük çaplıdır. Bununla birlikte, asıl önemli eksiği 1995’te Gazi’de kendini gösterip, peşinden gelen 1 Mayıslara rengini veren kitle 2013’teki ayaklanmada kendini henüz göstermiş değildir.
Geçtiğimiz yıllarda Newroz alanlarında bütün haşmetiyle gördüğümüz kitle de aynı kitledir; bugün sözkonusu hükümet karşıtı başkaldırıda görülmeyen asıl büyük kitle budur. Üzerinde durulması gereken eksik budur.
Kuşkusuz bu kesimlerin sözkonusu eylemlerle buluşmamış olmasının nedeni sosyolojik değildir. Zira hiç kuşkusuz bugün sokaklara dökülen yüz binlerin içinde işçi sınıfının bu kesimlerinden gelenlerin sayısı az değildir, bilhassa eylemler varoşlara doğru sıçradıkça bu oran artmaktadır da. Demek ki bu eksikliğin nedenini başka yerde aramak gerekir; orada bulunacaktır. İşçi sınıfının en dinamik ve en siyasallaşmış kesimlerinin bugünkü siyasal başkaldırıda yer almayışlarının nedeni politiktir.
İşçi sınıfının bu kesimlerini bilhassa mevcut eylemlerin merkezi olan İstanbul’da harekete geçirme yeteneğinde olduğunu defalarca göstermiş olan BDP bu eylemlere şimdilik dışarıdan destek vermekle yetinmektedir. Oysa Gezi parkındaki direnişin başlamasında BDP vekili Sırrı Süreyya Önder’in hatırı sayılır bir rolü olduğu ve BDP İstanbul vekilleri kadar BDP teşkilatlarının eylemlerin başından beri daima hazır bulundukları da sır değildir. Ama BDP’nin harekete geçirebileceği yığınları imkansızlık nedeniyle değil, bilinçli olarak ve bazı yersiz refleksleri bahane ederek harekete geçirmediği de açıktır.
Demek ki Gazi Ayaklanması’nda ve başka pek çok örnekte dolduğu gibi bugün de kendini gösteren ikinci büyük eksik de Bolşeviklerin mirasına sahip bir devrimci önderliğin bulunmayışıdır. Öncelikle emekçilerin bu görünmeyen kesimleri arasında çalışmaya önem veren KöZ’ün asıl öncelikli ödevi de bu eksiğin giderilmesidir.
Gezi Parkı ve Taksimde Şovenist Unsurların Varlığı bir Mazeret Olamaz
BDP’nin tabanını bu eylemlere katmaktan imtina etmesi ve dışarıdan destek vermekle yetinmesini eylemlerin karakteri ile veya halihazırda seferber olmuş olan kitlenin niteliği ile izah etmek temelsiz ve nafile bir çabadır.
BDP çevresinden unsurlar bazan resmen, çoğunlukla da gayrı resmi olarak eylemlere aktif ve kitlesel olarak katılmayışlarının nedenini eylem alanlarına hakim olan şoven milliyetçi bir hava ile izah etmektedir. Bu bahanenin iler tutar yanı yoktur.
Bilakis esas olarak orada BDP’nin harekete geçirebileceği kitle eksik olduğu için, başka bir ortamda bu kadar etkili bir siyasi rol oynaması mümkün olmayan İP’li ve (AKP’nin Gezi Parkı’nı yıkma projesine oylarıyla destek vermiş oldukları için mahcup durumda olduklarından) onların arkasına gizlenen CHP’li unsurlar zaman zaman öne çıkmaktadır.
Hatta başlangıçta tam bir sansür uyguladıktan sonra mecburen eylemleri ekranlarına ve sayfalarına taşımak zorunda kalan medya kanallarının kasıtlı olarak bunları öne çıkardıkları ve olduklarından fazla gösterdiklerini de unutmamak gerekir.
Yer yer BDP’ye ve BDP’lilere saldırıların olduğu da doğrudur. Ama bunun asıl nedeni o kalabalıkların içinde BDP’nin sembolik olarak yer almış olmasıdır. Üstelik bu durumlarda bile eylemlerin asıl gövdesini oluşturan kitlenin bu tür taciz ve saldırılara müdahale ederek önünü kestikleri de unutulmaması gereken bir başka vakıadır.
