Bu yazı, 2007 yılı basımlı “Komünistlerin Gözüyle Siyasi Portreler” kitabımızda yer alan, uluslararası devrimci Ernesto Che Guevara’nın “Hedefine Ulaşamayan Mermi: Ernesto Che” başlığını taşıyan portresidir.

Hedefine Ulaşamayan Mermi:
Ernesto Che

Yaşasaydı neredeyse seksen yaşındaydı. 1928’in Haziran
ayında Arjantin’in Rosario kentinde dünyaya gelen Ernesto’yu
dünya hem sevinç ve takdiri hem de hüznü ifade eden ünlemle,
Che diye tanıdı; o da Che olarak yaşayıp, öyle öldü. Kendi
ülkesinde yaşadığı günlerini astımlı bir tıp talebesi olarak
tamamladı ve Güney Amerika’yı dolaşmaya başladı,
Guatemala’ya, Meksika’ya gitti; Fidel ve Raul Castro ile karşılaştı.
Sonra, Küba’da Moncada kışlası baskınına katıldı, Sierra
Maestra’ya çıktı, gerilla komutanı oldu. ABD’nin burnunun
dibinde emperyalizme meydan okunabileceğini gösterme azmini
taşıyanlarla birlikte, Batista rejimini deviren devrimin önderleri
arasında yer aldı. Sonra ilk hükümetin merkez bankası müdürü,
Sanayi ve İktisat Bakanı oldu. Dünya onu daha çok tanımaya
başladı. Cezayir’in ulusal kurtuluş mücadelesini destekledi. Ama
asıl ünlenmesi özünde anti-emperyalist bir ulusal devrim olarak
kalan Küba devriminin pencerelerini açıp, dünyaya seslenmeye başladığı zaman oldu. En çok emperyalizmi alt edebilmek için
“iki üç daha fazla Vietnam!” yaratmak gerektiğini haykırdığı
zaman tanındı onun en çok tekrarlanan ve hatırlanan sözlerinin
başında bu sözleri geldi. Sonra, Küba Devrimi’nin yaşayabilmesi
için bir “kıtasal devrim” gerektiği fikrine vardı; bu amaçla bir çok
girişime ön ayak oldu yahut katıldı. Sonra, “Küba’da sosyalizmin
zafere ulaşması” için didinmekten yorulduğu yahut sıkıldığından
değil, Küba Devrimi’nin yaşayabilmesi için bile uluslararası bir
devrimin gerektiği fikrine sahiden inandığı için, 1905’de Küba
Devrimci Hükümeti’ndeki görevlerinden ayrıldı. Önce Afrika’ya
gitti orada da deneyimli bir gerilla komutanı olarak savaştı; Uzak
Asya’ya da gitti. Sonra tekrar Güney Amerika’ya döndü.
Bolivya’daki gerilla hareketi içinde savaşırken yaralandı, kurşuna
dizildi; köylüler arasında “Higuera’nın aziz Ernesto”su olarak
hatırlanır oldu.

Dünya da hem doktor hem iktisatçı; elçi, devrimci ve bankacı;
teorisyen, ajitatör ve gerilla olan, Arjantinli, Kübalı olan,
Bolivya’da ölen Ernesto Che Guevara’yı en çok bu son yıllarında
yani yüzünü dünyaya en çok döndüğü dönemde tanıdı; daha
çok da öldürüldükten sonra tanımaya ve anmaya başladı. Che’nin
portresini taşıyan posterler dünyanın birçok ülkesinde dalga
dalga yaygınlaştı. Ona benzemek, onun gibi yaşamak isteyenlerin
sayısı 60’lı yılların son demlerinde ve 70’li yıllarda katlanarak
arttı. Onun tuzağa düşürülüp öldürülmesinde rol oynayan CIA
ajanlarından biri, dünyanın öbür ucundan Filistinli bir gerilla timi
tarafından tespit edilip öldürüldü.

Onun için çok şey söylendi; en çok da romantik bir
maceraperest olduğu sanıldı. Oysa o uluslararası devrimcilerin
ilki de değildi; sonuncusu da olmadı. Ondan önce de, ondan
sonra da dünyanın dört bir köşesinde Che gibi, komünizm
uğruna doğdukları toprakların çok uzaklarında savaşıp ölen
birçokları oldu.

