Kürdistan’ın Ortadoğu’da pek çok sorunun düğüm noktası olması, bu düğümün de ancak bölgede Kürdistan’ı ilhak ve işgal etmiş gerici burjuva diktatörlüklerinin yıkılması ve Kürdistan’ın özgürleşmesi ile çözülebileceği, çıkmaya başladığı günden bu yana Köz’ün temel tespitleri arasında yer alıyor. Geride kalan yirmi beş yıl bu tespitin haklılığını defaatle kanıtlarken bu düğümün git gide gerilerek kopacakmış gibi görünse de kendi kendine kopmayacağını gösteren çok sayıda gelişmeye tanıklık etti.

Güney Kürdistan’da Kürtler Neyi Kazandı Neyi Kaybetti?

ABD’nin Irak’ı işgalinin ardından Irak devleti çökünce, Kürtler yirmi birinci yüzyıla Güney Kürdistan’da fiilî bir oluşumla girdi. Emperyalistler bu oluşumu yeniden Irak devletine bu sefer federal bir yapıyla daha sağlam zincirlerle dahil etmeyi planlamış olsa da Kürtler bu yeni Irak’a bağlandıkça Irak’taki siyasi krizin büyüdüğü yeni bir durum ortaya çıktı. Nitekim Suriye’de başlayan içsavaşın ardından IŞİD’in sahneye çıkmasıyla bir kez daha neredeyse çökmenin eşiğine gelen Irak’ta, IŞİD’in ilerleyişini muhtelif silahlı Kürt güçleri durdurdu. Güneyli güçler sahip oldukları imkânları arttırdı ve Kerkük gibi Kürtler açısından kritik bir sorunu savaşın içinde fiilen çözdüler.

Ancak Güney Kürdistan’da 2017 yılında yapılan bağımsızlık referandumu, ezen ulus devletlerin payandalarının çatırdamasının, Kürdistan’ın parçaları için dahi, bağımsızlık yolunu açmadığını açık biçimde gösterdi. Sandıktan çıkan %93’lük ezici bir çoğunluğa rağmen referandum elbette gerek tüm ilhakçı devletlerin, gerekse de emperyalistlerin baskısı ile kadük hâle getirildi ve Güney’deki Kürtler 2014 öncesi sınırlarının gerisine silah zoruyla itildi. Kendi dar politik kaygıları nedeniyle, bağımsızlığın sandıktan çıkacağı hayalini yayan PDK, sonrasında elbette sandıktan çıkan bağımsızlık kararına sahip çıkmadı; ilhakçı devletlerin karşısına dikilmedi. 2017’de gerçekleştirilen bağımsızlık referandumu tüm sonuçlarıyla bizzat onu gerçekleştirenler tarafından halının altına süpürüldü.

Dolayısıyla Güney Kürdistan’daki federasyon sanıldığı gibi Kürtler’in özgürlüğüne ve bağımsızlığına tedricen giden yolu açan bir sıçrama tahtası olmadı. Bilakis Güneyli Kürtleri Irak’a bağlayan bir zincire dönüştü. Söz konusu zincir bugün federasyon sayesinde değil Ortadoğu ve Irak’taki siyasi kriz nedeniyle zayıflıyor. Güney Kürdistan’daki gelişmeler, emperyalist statüko, bir bütün olarak, dağılmadan, bu statükoyu hedefe koyan bir mücadelenin sorumluluğunu alan bir önderlik olmadan, Kürtler’in herhangi bir parçada bağımsızlık yolunda bir kazanım elde edemeyeceğini göstermesi açısından ibretliktir.