Bu tür açıkça şoven ama abartılmaması gereken durumlar bir yana, eylemlerde Türk bayraklarının hakim olduğu da doğrudur. Ama bu durum eylemin siyasi niteliğine dair bir işaret olarak görülmemelidir. Daha çok spor karşılaşmalarında da sık sık görülebilen türden bir dekor gibi algılanmalıdır. Kaldı ki, BDP’nin halihazır çizgisi bakımından Türk bayraklarının bir mazeret olması da söz konusu olmasa gerekir. Komünistler de elbette böyle bir ayaklanmada ‘ay yıldızsız kızıl bayrakların’ dalgalanmasını tercih ederler; ama bu bağlamda böyle bir şeyi tartışmak yersizdir. Ayrıca herkesin kendi bayraklarını dalgalandırmasına bir engel de yoktur.
Demek ki, eylemlerde şovenist unsurların ve Türk bayraklarının varlığı BDP’nin eylemlerde aktif ve kitlesel olarak yer almayışını izah eden kabul edilebilir bir mazeret değildir.Zaten asıl neden de burada değildir.
BDP de her gözü gören kimse gibi böyle bir katılımın ardından mevcut ayaklanmanın gerçekten AKP hükümetini süpürecek bir harekete varacağının farkındadır ve asıl olarak yerine neyin geleceği belli olmayan böyle bir olasılığı endişe ile karşılamaktadırlar.
Bu durumu sadece şu andaki sözüm ona ‘çözüm süreci’ ile izah etmek de doğru olmaz. Zira BDP AKP’yi geriletme yeteneğindeki başlıca siyasi aktör olmasına rağmen,bu süreç başlamadan önce de AKP’ye karşı sokaklardan yükselen ve siyaset arenasında da karşılığı olan bir ana muhalefet rolünü oynamaktan daima kaçınmıştır.
Bu itibarla bu tutum öncesiyle birlikte ele alındığında ‘çözüm süreci’nin geçerli bir gerekçe olmaktan ziyade, zaten varolan bir tutuma bugün bulunan bir bahane olduğunu söylemek gerekir. Ama mevcut durumda bu tutumun süreceği de o kadar kesin değildir.
Bu nedenle bu konunun üzerinde durmak, BDP saflarında yaygın olduğu anlaşılan ve daha önce Leyla Zana’nın yankı uyandıran açıklamasına da yansıyan bir yanılgıyı düzeltmek gereklidir.
Bu yanılgı esas olarak AKP’nin ve onun kaderinin yanlış değerlendirilmesinden ve ‘Çözüm Sürecinin’ AKP’nin bir açılımı olduğu hakkındaki yanılsamadan ileri gelmektedir. Bu yanılsama yüzünden bu sürecin AKP’siz yürüyemeyeceği hakkındaki yanlış kanaat yaygındır.
Ama AKP’nin bilhassa yol almaya devam eden ayaklanmanın da etkisiyle ivmelenen bir gerileme içinde olduğunun görülmemesi mümkün değildir. BDP’nin bu ayaklanmanın dışında kalmasıyla bu gerilemenin tersine dönmeyeceği besbellidir.
Aksine, düşmekte olan AKP’nin düşüşüne BDP aktif olarak katkı koymadığı takdirde iki olumsuz gelişme birden olur. Bir taraftan AKP giderek gericileşip saldırganlaşır. Kendine hizmet etmeyen her türlü demokratik gelişmenin önünü baskı tedbirleriyle tıkayan bir tutumu benimser. Bu doğrultuda ittifaklar arayan bir konuma sürüklenir. Diğer taraftan da AKP karşıtı muhalefet içinde ondan daha az gerici olmayan kesimlerin kaybettikleri ağırlığı peyder pey kazanmasına yol açan bir alan açılmış olur.
Hükümet Geri Adım Atmıştır ve Atmaya Devam Edecektir
Hükümet AVM projesinden geri adım atmakla kalmayıp, polisin sert saldırısına maruz kalan Gezi Parkı’ndaki direnişçilerden özür dilemek zorunda kalmıştır. Polis Taksim’den çekilmiştir. Ama Gezi Parkı’nın ve AKM’nin yıkılması hala gündemdedir. Polisin başka alanlarda ve şehirlerde destek eylemlerine saldırıları da görece yumuşayarak da olsa sürmektedir.