Ulusal veya kısmi çıkarlar için değil, dünya devrimi hedefi için
savaşıp ölenler zaman zaman azalıp, zaman zaman artmaya
devam edecek; ama onların sonu ancak bu devrim nihai
hedefine ulaştığı zaman gelecek. Bu bakımdan Che asıl hedefine
ulaşmayan bir mermi gibiydi; bir uluslararası devrimci, bir sosyalizm militanı olduğu halde Che, ölümünden sonra
gerillacılığın, ulusal devrimciliğin bir simgesi olarak yüceltildi.
Che Guevara’nın mücadelesinden devrimci bilinç ve iradenin
önemini vurgulayan birçok ders çıkarıldı; ama aynı bilinç ve
iradenin bir komünist dünya partisinin yaratılmasına
yönlendirilmesinin şart olduğu dersini çıkaranlar pek az oldu.
Onun gibi savaşıp ölmeyi arzulayan pek çok devrimci, bir dünya
komünist partisi için de savaşıp ölmeyi düşünmeye başlamadı
bile. Bu bakımdan Che asıl hedefine ulaşmayan bir mermi
gibiydi.

Yetmiş dokuzuncu doğum gününde, Che’nin yaşamı ve
mücadelesinden bu dersin çıkarılması hala bir zorunluluk olarak
duruyor. Dünyamıza hoş geldi, hoş gitti Ernesto Che Guevara…

Ne tuhaftır, komünistler bile, insanların sadece bir kısmının,
yani fikir ve eylemi ile ünlenenlerin bedenleri çürüdükten sonra
da yaşamaya devam edebileceğini, diğer büyük çoğunluğun basit
bir biçimde bedenen de, ruhen de ölüp gideceğini düşünmekten,
söylemekten utanmıyorlar. Bunu önleyen yalnızca bir
düşüncesizlik ya da dikkatsizlik değil. Maddi varlığımız ile
manevi olan arasındaki birlik ve farkın muamması bu sorunu
karmaşıklaştırıyor. Bedenin ölmesi ile fikirlerin ve ülkülerin
yaşamaya devam etmesi bu konuda hurafelere bizi yaklaştıran bir
temel oluşturuyor.

Oysa çoğu kez unutulan ve unutturulan o ki, aslında fikirler
ve ülküler kendi başlarına yaşamazlar, yaşayamazlar. Onların
yaşamaya devam etmelerinin sırrı, bu fikir ve ülküleri
benimseyenlerin ve yaşatma arzusunda olanların varlıklarında
yatmaktadır. Üstelik belli fikirleri ve ülküleri yaşatanların da,
onları ilk ortaya atanlar kadar etkin olduklarını, edilgin taşıyıcılar
olmadıklarını da unutmamak gerekir. Taşıyıcılar taşıdıkları fikir
ve ülkülere kendilerinden bir şeyler katarlar, farkında olarak ya
da olmayarak bunu yaparlar; bir bakıma onları çarpıtırlar. Bunda
da şaşılacak ya da isyan edecek bir şey yoktur; zira başka türlüsü
mümkün değildir. Bu durumda, aynı kaynaktan çıkmış fikir ve
ülkülerin ancak farklılaşarak yaşayabileceğini söylemiş oluruz.
Pek tabii ki bu kez bunların yeni taraftarları ve muarızları olur,
olacaktır.

Demek ki, bazılarımızın bedenleri öldükten sonra fikirleri ve
eserleriyle yaşamaya devam edip, bazılarımızın ise tamamen
öldükleri de doğru değildir. Doğrusu, bazılarımızın ünlenerek
yaşayıp öldüğü, bazılarımızın ise isimsiz olarak yaşayıp
öldükleridir; komünistlerin kaldırmayı amaçladıkları ayrımlardan
biri de bu olsa gerektir.

Elbette bir fikri ilk ortaya atanlar, bir ülkü uğruna ilk kavgayı
başlatanlar büsbütün önemsiz değildir. Bunlarla takipçileri
arasında fark koymamak, görmemek hepten kalın kafalılık olur.
Kimi fikir ve ülküleri “orijinalliğini bozmadan” koruyup yaşatma
sevdasında olanların aslında onların mezar kazıcıları oldukları
görülebilir. Aslında eğer amaç buysa, fikir ve ülküleri ilk
söylendikleri gibi, söylendikleri anda dondurup korumak için ek
bir gayrete gerek yoktur. Zira onlar çoğunlukla beyaz üstüne
siyah lekeler olarak zaten kayda, kâğıda geçirilmiş, dondurulmuş
durumdadırlar; ama bu durumda tek yaşam alanlan
kütüphanelerin tozlu raflarıdır. Onları bu halleriyle muhafaza
etmek için fazla kalabalığa ve çabaya gerek yoktur. Fikir ve
ülkülerin bu biçimde yaşatılacağını sananlar bir çiçek fotoğrafı ile
çiçeğin kendisi arasındaki farktan habersiz kimseler olsa gerektir.