Rojava’dan Kuzey ve Doğu Suriye’ye

Emperyalistler arası paylaşım kavgasının bir sonraki durağı Suriye oldu. Suriye’de hükümet karşıtı gösteriler bir içsavaşı tetikledi, Suriye’deki BAAS rejiminin de Irak’taki benzeri gibi güçlü bir dayanaktan yoksun olduğu hızla açığa çıktı. Ancak Rusya ve İran’ın destek ve müdahaleleri ile dümeni tutmayı başaran Suriye’deki BAAS rejimi, Şam’da iktidarını ve varlığını korurken ülkenin parçalanmasına ve şiddetli bir içsavaşın ülkeyi pençesine almasına engel olamadı. Suriye’deki içsavaş ve Suriye devletinin fiilen parçalanması Güney Batı Kürdistan’da, Kürdistan’ın o tarihe kadar en çok ihmal edilen ve en küçük parçasında bir otorite boşluğunun oluşmasıyla Rojava Devrimi’nin gerçekleşmesinin önünü açtı. PKK’nin örgütlediği YPG bu otorite boşluğundan faydalanarak Rojava’nın tümünü kapsayan ve adına ne denilirse denilsin siyasal bir egemenliğin Suriye devletinden çıkıp Kürtler’in eline geçtiği bir başka defakto/fiilî oluşuma hayat verdi. Suriye’deki içsavaşın, 2024’ün sonunda sürpriz sayılabilecek gelişmeler eşliğinde beklenmedik bir biçimde ve BAAS rejiminin tamamen çökmesiyle, yeni bir evreye geçmesinden hayli önce Rojava Devrimi fiilen sonuçları süren ancak adını kaybetmiş bir statü arayışına dönüştü. Henüz Esad iktidarda iken Rojava’daki kanton yönetimleri 2014’te önlerine koydukları Rojava Anayasası’nı birkaç yıl sonra rafa kaldırıp, Rojava’yı da “Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi”ne dönüştürdü.

İsmini yahut hedefini neyle değiştirirse değiştirsin, başlı başına varlığı ve Kürtler’in bütününe verdiği mesaj ile Rojava Türk devleti için tam da burnunun dibinde biten bir zehirli sarmaşık hâline geldi. Hükümetin işgal operasyonlarına maruz kalmış, kuruluşunda yer alan en büyük kanton olan Efrin’i askeri operasyonlar neticesinde yitiririlmiş olsa da, YPG’nin Rojava’daki pozisyonu düne kıyasla daha sağlamdır. Zira Rojava’daki kanton iktidarını normalde bitirmesi gereken Suriye ordusu olduğu için, Türk işgali aslında ezen ulus devletleri açısından bir acz göstergesidir. İkincisi, işgal politikası Türk devletinin uzun erimli bir planının değil, içsavaş içinde debelenen Erdoğan hükümetinin çıkışsızlığının ürünü olan bir hamledir.

Bugün gelinen noktada Rojava’da siyasal egemenlik halen QSD (Suriye Demokratik Güçleri) ismini alan Kürt güçlerinin elindedir, YPG ile ABD’nin yolunun kesişmesi kanton iktidarının lehine bir faktördür, gelgelelim tüm bunlar kanton iktidarının içsavaştan sonsuza dek kaçınabileceği, Şam yönetimiyle barışçıl bir demokratik çözüme varabileceği anlamına gelmemektedir. Zira Şam’da genişletilmiş kapsamda ve demokratik haklarla bir ulus devletin kurulabilmesinin ve Kürtlerin burada bir statü elde etmesinin önkoşulu Suriye’de orduların tekleşmesidir. Ancak Colani ve şürekası YPG’yi ağır bir yenilgiye uğratmaksızın bu orduların tekleşmesi mümkün değildir.

Doğu Kürdistan’da İstikrar Değil Fırtına Öncesi Sessizlik Hüküm Sürerken

Emperyalistlerin her yerinden su alan statükoyu tesis etmeye çalıştığı, yıkılan iki gerici burjuva diktatörlüğünü önceki hâllerinden daha zayıf temellerde bile olsa yeniden ayağa dikmeye çalıştıkları koşullarda, Kürdistan’ı ilhak eden bir diğer devlet İran’da da istikrar ve sükût hüküm sürmüyor. Yakın geçmişe kadar siyasal olarak Kürdistan’ın bir bakıma en “sakin” sayılabilecek parçası olan Rojhilat, yani Doğu Kürdistan, önce 2015’te Mahabad’daki bir ayaklanmayla sarsıldı. 2022’de Jina Mahsa Amini’nin katledilmesiyle başlayan ayaklanma ise Doğu Kürdistan’ın merkez üssü olduğu ancak tüm İran’ı boydan boya sallayan bir depreme dönüştü. Doğu Kürdistan’da haftalarca süren kitle eylemleri ve siyasal bir önderlikten ve belirgin bir hedeften yoksun kendiliğinden bir ayaklanma karşısında, İran’ın, Türkiye ile birlikte, Kürdistan’ı esaret altına alanların en güçlüsü bu devletin, düzeni sağlaması aylarını aldı. 2022 ayaklanmasından bu yana Doğu Kürdistan’daki zayıflayan otoritesi ve emperyalistler arası paylaşım savaşının Suriye ayağındaki rolü nedeniyle giderek kırılganlaşan İran, kendi topraklarındaki siyasal egemenliğini ancak darağaçları kurarak ve her yıl sistematik olarak yüzlerce Kürd’ü asarak koruyabiliyor.

