Boğaziçi protestoları sırasında, düzen güçlerinin açmazları gözler önüne serilmiş ancak en az bir o kadar devrimci güçlerin önündeki imkânlar, aşmaları gereken güçlükler de bütün çıplaklığıyla belirmiştir.
Boğaziçi protestolarını ikinci yahut bir mini Gezi’ye benzetenlerin sayısı az değildir. Bir bakıma bu benzetme haklıdır. Zira daha çok Kuzey Kürdistan merkezli gerçekleşen 6-7 Ekim Başkaldırısı bir yana bırakılırsa bu yaygınlıkta ve siyasi partilerin doğrudan denetimlerinin dışında bir protesto gösterisi Gezi’den beri görülmemiştir. Ama bir dizi başka açıdan da Gezi ile Boğaziçi protestoları arasında benzerlik kurmak mümkündür.
Gezi Parkı’nda ayaklananlarla Boğaziçi protestolarının toplumsal kimliği aynıdır. Bu kesimler öteden beri burjuvazinin paralı hizmetkârları diye tanımladığımız, burjuvazinin içinde olan yoğun bir proleterleşme basıncını üzerinde hisseden kesimlerdir. Boğaziçi protesto dalgası içinde yer alanların bir yandan ne kadar başarılı ve parlak kişiler olduğunu göstermeye çalışmaları, diğer yandan da Pervin Buldan’a elitizm eleştirilerini boşa çıkarma kaygısıyla kendi mütevazı öğrenci evlerini gösteren videoların içinde yer almaları bu direniş içindeki iki farklı eğilime işaret etmez. Tersine protestocuların birbirini tamamlayan iki özelliğini gösterir. Bir yanda temelsiz bir kibir ve özgüvenin pompaladığı heves ve iddialar, diğer yandaysa sermayeden yenen silleler ve hükümetin hatırlattığı kısıtlar vardır. Boğaziçi Üniversitesinin özgünlüğü, bir yandan bugüne kadar hükümetin pek de dokunamadığı bir alan olması ama aynı zamanda üniversitenin bir bütün olarak hükümetin kuşatması altında bulunmasıdır. Bu özgünlük birbirinin zıttı gibi görünen bu eğilimleri körüklemektedir.
Yirmi yıl önceki küreselleşme karşıtı hareketler de bugün Amerika’da Demokrat Parti’de büyüyen muhalefet hareketi de burjuva katmanlardan proleter saflara iteklenmeye duydukları öfkeyle harekete geçiyorlardı. Dün Gezi bugün Boğaziçi’nde harekete geçen kitlelerin protestoları da aynı maddi temel üzerinde yükselmektedir. Bu durum bize, rejim krizi derinleşirken hükümeti sarsacak patlamaları nereden beklemek gerektiği hakkında da ipuçları vermektedir.
Gezi kadar net bir şekilde ifade edemese de Boğaziçi’ndeki başkaldırı iktisadi, kültürel değil siyasi bir nitelik taşımaktaydı. Bu nedenle, dünyanın geri kalan kesimlerine kıyasla çok daha baskın bir şekilde öne çıkan siyasi talepleri vardı. Başka türlü de olamazdı, zira bu kesimlerin varoluş koşullarına yönelik tüm saldırılar doğrudan hükümet tarafından yürütülmekteydi. Hükümetin hedef gösterdikleri, kendilerini savunmak için en ufak bir adım attıklarında elbette hükümeti karşılarına alan bir çizgide hareket edeceklerdi.
Gezi Parkı’ndaki başkaldırı sınıfsal köken itibariyle burjuva karakterde bir ayaklanma olarak başlamakla beraber Türkiye’nin tüm kesimlerine özellikle de proleter yerleşim alanlarına yayıldı. Türkiye tarihinin en büyük hükümet karşıtı ayaklanması oldu. Boğaziçi’ndeki protestolar elbette varoşlara yayılamamıştır ama sadece Boğaziçi niteliğinde olmayan, daha çok kalifiye proleter yetiştiren yüksek okul yahut işsiz toplama kampı işlevi gören üniversitelere de yayılmış, üniversiteli olmayan genç kesimleri ise kent merkezlerinde buluşturmuştur. Dolayısıyla Türkiye’nin içindeki başkaldırı dinamiklerini tetikleme potansiyelini taşıdığını göstermiştir.