Bu nedenle bu geri adımın yanlış yorumlanmaması bir kesin zafer gibi görülmemesi gerekir. Geri adım atmasına rağmen kuyruğu dik tutmak isteyen hükümet bu manevralarla toparlanıp, eylemcileri bölerek bu başkaldırıyı bastırma gayretindedir. Eylem içinde polise ve hükümete karşı birleşen, aslında başka bir yerde başka bir nedenle ve başka bir biçimde bir araya gelemeyecek unsurları birbirlerinden ayırıp birbirlerine düşürerek bu hükümet karşıtı başkaldırıyı savuşturma arayışı içinedir.
Bunun için başvurduğu yol çoktan beri bilinen bir tekerlemeyi tekrarlamaktan başka bir şey değildir. ‘Aşırı uçların, marjinal grupların provokatörlerin eylemi saptırmasına izin vermeyin!’. Bu ayaklanmayı tetikleyen Başbakanın vurucu kuvvetlerinin başı Muammer Güler’in bulabildiği bu çok çiğnenmiş sakızdan başka bir şey değildir. Polisin başı bu suretle eylemcileri bölüp birbirlerine düşürebileceğini sanmaktadır.
Oysa bu çare, çare değildir. Zira bu birbirlerinden farklı görüş ve duruşları olan kesimleri bir araya getiren, ayrım yapmadan üzerlerine saldıran polisten başkası değildir. İlk saldırının ardındaki bahaneyle bugün gevelenmekte olan tıpatıp aynıdır.
Ama yüz binlerce birbiriyle bağdaşmaz insan bir kez aynı biber gazına, maruz kalmış, aynı copu ve tazyikli suyu yemiş, aynı plastik veya gerçek mermiye yahut gaz fişeğine hedef olmuştur bir kere. Birbirlerini kollamayı birbirlerinin yarasını sarmayı ve ellerindeki taşı aynı hedefe birlikte savurmayı öğrenmiştirler bir kere. Ortak sofra kurup birlikte halay çekmeye alışmıştırlar. Eylem içinde şekillenip pişen bu dayanışmayı birilerine havuç gösterip diğerlerine sopa sallayarak kırmak mümkün değildir.
AVM projesini geri çekip, ‘çevreye duyarlı eylemciler’den özür dilemekle bu isyanı durdurabileceğini sanan hükümet yanılmakta ve kendi bildiğini de unutmaktadır. Zira bu olayların Gezi Parkı projesine karşı çıkmakla alakası olmadığını, esasen hükümete ve başbakana karşı bir isyan olduğunu söyleyen kendileri değil miydi? Mademki yayılarak sürmekte olan bu eylemler hükümet karşıtıdır ve birbirlerinden farklı nedenlerle ve farklı hedef ve biçimlerle de olsa eylemciler hedef tahtasında AKP hükümetini ve onun baskı aygıtlarını görmüştürler bir kere, bu eylemlilik bu niteliği ile sürecektir ve sürmelidir.
Öte yandan hükümet çevreleri geri adım atarken ve güya kabahatini teslim ederken bile yalan söylemeye devam etmektedir. ‘Yasa dışı eylemlere, şiddete dayalı eylemlere izin vermeyiz’ ve şiddete dayalı eylemler veyahut ‘Vandalizm’ anlamına gelen eylemler nedeniyle haklı taleplerle başlayan eylem çığırından çıkmıştır’ derken sanki söz konusu olan polise direnenlerin yaptıkları imiş gibi göstermek istiyorlar. Oysa açıktır ki eylemlerin başlamasına neden olan asıl ‘şiddete dayalı eylemi’ yapan polistir. Olayların büyüyerek gelişmesini tetikleyen kıvılcım bu şiddete dayalı eylemden başka bir şey değildir.