Emperyalist Zincirin Hem En Kalın Hem En Zayıf Halkası

Ortadoğu’daki gericiliğin kalesi ama aynı zamanda emperyalist zincirin zayıf halkası Türkiye Cumhuriyeti de, Kürtler açısından son yirmi beş yıla damgasını vuran bu güçlü siyasal gelişmelerin yarattığı her türlü sarsıntıyı ve artçılarını doğrudan Ankara’da hissetmektedir. Kürdistan’ın en büyük parçasını yutan bu gerici burjuva diktatörlüğü sadece son kırk yıldır tarihindeki en büyük silahlı isyan ile uğraşmakla kalmadı. Aynı zamanda Rojava’daki Kürtler’in fiilî siyasal egemenliği varlığını büsbütün tehdit eder hâle geldi. Yıllardır baş etmekte zorlandığı bir gerilla mücadelesinin yanına 2014 Ekimi’nde Kuzey Kürdistan kentlerinden başlayıp Türkiye’nin metropollerine, milyonlarca emekçinin yaşadığı varoşlara yayılan kitlesel eylemler eklendi, dahası 2015’te Kuzey Kürdistan’ın önemli merkezlerinin çoğunu kapsayan ve altı aydan uzun süren şehir savaşları ve silahlı bir başkaldırı ile karşı karşıya kaldı.

PKK’nin liberal politik yönelimlerine ve programına rağmen, Türkiye Cumhuriyeti ne Kürdistan’da ne de Türkiye’de en ufak bir demokratik gelişmeye kapıyı açamayacak kadar kırılgan vaziyettedir. PKK Türkiyelileşme çizgisine uygun bir şekilde radikal mücadele yöntemlerinden parlamentarizme kadar geniş bir yelpazede esas olarak Türkiye’de anayasal bir demokraside kendisine bir yer açmak için mücadele ettikçe güçlendi, ama onun bu gücü Türkiye’de bir rejim krizini, akabinde de nihayete varamayan bir içsavaşı tetikledi. Hükümet aradan geçen on yıla rağmen ne içsavaşla hasımlarını sindirebilmiş ne de yükünü taşıyamadığı bu içsavaşa son verecek adımları atmayı başarabilmiştir.
Kürdistan’ı ilhak edip çevreleyen devletlerin hiçbiri ne eski güçlerindedir ne de eski günlerindedir. Emperyalistler arası bir paylaşım kavgasının sahası hâline gelmiş, savaşlar, içsavaşlar, işgal operasyonları, ayaklanmalar, rejim krizleri, siyasal ve ekonomik krizler arasında salınan, istikrarlı ve bütünlüklü bir işleyişten uzak, varlıkları tehdit altında, siyasal olarak bölünmüş, çürük yapılar hâline gelmişlerdir.

Kürdistan’ın düşmanları Lozan’dan yüz yıl sonra her zamankinden daha güçsüz ve bölünmüş vaziyetteler. Düşmanlarının aksine Kürtler ise tüm bölünmüşlüklerine rağmen yüz yıl öncesine göre daha örgütlü ve daha güçlü bir siyasal varoluşa sahiptirler. Ancak bu elverişli nesnel şartlar Ortadoğu’daki en büyük ezilen ve devletsiz ulusun bugün özgürlüğe daha yakın olduğu anlamına gelmez. Nitekim Kürtler esaret altındaki dört parçada da bu elverişli nesnel koşullara rağmen bu koşullardan faydalanmak için gereken asgari koşul olan, Kürdistan’ın bağımsızlığını güncel siyasal bir dava hâline getirmiş bir siyasal önderlik ya da bu yolda mücadele veren herhangi bir siyasal örgütlenmeden mahrumdurlar. Bu koşul sağlanmadığı sürece bu elverişli şartlar, Kürtler’in Kürdistan’ın herhangi bir parçasında karşılarında beliren fırsatları kalıcı kazanımlara dönüştürmesine ve bu kazanımların yayılarak genişlemesine hizmet etmiyorlar.