Gezi bir yandan Gülencilerle Erdoğancılar arasında çatışmaların ayyuka çıkmaya başladığı diğer yandan da hükümetin 2009-12 arasında sürdürdüğü hücum ve inkar sürecinden çözüm süreci masasına oturmaya mecbur kaldığı için geri adım attığı, inandırıcılığı az barış ve demokratikleşme sinyalleri verdiği bir dönemde gerçekleşmişti. Bugün Boğaziçi protestoları da Cumhur İttifakı ve AKP içindeki çatışmaların ayyuka çıktığı, bu sefer hükümetin hiçbir inandırıcılığı olmayan demokratikleşme sinyalleri verdiği bir dönemde gerçekleşiyor.
Bu türden dönemler emekçi yığınların sınıf düşmanlarının zayıflığını giderek daha fazla hissettikleri, onlara karşı harekete geçme arzularının arttığı dönemlerdir. Böylesi dönemlerde emekçi kitlelerin kendi taleplerindeki ısrarcılığı kadar hükümete cepheden karşı çıkan bir siyasi harekete ihtiyaçları da artar. Muhalefetin parlamenter hesaplara kilitlenmiş olması da bu ihtiyacı ortadan kaldırmaz, körükler. Gerek Gezi’nin gerekse de Boğaziçi protestolarının hızla yaygınlaşması ve eyleme katılmayan kesimler nezdinde bile itibar görmesinin sebebi tam da bu ihtiyaçtır.
Amerikancı Muhalefet, HDP ve Yörüngesindekiler
Her iki protesto dalgası da Amerikancı muhalefetin sefaletini ortaya koymuştur. Gezi’de CHP’nin yaklaşımı protestocuları destekleyerek onları yalnız bırakmak, en sonunda hükümetin başkaldırı dalgasını sonlandırmasını mümkün kılmak olmuştur. Boğaziçi protestoları sırasında da Kaftancıoğlu ilk günden direnişe destek vermiş, sonraki polis saldırısının ardından kendi olanaklarıyla bir basın açıklamasına imkân tanımış ama sonrasında direnişin okul içine hapsedilmesi ve bitirilmesi gerektiğine dair dozu gittikçe sertleşen açıklamalar yapmıştır. Gezi’de Kabataş yalanına prim vermeyen CHP konu Boğaziçi olunca sözde “Kabe provokasyonu”nu kınamak için vakit kaybetmemiştir. Kılıçdaroğlu’nun ana-babalara yaptığı çağrı 2023’e kadar eylemsizlik çizgisinin benimseneceğinin itirafı olmuştur. Tabanı ve taşıdığı iddialar nedeniyle açmazları daha büyük olsa da HDP’nin durumu daha farklı değildir. Gezi’yi başlatanlar arasında HDK’li Sırrı Süreyya varken Boğaziçi Direnişinin ilk haftaları boyunca HDP sessizliğini korumuş sonrasında da kendi milletvekilleriyle sembolik destekler vermiş, etkisi altında tuttuğu kurumlarla, öğrencilerin eylem girişimlerinin önüne set çekmeye çalışmıştır.
HDP’nin dışında kalan sol akımların durumu da daha iyi değildir. Gezi boyunca orantısız zekaya, Gezi ruhuna, ortaya çıkan forumlara övgüler düzenler, kendi görüşlerini siyasi olarak değil Taksim Dayanışması adı altında ilan edenler bu sefer de Boğaziçi öğrencilerinin yol gösterdiğini iddia etmeye başlamışlardır. Önderlik iddiasında bulunanlardan hiçbiri protesto eylemlerine kendi siyasal kimlikleriyle katılmamış, herhangi bir eylemde bayraklarını yükseltmemişlerdir.