Kaldı ki, eylemlerin Gezi Parkı ve civarının ötesine taşmasının üzerinden çok zaman geçti. İstanbul’un varoşlarında başka şehirlerde başlayan ve az çok aynı sertlik ve kararlılıkla süren ve yayılan eylemlerin Gezi Parkı’ndaki ağaçları korumakla pek az ilgisi olduğu açıktır. Aksi takdirde polisin saldırmasını beklemeden başka yerlerde de o protesto eylemiyle dayanışma amaçlı girişimler olurdu. Yayılan eylemler açıktır ki polisin saldırısına karşı gösterilen sert ve kararlı direnişin tetiklediği ve bu direniş ile dayanışma amacıyla başlayan elbette AKP karşıtlığı çizgisinde buluşan eylemlerdir. Bu nedenle polisin Gezi Parkı ve Taksim civarından çekilmesiyle eylemlerin yayılması önlenememiştir. Aksine, Taksim’de değilse bile başka alanlarda direnenlere saldırılar sürdükçe direniş de sürmekte büyümekte ve yayılmaktadır.
Kuşkusuz eylemler yayılma eğilimi gösterdikçe, solun değişik kesimlerinin giderek daha fazla eylemlerde yer aldığı ve bir bakıma eylemlerin yayılmasının ardındaki etkenlerden birinin de bu olduğu açıktır.
Bu tabloya bakarak hükümet zorla bastıramadığı eylemleri Gezi Parkı ile diğer alanları birbirinden ayırarak engelleme çabasındadır. Ama bu çaba nafiledir. Zira eylemler herkesin gözünde gerçek ismini bulmuştur: Bu eylemler AKP karşıtı bir başkaldırıyı ifade etmektedir. Bu eylemlerin yatışması için hükümetin evvela bunu teslim edip bu başkaldırıyı muhatap alması gerekir.
‘Evet biz mesajı aldık AVM projesini gözden geçireceğiz’ demekle sorun çözülmez. ‘Müfettişler görevde, aşırı güç kullanımının sorumlularını araştırıyoruz’ oyalamacasıyla da bitmez. Zira aynını hükümetin Hrant Dink davasını nasıl örtbas ettiğini, Roboski katliamının üzerini nasıl örttüğünü herkes gibi bugün eylem halinde olanlar da bilmektedir. Müdahale emrini veren ve bu tutumu sürdürenler bellidir: emniyet müdürü, vali ve içişleri bakanı hiyerarşisi içinde sorumluların kimlikleri besbellidir ve bunlar derhal görevden alınmalıdır. Bir müzakere olacaksa da bu noktadan sonra başlamalıdır.
Bu durumda Erdoğan köşeye sıkıştıkça hırçınlaşmakta ve Gezi Parkı’ndan başlayıp yayılan ayaklanma karşısında geri adım atmak zorunda kaldıkça daha sert bir tutum benimseme eğilimine yönelmektedir. Eylemcileri ‘masum gençler’ ‘marjinal unsurlar’ diye bölmek üzere bir tarafa havuç uzatıp arkasında sopayı hazır tutan AKP’nin iki yüzlü tutumunun da görülmemesi mümkün değildir. Dolayısıyla AKP hükümetinin herhangi bir demokratik çözüm planının bir tarafı olamayacağı besbellidir. Bu nedenle BDP’nin de demokratik bir çözüm sürecinin belirleyici öznesinin kendisinin temsil ettiği güçlerden başka bir yerde olamayacağını ve bu rolü oynayabilmek için AKP’yi karşısına alarak mevcut ayaklanmanın aktif bir parçası olmak zorunda olduğunu kavramaması mümkün değildir. Bu nedenle sorunun bu yanına ışık tutmak gerekir.
‘Çözüm Süreci’ AKP’nin Planı Değildir Akıbeti AKP’ninkine bağlı Değildir
BDP çevresinde ve tabanında ‘Kürt Sorunu’ doğrultusunda bir çözümün AKP iktidarı altında olabileceğine ve AKP’nin düşmesi halinde bu yolun önüne engeller çıkacağına dair yaygın bir yanlış kanaat vardır. Bu esasen AKP’nin başlangıçtan beri kullandığı başlıca sermayeyi oluşturan bir demagojidir. Asıl gerçek AKP’nin baştan itibaren duruma ve güç dengelerine göre kah ‘açılım’ ‘çözüm’ vb. diyerek kah imha çizgisine yönelerek ‘Kürt sorununu’ kullanmakta oluşudur. Hele bugün AKP’nin somut ve içi doldurulmuş bir ‘çözüm’ paketi olmadığı her zamankinden daha açık görülmelidir.