Kürtler Açısından Ankara Çıkmazı, Şam Açmazı

Kürtler’in Güney Kürdistan’daki örgütlenmeleri, taşıdıkları ulusal renklerden bağımsız olarak, siyasal ve ulusal bir davayı büyütmek şöyle dursun, Güney’de elde edilen kazanımları koruma adı altında yürütülen diplomasiye hapsolundu. Kendi yerel iktidar ve ayrıcalıklarını korumanın koşulu emperyalist statükoya ve Irak devletinin Lozan’da çizilen sınırlarına rıza gösterilmesi ise, bu çizginin doğal sonucu da Kürdistan’ın geri kalan kısımlarındaki mücadelelere kayıtsızlıktır. Nitekim Güneyli güçler Hewler ya da Süleymaniye’deki yerel ve kısıtlı egemenliklerinin diyetini Kürtler’i en çok ezen ve katliamla terbiye etmeye çalışan, Kürtler’e en çok düşmanlık güden iki devletle, yani Türkiye ve İran’la dostça ilişkiler kurarak, onların varlıklarını meşru ve haklı görerek ve göstererek ödüyorlar. Türkiye ve İran’la kurulan ilişkilerde, yirmi yıl öncesine kıyasla pazarlık güçlerinin artmış olması bu tabloyu değiştirmeye yetemiyor.

Fakat, dolaylı olarak PKK’nin iddia ettiğinin aksine, bu siyasal zaaf Güney’deki Kürt güçlerine mahsus değil. Nitekim Güneyli Kürtleri Türk devleti ile işbirliği ile suçlayan PKK de Güney’dekine yakın bir statüye ulaşmayı hedefliyor. Bunun olmamasının sebebi kuruluşundaki açmazlardan ötürü Türk devletinin barışamadığı Kürtlere sürekli saldırmasıdır.

Doksanların başından bu yana gerilla mücadelesinin tasfiyesi ve Türkiye’de anayasal bir demokrasinin tesis edilmesi amacıyla yürütülen “eşit yurttaşlık temelinde ortak vatan” siyaseti, sadece Kürtler’in esaretine dayalı gerici bir devletin ortadan kaldırılmasını ve Kürtler’in kendi kaderini tayin etmesini değil, bu sorunun varlığını ve esas çözümünü inkar eder. Kürdistan sorununu kendinden menkul bir Kürt sorunu ile ikame edip bu meseleyi de başkent Ankara’da çözülmesi gereken bir yerel yönetim ve kültürel haklar sorununa indirger.

Bununla birlikte Güneyli Kürtleri, kaderi AKP’nin iki dudağı arasında olan çaresiz unsurlar olarak göstermek ne kadar yanlışsa, Kürdistan’ın kuzeyindeki hareketi de devletten sille üstüne sille yemesine rağmen ısrarla devletle barışmaya çalışan unsurlar olarak kavramak ve resmetmek de o kadar yanlıştır. Kuzey Kürdistan’daki siyasal çizginin devrimci, komünist bir çizgiyle uzaktan yakından ilgisi yoktur elbette ama bu çizgiyi yürütenlerin Türk devletini tanımayan barışseverler ve tatlı su demokratları olmadığı da bir o kadar kesindir. Dahası tıpkı güneyde olduğu gibi kuzeyde de bu çizgiyi yürütenler zayıflamayıp güçlenmektedir. Bu güçleniş de onların taktik dehalarından değil, Kürdistan’ın farklı parçalarında bu kesimleri de etkileyip belirleyen devrimci yükselişten kaynaklanmaktadır. Güneydeki ve kuzeydeki hareketlerin ikisi de birer açmazla karşı karşıyadırlar. Ama bu açmaz onların saldırılarla sersemlemelerinden yahut kan kaybetmelerinden değil karşılarındaki ulus devletlerin zayıflamasına paralel güçlenmelerinden kaynaklanan bir açmazdır.

