İmamoğlu’na kurulan komplonun ardından yeni bir eylem dalgası patlak verdi. Bu dalganın komünistlerin önüne hangi görevleri koyduğunu tarif etmek için, onu 2013-2016 arasındaki eylem dalgasıyla kıyaslamalı. Zira Gezi ile başlayıp, Kobâne Ayaklanması’yla devam eden ve şehir savaşlarıyla biten eylemler hükümete karşı son büyük kitlesel başkaldırı dalgasıydı. Her iki dalga da devrimci önderlik boşluğunu inkâr edilmez bir şekilde gözler önüne seriyor. Ancak bu fazlasıyla genel bir ortaklık. Bu kadar genel bir değerlendirme yapıldığında aynı eylemlerle 15-16 Haziran arasında da benzerlik kurmak mümkün. Halbuki o zamanlar devrimci önderlik boşluğu kendini farklı şekillerde belli ettiği gibi şimdi de farklı şekilde ediyor. Bu mücadelede kavranacak halkayı tespit etmek için tüm bu süreçlerin özgün ve ayırt edici noktaları üzerinde durmalı.
İçsavaşı Başlatan Eylemler
Hâlihazırda Türkiye’de bir içsavaş var. Gezi Ayaklanması ise bu içsavaş başlamadan önce patlak vermişti.
Bugün olduğu gibi, Gezi sırasında da, ABD Erdoğan’dan kurtulmak istiyordu. Ancak o dönem Erdoğan’a karşı bir seçim zaferinin imkânları henüz ufukta belirmemişti. ABD CHP’yi yeniden tasarlamak için adımlar atsa da Türkiye’deki asıl operasyonel aygıtı CHP değil, bürokrasisi içindeki Gülen Cemaati’ydi. O nedenle Erdoğan’ı seçimde geriletmeyi hedeflese de öncelikli yöntemi farklıydı. Dört beş sene önceki “renkli devrim”leri andıran bir stratejiyi benimsedi. Beklentisi kitlelerin hükümeti yıpratıp istifaya zorlamasıydı. Nitekim aynı strateji Gezi ile eş zamanlı olarak Brezilya, Ukrayna ve Tayland’da da yürürlükteydi. Bürokrasi içinde daha fazla mevzilendiği Brezilya ve Türkiye’de süreci devlet içinde soruşturmalarla destekliyordu. Türkiye gibi devrimci dinamiklerin yüksek olduğu bir ülkede ise kitle hareketinin daha kontrollü tutulması savcıların daha aktif bir rol oynaması şarttı.
Gezi, Türkiye tarihinin en büyük hükümet karşıtı ayaklanmasıydı. Ama aynı zamanda burjuva bir ayaklanmaydı. Onu burjuva kılan eylemcilerin sınıfsal kimliğinden çok bu eylemlere yön veren siyasi projeydi. Amerikancı burjuvazinin Erdoğan’ı istifaya zorlama planının bir parçası olmasıydı. Cemaat’in Hakan Fidan operasyonundan, sonra yine cemaatin 17-25 Aralık manevrasından önce yaşanması bu bakımdan rastlantı değildi. CHP’nin, Doğan Holding yayınlarının ona ancak temkinli bir destek vermesi de bu projeyle ilişkiliydi.
Bununla birlikte on iki yıl önce CHP’nin ülkedeki muhalefet boşluğunu doldurması mümkün değildi. 2010’da bu görevle CHP’nin başına oturtulan Gandi Kemal gerekli adımları atsa da sonuç alamamıştı çünkü o sırada başka bir güç yükseliyordu. PKK Türkiyelileşirken, DTP/BDP adım adım Türkiye’de muhalefet boşluğunu doldurmaya aday bir hâle geliyordu. Sonraki parti HDP bu süreçte kurulup güçlendi.