Her şeyden önce AKP bugün ‘çözüm süreci’ denen süreci kendisi açmış değildir. Önce açlık grevlerinin basıncıyla Abdullah Öcalan’ı muhatap almak ve ardından esas olarak bölgede istikrar sağlanmasına ihtiyacı olan ABD’nin zorlamasıyla bir müzakere sürecine girmek zorunda kalmıştır. Bu nedenle kendine ait bir çözüm paketi dahi yoktur.
AKP’nin açıkça dile getirdiği tek şey esas olarak gerilla birliklerinin Türkiye dışına çıkmasından ibarettir; ve bu süreç çoktan başlamıştır. Kaldı ki bu Erdoğan’ın planı değil, yıllar önce Öcalan’ın dile getirdiği ve bugün de tekrar ettiği şeyden başka bir şey değildir. Üstelik Erdoğan bunu dahi esas olarak sağ seçmen tabanına hitaben ifade etmeyi sürdürmektedir. PKK’nin kendi inisiyatifiyle düzenli bir biçimde geri çekildiğini örtbas etmek istemektedir. PKK’ye geri adım attırarak sınır dışına çekilmeye zorladığını ve bu sayede ‘artık şehit cenazelerinin durduğunu’ iddia etmektedir. Aslında devamlı Washington’dan ayar çekilerek yürüttüğü süreçte güya inisiyatifi elinde tutma rolü oynarken, hamaseti elden bırakmamakta saldırgan üslubunu ve tutumlarını sürdürmektedir.
Oysa ilk adımı PKK attığı halde, devletin atacağı adımın hangisi olduğu belli bile değildir. Gezi parkında ve sonrasında hükümetin baskı güçlerinin nasıl bir üslup ve yöntem kullandığına bakıldığında ‘dağdaki silahlı mücadeleyi bırakıp ovada siyaset yapmaya’ davet edilenlere karşı bu hükümetten gelecek adımların neye benzeyeceğini tasavvur etmek zor değildir.
AKP esasen güç kaybetmektedir ve Mayıs ayının sonundan itibaren bu süreç ivmelenmiş durumdadır.
Bugüne kadar AKP’den oy çalmayı başaran yegane odak BDP’nin ağırlık merkezinde olduğu odaktı. AKP’nin yeniden toparlanmak için de bu odağı siyaset zemininde nötralize etmeye ve tercihan oylarını kendi hanesine aktarmaya ihtiyacı vardır. Seçim barajını kaldırmadan BDP’yi seçime girmeye zorlamak bunun en kestirme yoludur. Bu bakımdan bir yandan seçim barajına dokunmayan Anayasayı rafa kaldırmaya hazırlanan AKP’nin ‘çözüm’ planından ne beklediğini anlamak için başka yere bakmaya hacet yoktur.
AKP’nin çözümden ne beklediği bir yana kelimenin gerçek anlamına az çok benzeyecek bir ‘çözüm’ün asgari çerçevesi şu anda BDP’nin ve halihazır eylemlere katılanların önemli bir kesiminin de razı olacağı AB standartlarıyla sınırlı bir demokratikleşmedir. Ama bu takdirde BDP kendi kendini devreden çıkarmadığı takdirde, böyle bir çerçevenin AKP’nin büsbütün aleyhine olacağı besbellidir. Barajın kaldırılmasıyla gidilebilecek bir seçimde AKP’nin hem baraj nedeniyle sağdan topladığı oyları kaybedecektir; hem BDP’nin kendisinden kopardığı ve koparacağı oylar artacaktır; hem de son gelişmelerle kaybedeceği önemli bir oy sayısı olacaktır. Bütün bunları hesap edersek, AKP’nin böyle bir ‘çözüm’ ile iyice gerileyeceği besbellidir.