Kuzeyde “Demokratik Cumhuriyet” parolasıyla atılan adımlar, Türkiyelileşen PKK’yi güçlendirmiş, Türkiye sathında sadece Kürtlerle sınırlı olmayan bir emekçi muhalefeti yaratmıştır. Gelgelelim bu artan güç, Türk devletini ve onun 12 Eylül rejimini Kürdistan sorununu çözmeye zorladıkça sonuç tam aksi istikamette olmuştur. Türkiye’deki rejim krizi derinleşmiş ve nihayetinde bir içsavaş patlak vermiş, hükümetse bu içsavaşın hedef tahtasına Kürtler ve Kürtlerin desteklediği tüm örgütlenmeleri koymuştur.
Böylelikle PKK Kuzey Kürdistan’da aslî niteliğini çoktan yitirmiş gerilla mücadelesini tümüyle askıya almayı planlarken kendisini Amed’den İstanbul’a, Rojava’dan Zap’a daha şiddetli çatışmaların ortasında buldu. Gerilla mücadelesini bir yöntem olarak kendi repertuarından çıkarmaya hazırlananlar on binlerce insanı silah altına alıp, neredeyse düzenli bir ordunun parçası hâline getirmek zorunda kaldılar.

Parlamenter siyaset hedefiyle Türkiye’deki demokratikleşme mücadelesinin önderliğine soyunanlar da başarı kazandıkça ve güçleri arttıkça krizdeki Türk demokrasisinin hedef tahtasına oturdular. Her yerel seçimde tekrar tekrar kazandıkları belediyelerin her defasında tabur tabur asker ve polisle işgal edildiğini gördüler. Türkiye’de demokratikleşmeye en çok inanan ve bunu en çok savunan, Türkiye siyasetinin en parlak demokrat figürü hâline gelmiş Kürt siyasetçileri Türk devletinin hapishanelerinde yıllardır parmaklıklar arkasındadırlar.

2013 yılında HDP’nin kuruluşuyla birlikte “Türkiyelileşme” parolasıyla siyaseten Türkiye’de de kendine alan açıp Türkiye’yi demokratikleştirerek Kürtler’in birtakım haklar elde etmesi amacıyla girilen yol da Türkiye’de herhangi bir demokratikleşmeye yol açmadı, bilakis bunun ancak imkânsızlığını gösterdi. Türkiye Cumhuriyeti devletinin tepesindeki, tüm kurumları ile devleti saran rejim kriziyle cebelleşen hükümet Türkiye’yi demokratikleştirmeye çalışanlara çaresizlik içerisinde bir içsavaşla yanıt verirken görmek isteyen ve görmesini bilenlere Türkiye’de parlamenter yollarla Ankara’dan bir demokratikleşme gayretlerinin nafile bir çaba olduğunu gösterdi.

Bugün aynı denklemin daha zorlu bir benzeri BAAS rejiminin çöktüğü ve emperyalistlerin himayesinde yeni bir rejim ve hükümetin kurulduğu Suriye için de geçerli. Kuzey’deki Kürt siyasetinin Türkiye’deki anayasal bir güvence ve statü talebi karşılığında üniter bir Türkiye demokrasisinin parçası olma hedefi uzun zamandır Suriye düzleminde Rojava’ya da giydirilmeye çalışılmaktadır. Ancak yeni bir evreye girmiş uzun bir içsavaşın pençesindeki Suriye’de ne tür bir rejimin kurulacağı, herkesin haklarını güvence altına alan demokratik bir anayasayı kimin nasıl yapacağı sorularına yanıt verebilen yok. Dolayısıyla Türkiye’de başarısızlığı ayan beyan ortada olan, Kürtler’in sorunlarına Ankara’da çözüm arama siyasetinin bir benzerinin, yani Rojava’nın akıbetine Şam’da çözüm bulma arayışının Suriye’de başarılı olma şansı da daha yüksek değil. Suriye’de, üzerinde durduğu zemin kendinden önceki rejimden bile daha çürük bir devletin bünyesinde eşit yurttaşlık veya anayasal bir demokraside kendine has bir statü umudu taşıyanların da hızla hüsrana uğraması olasıdır. Rojava’da siyasal egemenliğin Suriye’deki yeni rejim ve hükümetle hangi koşullar altında nasıl paylaşılacağı, bu egemenliğin kime nasıl devredileceği an itibariyle bir muammadan ibaret. Bu konuda emperyalistler tarafından çizilecek herhangi bir yol haritasının ise emperyalist paylaşım kavgasının kızıştığı ve rakip emperyalist devletlerin birbirinin açığını kolladığı koşullarda bir yol kazasına uğraması da işten bile değil.