HDP’nin muhalefet boşluğunu doldurmaya aday olması CHP’nin etkisizliğiyle birleşince, Gezi’nin yarattığı politik etkiyle HDP’nin oyları patladı. HDP’nin etkisi her alanda artsa da güçlenişi esas olarak parlamenter zeminde oldu, çünkü bir muhalefet partisi olmak için kurulmuştu ve iktidarı alacak devrimci eylemleri kışkırtma niyetini taşımıyordu. Hükümeti istifaya zorlamayı tarafsızlığı nedeniyle de tercih etmiyordu. Onun bağımsızlığı daha çok AKP ile CHP arasında bir tarafsızlığa işaret ediyordu.
Devrimci değil reformist bir çerçevede güçlenmesi HDP üzerindeki basıncı arttırdı, onu tarafını seçmeye zorladı. Kuşkusuz bu noktada Rojava’daki YPG-ABD işbirliği de belirleyici oldu. Gezi sonrasındaki başkaldırı sürecinde, HDP en sonunda bu basınca dayanamadı, adım adım CHP’ye angaje olup onun peşine takılan bir pozisyona sürüklendi. Nitekim içsavaş tam da bu noktada çıktı.
İçsavaşta hükümetin rakibi CHP, düşmanı HDP’nin tabanıydı. Bu süreçte esas olarak HDP’ye saldırdı onu terörist olarak ilan etti ve CHP’yi teröristlerle iş tutmakla suçlayıp sıkıştırdı.
İçsavaşı Bitirme Çırpınışları ve Bugünkü Dalga
Uzunca bir süredir hükümet içsavaşın yükünü taşıyamıyor. Erdoğan ve Bahçeli arasındaki çekişme, her iki kesimin de Öcalan’dan medet ummasına, “PKK’nin kurucu önderi”nin ellerine sarılmalarına yol açtı. Bugünkü eylem dalgası ise hükümetin içsavaşı bitirmek için çırpındığı bir dönemin ürünü. Bu nedenle hükümetin taktiği bu sefer birinci dönemkinden farklı. Dün içsavaşın asıl muhatabı olan HDP’ye saldırıp CHP’yi terör sopasıyla sindirmek isterken bugün DEM’e barış havucunu uzatıyor, onu CHP’ye yönelik saldırıları izlemeye zorluyor.
Elindeki imkânların değişmesine bağlı olarak Amerikancı muhalefetin taktikleri de değişmiştir. Burjuva bloğunun artık devlet içindeki dayanaklarına yaslanıp Erdoğan’ı görevden alma imkânı yok. Onun tutunacağı tek dal bir seçim zaferi. Ancak konu seçimler olunca muhalefetin hayalleri de büyümüştür. Zira Erdoğan’ın, odağında CHP’nin bulunduğu seçim ittifaklarını dağıtma yönündeki hamleleri ters tepti. Öyle ki bugün AKP’liler bile “Erdoğan’ı yenecek aday İmamoğlu” efsanesine inanıyor. Seçim çok daha fazla gündemde.
DEM’in CHP ile olan angajmanı nedeniyle içine girdiği on yıllık sessizliğinin ise üç sonucu oldu. Birincisi muhalefet boşluğunu artık CHP dolduruyor. İkincisi, buna bağlı olarak, CHP sokak eylemlerinden daha az çekiniyor. Üçüncüsü bugünkü eylemlere hayat veren politikleşme tümüyle parlamenter hesaplara dayalı olduğu kadar aynı zamanda bu hesapları pekiştiriyor. Bugünün en militan eylemcileri dahi asıl olarak İmamoğlu’nu kurtarıp bir seçim zaferini mümkün kılmayı amaçlayan bir pozisyondadır. On yıllık siyasetsizlik aynı zamanda eylemcilerin genel olarak lümpenleşmesine ve DEM dışında kalan kesimlerin kemalizmin, hatta Kürt düşmanlığının etkisine daha açık bir hâle gelmesine yol açtı.