O halde AKP’nin ‘çözüm sürecinden’ beklentisinin ne olduğu da besbellidir: AKP bu sürece kendi paçasını kurtarmak için muhtaçtır ve beklentisi BDP’nin seçim zemininde karşısında olmamasıdır.
Öte yandan eğer gerçekten herhangi bir ‘çözüm süreci’ söz konusu edilecek ise, böyle bir çözüm planının AKP’nin bir planı olmadığı bellidir. AKP’nin tekelinde olmadığı da apaçıktır. Bu planın ana hatları bir yandan Washington tarafından, bir yandan da sınıf mücadelesinin damga vuracağı güçler ilişkisi tarafından belirlenecektir. Bu bakımdan daha şimdiden böyle bir çözümün bir hükümet meselesi olmaktan çıktığı ve bir devlet meselesi haline geldiği açık olmalıdır. Mevcut hükümetin bileşimi değişse de, yerine yeni bir hükümet gelse de bu planı takip etmek zorundadır.
Bunun tek istisnası MHP’nin aradığı ve son gelişmeler üzerine verdiği destekten anlaşılabileceği gibi saldırgan bir AKP/MHP ittifakıdır. Sanıldığının ve bilhassa bugünlerdeki tablonun gösterdiği gibi ‘Cumhuriyet mitingleri’ zamanındakine benzeyen bir CHP/MHP ittifakının başarı şansı bir yana, tasavvur edilmesi bile mümkün değildir. Zaten basında ve hükümet çevrelerinde iddia edildiği gibi, Gezi Parkında Cumhuriyet mitinglerindekiyle hiç benzerliği olmayan bir ortamın bulunduğu da apaçıktır.
İlle oraya bakılacaksa, eski MHP/CHP ittifakına bugünün koşullarında benzetilebilecek yegane seçenek olsa olsa bir İP/CHP ittifakıdır, bunun hayallerini kuranlar olabilir; yahut tersine bunu bir kabus gibi görenler olabilir, ama böyle bir seçeneğin iktidar alternatifi olması ancak o hayallerde kalır.
Bu şartlarda AKP ikisine birden teşekkür etmeyi ihmal etmemiş olsa da hem MHP’den hem BDP’den destek alarak ayakta kalabilecek değildir ve bu iki destekten birini tercih etmek zorunda kaldığı takdirde hangisini tercih edeceği de sır değildir. BDP’nin de bu ‘teşekkürlere’ tahammül edebilmesi mümkün değildir.
Demek ki AKP’nin geleceği karanlıktır ve herhangi bir ‘çözüm sürecini’ AKP’ye bağlı olarak düşünmek sadece AKPnin nispeten ferahlamasına varabilecek bir süreçten bahsetmek olur.
Bu bakımdan bugün Gezi parkından başlayıp yayılan AKP karşıtı harekete ‘çözüm süreci’ gerekçesiyle katılmamak sadece git gide çukura doğru ilerleyen AKP’yi desteklemekten ibaret kalır ve böylelikle ‘çözüm süreci’ de bir karanlığa doğru sürüklenmiş olur.
AKPye Karşı Birleşik ve Kitlesel Mücadeleyi Yükseltmek Görevdir
Hükümete karşı olduğunu bildiğimiz sendikaların üyelerini bu eylemlere katmak isteseler de beceremedikleri besbellidir. Ama BDP’nin harekete geçirebileceği emekçileri eylemlere katmak üzere seferber etmesine bu tür bir engel yoktur.
Hatta bu takdirde hükümet karşıtı eylemlerin çapının ne kadar büyüyeceği ve nasıl bir ayaklanmaya dönüşeceğini tasavvur etmek de zor değildir. Bu kitlenin katılmasıyla eylemlerin bölüneceği ve zayıflayacağı yahut yön değiştireceği sadece demagojik bir propagandanın konusu olabilir. Bu propaganda olsa olsa meydanı boş bulduğunu sanan ve bu eylemleri kendi terkisinde tutmak isteyen CHP’nin tutumu olabilir.
Keza bu sayede Gezi parkında ve Taksimde kendilerine bir varlık alanı bulan şoven ve sosyal şoven akımlar böyle bir tutumda ısrar edebilir.