Kürtler’in, Kürdistan’ın herhangi bir parçasında bu parçaları esaret altına alan devletlerle demokratik bir düzlemde, demokratik bir anayasanın koruyucu çatısı altında bütünleşmeleri yönündeki plan ve gayretler, bu devletler siyasal egemenliklerini güç bela korudukları, daha parçalı iktidarlara ve rejimlere sahip oldukları koşullarda bu devletler tarafından sindirilmesi daha zor ve çetrefilli bir hâle geliyor.

Dolayısıyla Bakur ve Rojava özelinde, sorunlarını Ankara ya da Şam ile çözmeye çalışan Kürtler’in niyetlendiklerinin aksine, bu sorunları çözme becerisinden uzaklaştıkça kırılganlaşan, kırılganlaştıkça da saldırganlaşan devletler ve hükümetlerle karşı karşıya kalmaya riskleri artıyor.

Bu durum Kürdistan sorununa bağımsızlıkçı çözüm arayışlarının değil, Lozan’da mühürlenen emperyalist statükoyu, mevcut devletlerin sınırlarını ve egemenliğini kabul eden kısmî çözüm arayışlarının ve bu çerçevedeki reformcu formüllerin açmazı ve çıkmazıdır.

Kürdistan’ı çevreleyen, giderek şiddetlenen, fakat esas olarak onu esaret altına alan devletleri gözle görülür biçimde yıpratarak açmaza sokan gelişmeler Kürtler açısından tarihî fırsatlar doğuruyor. Mevcut siyasal önderliklerin ve örgütlenmelerin bu fırsatları pek çok kez heba etmesi, bu fırsatları yaratan nesnel dinamikleri ortadan kaldırmıyor. Emperyalist paylaşım kavgasının şiddetlenerek sürdüğü bir dönemde, daha önceki paylaşım kavgasının ve savaşlarının sonucu ve ürünü olan hâlihazırdaki emperyalist statüko dikiş tutmaz hâldedir, bekçiliğini yapan devletler ise dardadır. Bu nesnelliği bir fırsat olarak değerlendirmek bu vadesi dolmuş devletlere kalp masajı yapmaya çalışanların harcı değildir. Bilakis bu fırsatlar ancak, bu devletlerin zaafa uğramasını bir fırsat olarak görüp böyle değerlendirenler tarafından kullanılabilir. Böyle bir bakış açısı bu devletlerin varlıklarını ve sınırlarını değişmez bir veri olarak kabul edenlere değil, ufku bu ulus devletlerle sınırlı olmayanlara mahsus olabilir. Böyle bir bakış açısı, emekçilere-ezilenlere düşman bu devletleri ayağa kaldırmayı değil, bunların devrimci yol ve yöntemlerle yıkılmasını görev telakki edenlerce sahiplenilebilir.

Kürdistan sorununu bir bütün olarak emperyalist zincirin zayıf halkasından kırılması ve emperyalistlerin kurduğu mevcut statükonun ortadan kaldırılması olarak görmek ancak komünist bir siyasal mücadelenin konusu olabilir. Dolayısıyla bu elverişli koşulları Kürdistan’ın özgürlük ve bağımsızlığını hedefleyerek yürütülecek bir mücadelenin kalkış noktası hâline getirmek de bugün ancak ve ancak devrimcilerin, komünistlerin üstlenebileceği bir görevdir. Bu görevin üstlenilmesi için Kürdistan’daki komünist bir örgütlenmenin yaratılması ödevi ise sadece Kürdistan’daki devrimcilerin değil, dünya devrimi hedefi ile hareket eden dünyanın neresinde olursa olsun tüm komünistlerin enternasyonal ve ortak sorumluluğudur. Bu enternasyonalist sorumluluk ancak Komünist Enternasyonal’in dersleri ışığında, Komünist Enternasyonal’i yeniden kurma iddiası ile anlaşılabilir ve yerine getirilebilir.

Komünistlerin birliğini savunanlar bu sorumlulukla hareket etmektedir.