Gezi’de BDP/HDP, hükümeti istifaya zorlayan bir siyasi çizgi benimsemedi ama tabanı esas olarak bu eylemin içindeydi. Gezi eylemlerine “demokrat” karakterini veren, kemalist-milliyetçi provokasyonları boşa çıkaran ana faktörlerden biri de bu katılımdı. Bugün ise tam tersi bir durum söz konusu. CHP-DEM seçim ittifakı bozulmadı, hatta Tuncer Bakırhan Özgür Özel’le ortak basın açıklaması yapıyor, DEM CHP mitinglerine sembolik olarak katılıyor. Buna karşılık DEM’in tabanı bu eylemlerin dışında kaldı, tutuluyor. Bu durum söz konusu eylemlerin parlamenterist ve milliyetçi karakterini daha da baskın hâle getiriyor.
Kısacası içinden geçtiğimiz dönem sadece hükümetin daha kırılgan olduğu ve DEM’e karşı şiddet uygulama imkânının azaldığı bir dönem değildir. Aynı zamanda CHP ile köprüleri atmayan DEM’e yönelik tarafsızlaşma basıncının artacağı bir dönem. Bu dönemde muhalefet boşluğunu dolduran CHP, eylemden kaçan bir tutum takınmayacak; bilakis kitlesel eylemleri etkin bir silah olarak kullanmaya çalışacaktır. Eylemler de aksi bir müdahale olmadığı sürece CHP’nin seçim mitingi olarak gerçekleşecek, eylemlerde hareketli olan kesimler ise Kürtlere mesafeli ve lümpen kesimler olacaktır. Ancak bu kesimlerin öne çıkışı faşizmin yahut bağımsız bir sağcı gerici yükselişin habercisi değildir. Söz konusu kesimler de, en azından bugün için, İmamoğlu’nun neferi olmanın ötesine geçemiyor.
Bununla birlikte sürece CHP’nin tümüyle hâkim olduğunu söylemek de doğru olmaz. Nitekim başlangıçtaki eylemler CHP’yi de şaşırtıp bocalatan bir militanlıktaydı. Eş zamanlı olarak üniversitelerde farklı dinamiklerden de beslenen bir öğrenci hareketinin hayaleti dolanıyor. CHP Saraçhane günleri boyunca “miting değil eylem” isteyen kesimlerle sorun yaşadı, üniversite eylemlerini kendi rotasında tutmakta zorlandı.
Bu tablonun değişmesi esas olarak demokrasi savaşının bağımsız bir temelde yürütülmesine, tarafsız değil bağımsız ve eylemli bir çizgi benimseyen bir emekçi muhalefetinin ortaya çıkmasına bağlı.
Önderlik Boşluğunun İki Propagandası
2013-16 arasındaki ayaklanmalarda, özellikle de Gezi’de, önderlik boşluğu kendini esas olarak başkaldırıyı sürekli kılmadaki, emekçileri hükümete karşı seferber etmedeki yetersizlikte belli ediyordu. Özellikle Gezi’nin doruk noktasından itibaren önderlik boşluğu, kitleleri eve hapsetme gayretindeki burjuva muhalefetinin ve güdümündeki reformistlerin etkisini kırma yetersizliği olarak karşımızdaydı.
Bugün durum farklı. Zira burjuva muhalefeti kitleleri seferber etmekten korkmuyor. Üstelik bu durum İmamoğlu eylemleriyle başlamadı. Bir bakıma, 2024 seçimlerinden, Van’daki kayyım karşıtı eylemlerden beri durum böyle. Dolayısıyla bugün devrimci önderlik boşluğunu göstermek için benimsenecek çizgi eylemsizliğe karşı eylemi savunmak olamaz. Solda bu çizgiyi benimseyenler, hatta CHP’nin bu dönemki eylem çağrılarını esas olarak kitlenin basıncıyla açıklayanlar, eylemlerin CHP’yi sola çektiğini savunanlar dahi vardır. Oysa eylemler, CHP’yi sola çekmediği gibi CHP eylemleri seçim mitinglerine çevirerek katılanları sağa çekiyor. 2015-23 arasındaki dönemde CHP’ye yaklaşanların, seçim mitinglerine dönen bu mitinglerin çekim alanından uzak kalması son derece zordur. Üstüne üstlük, son on yılın eylemsizliği, eylem susuzluğu içindeki solu CHP mitinglerine iten bir başka faktör olarak sol hareketlerin karşısında durmaktadır.