Boğaziçililerin Erdoğan’a yazdığı açık mektupla bu tablo bütün vahametiyle açığa çıkmıştır. Boğaziçililerin mektubu bir öğrenci bakış açısıyla ama tok bir duruşla yazılmış bir mektuptur. Herkesi azarlamaya alışmış Cumhurbaşkanı’na cepheden tutum almış, “yüreksiz ve halk düşmanı olan sensin” demiştir. Bu tepki normal koşullarda liberal demokrat bir “yurttaşın” dahi göstermesi gereken bir tepkidir. Ancak Erdoğan’ın baskılarından çok Amerikancı muhalefetin yarattığı endişe dalgası ve parlamentarist hesaplar sol hareketi öylesine esir almıştır ki, anlı şanlı devrimci sıfatları olan partiler dahil hiçbir odağın, “provokasyonlara mahal vermeme ve eylemleri amacından saptırmama kaygısıyla” kitleler içinde Erdoğan’a bu şekilde seslenemediğini açığa çıkmıştır. Mektubun tüm muhalefet odaklarından bu denli desteklenmesi, bütün bu odakları birleştiren güç işlevi görmesi toplumda bu cesarete duyulan ihtiyacı anlatmaktadır.
Kendini devrimci özne olarak gösterenlere düşen bu mektubu yazanlara sözünü ettikleri sorunların ancak bir devrimle çözülebileceğini hatırlatmak, bu mektubu yazanları ve onu destekleyen kesimleri Erdoğan’a karşı kitlesel bir seferberlikte buluşturmak olmalıydı. Hâlbuki tüm bu akımlar söz konusu öncülük görevini üstlenmek yerine kuyrukçu olmayı tercih etmişler, burjuva liberali Ayşe Buğra’ya hocamız diyen bir bildiriye imza atmakta bir sakınca görmemişlerdir.
Her İki Eylem Dalgasında da Hakim Olan Tasfiyeciliktir
Platformumuzun Gezi’yi burjuva bir ayaklanma olarak nitelemesinin tek ve asıl sebebi bu ayaklanmayı başlatanların sınıfsal konumu değildi. Gezi hükümete karşı bir ayaklanmaydı ama doğrudan burjuva partilerin ve reformistlerin denetimi olmasa da Amerikancı burjuvazinin Erdoğan’a karşı mücadelesinin siyasi güdümünde olan bir ayaklanmaydı. Nitekim bundan ötürü de ayaklanmadan devrimci bir sonuç çıkmadı Geziciler o dönem burjuva sosyalizminin yükselen sesi HDP’nin yelkenlerini şişirdi. Gezi bir başka açıdan da sivil toplumculuğu yükseltti. Geziciler sınıfsal kökenleri ve solla ilişkilenişleri bakımından örgütlü mücadeleyi yürütenlerden daha politik olsalar da, kibirli bir örgüt düşmanlığı içeren bir yaklaşıma sahiptiler. Soldaki Gezi kuyrukçuluğu bu eğilimi daha da pekiştirdi. Bu da Gezicilerin forumları önemli bir keşifmiş sanmalarına, tasfiyeci solcularla birlikte onlara özyönetim, hatta doğrudan demokrasi organları payeleri vermeye yol açtı. Böylelikle demokratikleşmenin devrimsiz gerçekleşebileceği hayalini yayan sivil toplumculuk bir kez daha popülerleşti. Devrimci bir örgütün kimliğini reddeden ya da kullanmaktan çekinen forumcular zuhur etti. Başka bir deyişle keskin sol söylemli, devrimci örgüt çoğu zaman mesafeli kimi zaman da düşman, sivil toplumcu forumculuk HDP’nin tasfiyeciliğine kan verdi.