Ama eylemler artık net bir biçimde hükümeti hedef alan ve ‘Tayyip istifa’ sloganıyla özetlenen bir karakter kazanmış olduğuna göre, kim bu hükümetin hızla devrilmesine yol açabilecek bir katkıya itiraz eder? Buna itiraz edecek olanlar olsa bile, bu itirazın politik bir itiraz olmayacağı daha çok ‘ideolojik’ bir itiraz olacağı besbellidir ve bu itirazın sonucunun eylemin politik gücünü budamak olacağı açıktır.
Öte yandan esas olarak eylemlerin ana gövdesini oluşturan kitlenin böyle bir katkıdan şikayetçi olacağını düşünmek de bu eylemlerin esasen politik bir karakter kazandığını unutmak olur.Hükümetin iddia ettiği gibi ‘ideolojik’ yahut ‘ekolojik’ bir karakter taşıdığına hükmetmek olur. Öyle değildir.
Artık o kitle hükümet karşıtı çizgidedir ve hükümeti nasıl gerileteceğini kendi deneyimiyle öğrenmiş durumdadır. Zira açıktır ki her ne kadar afra tafralarını değiştirmemiş olsalar da hükümet ve baskı aygıtlarının başındakiler açık bir yenilgi almış ve geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Birkaç hafta önce Taksimi ve tüm İstanbul’u İstanbullulara yasaklayan polise yasaktır şimdi Taksim. Sadece polise değil, devletin muhtelif sivil ve resmi temsilcilerine ve hükümet yanlısı olan herkese yasaklanmıştır Taksim. Şimdi hükümete karşı olan herkesi daha fazla kucaklamalıdır.
Hükümetin ve devletin sözümona ılımlı rolü oynayan temsilcilerinin göstermeye çalıştıkları gibi, polisin Taksim’den çekilmesi, Gezi Parkı’ndaki protestoculara yanlışlıkla ve haddini aşan bir şiddetle saldırdığını fark etmelerinden değildir. Bugün bazı hükümet yanlısı medyada dile getirilenler ve özür dilemeler bir tutum değişikliğini ifade etmekte değildir.
Polisin geri çekilmesi, nihayet hükümetin kendilerini eleştirenlere hak vermesinden değil Taksim’deki direnişi bastıramayacağını fark etmesinden ötürüdür. Polis yenildiği için çekilmiştir ve bu suretle Taksim ‘kurtarılmıştır’. Bu nedenle de bu durum eylemlerin başka alanlara yayılmasını giderek daha fazla tetiklemekte, başka alanlarda da kitleleri sokağa çıkma konusunda cesaretlendirmektedir.
Şimdiden sonra polis başlangıçta olduğu gibi kendi egemenlik alanından birilerini kovmak için gelmeyecektir Taksim’e. Kendi kontrolü dışında bir alanı kuşatarak fethetmek zorundadır. Oysa bırakalım başka kentlere ve İstanbul’un başka bölgelerine sıçrayan eylemleri, polis hala eylemlerin Gezi Parkından Dolmabahçe’ye sıçramasını önleme telaşındadır. Kendileri Taksime giremedikleri gibi, Taksime giriş çıkışları da önleyebilecek durumda değildirler.
Besbelli ki polis ve hükümet bir yenilgi almış ve geri adım atmış durumdadırlar. Ama söylemlerinde güya müsamaha gösteren ali cenap hükümet rolü oynamaktadırlar. Bu fiili geri adımın siyasi bir geri adıma tercüme edilmesi şarttır.
Bu aşamada platformun hükümete ilettiği talepler bunun ilk adımını ifade etmektedir. Bu şartlarda bu gerilemeyi tamamlamak için hükümetin siyasi olarak da geri adım atmasını sağlamak gerekir. Oysa eğer polis kuvvetleri Taksim’i terk etmek zorunda kalmış ve Taksim kazanılmış bir mevzi haline gelmişse bu durum sık sık tekrarlandığı gibi Gezi parkındaki bir mevzi direnişiyle sağlanmış değildir. Aksine bir mevzi direnişin başka alanlara ve kentlere yayılan bir ayaklanmaya dönüşmesiyle hükümet geri adım atmış bulunmaktadır. Bu husus unutulmamalıdır.