Bugün üzerinde durulması gereken esas nokta hükümete karşı bağımsız ve uzlaşmaz bir mücadeledir. Devrimci önderlik boşluğu da bu çizgiyi hayata geçirecek bir partinin eksikliğidir. Devrimci bir partinin yaratılması gerektiğini savunanlar, bu noktayı görünür ve anlaşılır kılan bir propagandayı yürütmeyi asıl görev olarak benimsemeli. Bu propaganda ise anlam ve işlevini ancak eylemli bir politik mücadele içinde bulur.
Yolları Ayırmak Kitlelerin itmesiyle CHP’nin ördüğü duvarların yıkılacağına yönelik fantezilerine karşın, sol hareketler CHP’nin gölgesinde kalmaktan, onun mitinglerine dolgu malzemesi olmaktan, mevcut eylemlerin “Cumhurbaşkanı adayımız İmamoğlu” gündemine sıkışmasından rahatsızdır. Erdoğan’a karşı bağımsız bir emekçi muhalefeti, demokrasi mücadelesinin CHP’den bağımsız bir çizgide yürütülmesi solun neredeyse tüm kesimlerinin gündemi. Öyle ki DEM bile, bir yönüyle üzerindeki tarafsızlaşma basıncı nedeniyle, üçüncü yol vurgusunu 2023’e kıyasla daha fazla yapıyor, kendi dilinden bu ihtiyacı anlatıyor.
“Demokrasi mücadelesini bağımsız temelde yürütmek”, sadece onunla sınırlı olmasa da, yaklaşan 1 Mayıs’ta ayrı bir anlam kazanıyor. Zira “işçi sınıfının birlik mücadele ve dayanışma günü”nün bu sefer tümüyle “İmamoğlu’na destek mitingi”ne dönüşmesi hem son derece somut bir olasılıktır hem de bir bakıma sol akımların tümünün kabusudur. Üstelik son Saraçhane eylemlerinden, Maltepe mitinginden ve önüne koyduğu haftalık ilçe eylemlerinden aldığı güçle CHP, geçtiğimiz seneki Saraçhane hamlesini, bu sene Taksim’i zorlama bahanesiyle çok daha etkili ve meşru bir şekilde yürütme imkânlarına sahiptir.
Emekçilerin bağımsız temelde bir demokrasi mücadelesi yürütmeye niyetlerinin ve güçlerinin olup olmadığı 1 Mayıs sürecinde bir kez daha sınanacak. CHP ve güdümündekiler sürekli “yolları birleştirmek”ten söz ediyor. Komünist bir hareketin savunması gereken ise yolları ayırmak yani bu koşullar altında eylemleri ayırmak olmalıdır. Emekçiler demokrasi savaşını bağımsız bir temelde yürüteceklerse, CHP’den bağımsız eylemler örgütlemelidirler. 1 Mayıs bu eylemlerin en başında geliyor.
Müdahale Etmek
CHP’nin hatta AKP’nin bir mitingine katılıp katılmamak komünistler açısından bir ilke sorunu değildir. Zira komünistler, başka akımların örgütledikleri mitinglere her zaman bir müdahale amacıyla, müdahale edebildikleri oranda katılırlar. Ancak öncelikle bu müdahalenin neyi kapsadığını neyi kapsamadığını anlaşılır kılmalı.
Herşeyden önce “sürece müdahale etmek” gibi bir hayali akıldan çıkarmak gerekir. Ortada devrimci bir parti yokken içinden geçtiğimiz sürece müdahale etmek söz konusu bile olamaz. Aslına bakılırsa bugünkü gelişmeler herhangi bir komünist partinin değil ancak önderlik vasfını taşıyan bir partinin müdahale edebileceği kapsam, karmaşıklık ve şiddettedir.