Burjuva sosyalizmi Boğaziçi’nden başlayan protesto dalgasının önünde her bakımdan en önemli engeldir. Tıpkı Gezi’de olduğu gibi CHP’nin uzlaşmacı rolü gözler önüne serilse de her türlü sorumluluktan kaçan tutumuna karşın HDP direnişin en büyük destekçisi edasıyla hareket edebilmektedir. Benzer bir durum HDP’yle yakınlıkları oranında diğer reformist sol partiler için de geçerlidir. Bu yüzden HDP’nin seçmeni olan Boğaziçi protestocularıyla, HDP’nin eylem bilgisi ve görgüsüne sahip tabanını buluşturma çağrıları yapmadan HDP’nin sınıf uzlaşmacı karakterini teşhir etmek mümkün değildir. İkincisi Gezi’deki devrimci örgüt düşmanı, forumculuğa meyilli ama aslında sivil toplumcu kitle, üniversitenin özgün karakteri nedeniyle Boğaziçi protestolarında misliyle mevcuttur. Sol hareketlerin kendilerini öğrenci olarak sundukları koşullarda bu kitlenin forum, dayanışma vb. türden organizasyonlarla demokrasi mücadelesi verilebileceği; doğrudan demokrasi, kurucu meclis, demokratik anayasa türünden politik hedeflere böylesine gevşek organizasyonların yürüttüğü mücadeleyle, genel seferberlik çağrılarıyla, devrimci bir partinin öncülüğü olmadan varılabileceği yanılsaması büyüyecektir.
Acil Görev Öğrencilere Akıl Vermek Değil Devrimci Parti İhtiyacının Propagandasıdır
Komünist Enternasyonal’de işçi aristokrasisine, burjuvazi ile proletarya arasında yalpalayan katmanlara, onların burjuva sosyalizminin etkisi altında olduğuna bu kesimlerin hareketine burun kıvırmak, taleplerine duyarsız kalmak için değinmez. Bilakis bu katmanlara, onları merkezinde proletaryanın olduğu devrimci mücadeleye kazanmanın aciliyetini ve yollarını belirlemek için işaret edilir. Dün Gezi’de olduğu gibi bugün Boğaziçi protestolarında burjuva sosyalizminin güncelliğinden, tasfiyecilerin oynadığı köstekleyici rolden bahsetmenin komünistlere yüklediği görev de bundan başka bir şey değildir.
Devrimci durumun derinleştiği topraklarda Amerikancı muhalefetin dümen suyunda gidenler en basit bir demokratik talep için mücadele etmekten çekinmektedirler. Mücadele eden kesimler ise, birleşik ve kitlesel bir emekçi seferberliğine olduğu kadar, belki ondan daha çok devrimci bir partinin ve onun yol göstericiliğinin ihtiyacını hissetmektedir.
Tam da bu nedenle komünistlere düşen, Boğaziçi protestocularına eylemlerini daha etkin bir şekilde nasıl yürüteceklerine dair akıl fikir vermek, önerilerde bulunmak, direnişi muhtelif taleplerle politikleştirmek yahut militanlaştırmak değildir. Bu yaklaşımlar kendilerine kitle örgütlerinden başka kimlik bulamamış evrimci sosyalistlerin müzmin alışkanlıklarıdır. Kitle seferberliğinde en ön safta yer almak, onu diğer toplumsal mücadele hareketleriyle buluşturmak, bu hareketler içinde çıkan devrimci demokratik talepleri desteklemek, demokratik anayasa etkinlikleri, tartışmaları düzenlemek için komünist olmaya gerek yoktur. Bu ön açıcı ve teşvik edilmesi gereken tutumları takınmak için siyasetle ilgilenen dürüst bir öğrenci olmak yeterlidir. Komünistlerin asıl ayırt edici rolü, geçelim demokratik anayasayı en basit bir demokratik talep için bile hükümetin silahlı bir ayaklanma yoluyla devrilmesi gerektiğini, bugünün acil görevinin de bu ayaklanmayı işçi sınıfının devrimci enerjisine yaslanarak örgütleyecek devrimci partinin inşa edilmesi olduğunu söyledikleri zaman çıkar. Reformistler, merkezciler, legalist tasfiyeciler de kendilerini bu konular gündeme geldiğindeki itirazları ve suskunluklarıyla belli ederler. Ancak bu görev yerine getirildiğinde, bugünkü protesto dalgası içinde yer alıp da devrimci arayışları olan kesimlerle buluşulabilir. O halde mücadele edenlerle hükümete karşı kitlesel bir seferberliğin imkânlarını konuşmanın ilk koşulu, onlara öncelikli görevin hükümeti alaşağı edecek bir ayaklanmaya önderlik edecek bir partinin yaratılması görevi olduğunu hatırlatmak ve onları bu görev için sorumluluk almaya davet etmekten başka bir şey olmasa gerek.