Ayrıca unutulmamalıdır ki kazanılmış bir mevziyi savunmanın yolu orası nasıl kazanıldı ise öyle yapmayı gerektirir. Bu demektir ki Gezi parkını bir mevzi direnişiyle savunmak mümkün değildir. Bilakis hükümete karşı ayaklanmayı büyütüp yayarak hükümete geri adım attırmaktan başka yol yoktur. O halde şu ana kadar bu ayaklanmanın en önemli eksiği olan kitlenin yani ana gövdesini BDP’nin temsil ettiği yığınların oluşturduğu kitlenin bu ayaklanmayla buluşması hükümete geri adım attırmanın başlıca yolu olacaktır.
Bu yolun önü nesnel olarak açıktır yeter ki ideolojik nedenlerle yahut kısmi çıkarları gözeterek bu buluşmanın önü kesilmesin.
Gezi parkındaki eylemlerin ivme aldığı sıralarda Tayyip Erdoğan da İstanbul’un fethini kutlamakla meşguldü. Taksim’i fethetmek için de oralardan ilham alması ihtimal dışı değildir. Yani sadece toplarına ve mühimmatlarına güvenmekle yetinmeyip kaleyi içeriden fethetmenin yolunu arayacağı ve aramakta olduğu kesindir. Doğrusu şovenizm veya kısmi çıkarları nedeniyle, yahut bu gibi olguları bahane ederek bugünkü ayaklanmanın büyüyüp yayılmasının önüne engel çıkaranlar bugünkü ayaklanmanın hükümeti siyasi olarak geriletmenin önünü keser ve kazanılmış mevzilerin de kaybına yol açar. O bakımdan bu tür tutumlar nesnel olarak AKP’nin ‘kale içindeki destekleri’ni ifade edeceklerdir.
KöZ yıllardır AKP hükümetine karşı emekçilerin ve ezilenlerin birleşik kitlesel mücadelesinin sağlanmasını savunuyor bu yöndeki eylemlerin kah şovenizm kah kısmi çıkarlar uğruna bölünmesine karşı çıkıyor. İdeolojik gerekçelerle politik eylemlerin zayıflatılmasına karşı çıkıyor. Bu gün böyle bir birleşik kitlesel mücadelenin koşulları her zamankinden fazla mevcuttur ve git gide çukura doğru ilerleyen gerici AKP hükümetine karşı birleşik bir mücadelenin sağlanması hayati bir önem kazanmış durumdadır.
Böyle bir birleşik mücadelenin önünü şu ya da bu yoldan kesilmesine yol açacak tutumların vebali de her zamankinden daha ağır olacaktır.
Gezi Parkı’nın ve Taksim’in bir mevzi haline getirilmiş bulunması sadece kazanılmış bir mevziden ibaret değildir. Bu deneyim aynı zamanda birbiriyle daha önce yanyana gelmemiş ve yanyana gelmesi akıllardan bile geçmeyen kesimlerin birlikte mücadele etmesine ve gündelik hayatı da birlikte örgütleyebilmesinde öğretici deneyimler sunmaktadır. Gezi Parkı’ndaki sofraya yıllardır nice saldırılara baskılara göğüs germiş BDP’li kadınların hazırladığı yiyeceklerin katılmasının zamanıdır. Yıllardır polis ve askerin sadece coplu gazlı saldırılarına karşı değil çok daha ağır saldırılara göğüs gerip onları geriletmesini bilen yığınların ortak kavgada yerlerini almasının zamanı çoktan gelmiştir.
Halkların kardeşliği kavramının bir slogan olmaktan, diplomatik girişimlerin konusu olmaktan çıkıp ortak bir mücadelede pişecek bir kavga kardeşliği haline gelmesinin fırsatı önümüzdedir. Bu buluşma sadece AKP’nin kaderini belirleyecek değildir. Aynı zamanda emekçilerin ve ezilenlerin demokratik haklar mücadelesinin önünün açılmasında da bir büyük adım olacaktır.
O zaman Gezi Parkı’ndan başlayan ayaklanma sadece en büyük hükümet karşıtı başkaldırıya yol açmış olmakla kalmayacak, başarıyla sonuçlanmış bir siyasi eylem olarak kayda geçecektir.