Ortada bir parti yokken, bu sürece dahil olmuş, eylemli kitleye müdahale etmek de mümkün olmaz. Söz konusu müdahale hayallerini yalnız CHP mitinglerine katılarak bu mitingleri dönüştürme safdilliğiyle sınırlı kabul etmemek gerekir. Aynı yanlış kavrayışın bir dizi farklı ve görünüşte “daha devrimci” dışavurumları da mevcut. Varoşlarda, üniversitelerde, işyerlerinde bir eylem dalgası patlak verdiğinde bu eylemlere sol akımlarla ortak bir şekilde müdahale etme planı genelde yapılmaz. Genelde diğer akımları önemsemeyen, yahut onları reformist/sekter engeller olarak değerlendirip yok sayan, doğrudan kitlelere devrimci taktik, slogan ve eylem tarzlarıyla ulaşarak hareketi ileri taşıma hayalleri kuran bir çizgi benimsenir.
Sürece yahut kitlelere müdahale etme hayalleri kuranların, asıl amaçlarını bu şekilde belirleyenlerin başarısız olmaları, hayal kırıklığına uğramaları ve en sonunda “bu işler olmuyor/olmayacak” sonucuna varmaları kaçınılmazdır. Komünistler açısından bu türden müdahale hevesleri ancak kendi önderlik boşluğu tespitlerimizi unutmakla ya da umursamamakla mümkün.
Bu bakımdan CHP’nin henüz denetim sağlayamadığı, polisle çatışma dinamiklerinin ağır bastığı, “seçim mitingi değil eylem” talebinin yükseldiği bir süreçte, örneğin komplonun ilk haftasında, bu eylemlere katılmak anlamlı ve gerekliydi. Ancak bu eylemlere katılmanın maksadı kitlelerle polis barikatını yıkmak değildi. Komünistlerin maksadı kitlelerle polis barikatını yıkmak, onları CHP etkisinden kurtarmak isteyen sol akımlarla ortak bir tutum takınmanın, bir eylem birliği geliştirmenin yollarını aramak olmalıydı. Söz konusu Saraçhane eylemleri olduğunda bu noktada eksik kaldığımız açık.
Eylemlerde Ortak Tutum
Önümüzdeki dönemde de parçası olduğumuz sol harekete müdahale etmeyi mümkün kılacak bir dizi eylem ve etkinlikle karşılaşacağız. Bu durumda da bir mitingden CHP damga vuruyor diye ilkesel olarak uzak durmaktan kaçınmak gerekir. 1 Mayıs ise bu eylemlerin başında geliyor. Sosyalistler 1 Mayıs’ı örgütlemek için hamle yapmadıkları zaman 1 Mayıs’ın CHP’nin eylem günü olarak gerçekleşeceği kesin gibidir. Solun tümünün harekete geçeceği 1 Mayıs’ta, bağımsız eylem yapılmıyor diye varolan mitinglere/eylemlere küsmek, bu konjonktürde, komünistlerin müdahale iddiasıyla çelişen bir tutum olur.
Bağımsız eylemlerin örgütlenemediği ve CHP’nin işçi emekçi eylemlerine damgasını vurduğu koşullarda yapılması gereken, sosyalistlerin tüm bu eylemlerde ortak tutum alması, ortak kürsü oluşturması, kendi kortejlerini birlikte savunmasıdır. CHP’nin sesinin yükseldiği, devletin sola yönelik saldırılarının yanı sıra şoven-lümpen pervasızlıkların arttığı bir dönemde bu ortaklık bir zorunluluktur. Sadece 1 Mayıs’ta değil sonrasındaki tüm eylemlerde de şu ya da bu kaydı koymadan böyle bir ortaklık için girişimde bulunmak gerekir.