Suriye’de İçsavaşın Bitmesi Mümkün Mü?
Baas Rejimi Suriye’de kimsenin beklemediği bir zamanda ve süratte çöktü. Bu çöküş sadece bölgede devrim ve karşı devrim arasındaki mücadelede dengeleri ve dinamikleri değiştirdiği için değil aynı zamanda bu mücadelenin bir parçası olan sol hareket içinde yeni bölünmeler ve buluşmalar yaratacağı için incelenmeyi hak ediyor. Karşımızda sonuçları bakımından en az ABD’nin 2003’te Irak’ı işgali kadar önemli bir gelişme vardır.
Bugün artık Esad yok. Hiçbiri hakkında bir soruşturma açılmamış olsa da Baas yöneticileri de sahnede görünmüyor. Üstelik, Londra’nın mı Washington’un mu daha belirleyici olduğu açığa çıkmamış olsa da, Ahmet el-Şara’ya dönüşmeye çalışan Colani emperyalist bir akılla yönlendirildiği için kapsayıcı mesajlar vermeyi ihmal etmeden, Suriye devletini yeniden kurmak için adımlar atmakta. Ama bu, Suriye’de ulusal birliğin yeniden sağlanmasının kolay olduğu anlamına gelmiyor. Hatta böyle bir birliğin mümkün olabileceği bile tartışmalıdır.
Baas Rejimi’nde Suriye ulusu Araplardan oluşuyordu, Kürtler bu ulus tanımına giremedikleri için vatandaş bile değillerdi. Nusayrilerin altmış yıldır politik olarak güçlü olduğu, Kürtlerin ise laikliğin en önemli taşıyıcısı olduğu, üstelik Hristiyan ve Dürzilerin nüfusun kayda değer bir kısmını oluşturduğu koşullarda Türkiye’de olduğu gibi Sünni İslam paydasında bir ulus tanımı yapmak da mümkün değildir. Suriye’de Kürtleri bir ulus devlet çatısı altında tutmak isteyenlerin önündeki tek çözüm yolu olsa olsa Irak’takine benzer, gevşek bir islam tanımına dayalı bir federasyon olabilir. Irak’taki Kürtlerden daha geri bir statüye razı olamayacak Suriye’deki Kürtler’in federasyonu kabul etseler dahi, islam temelli bir ulus tanımını kabul edecekleri şüphelidir.
Suriye’de Kurucu Meclis Olmadan Yeni Anayasa Yapılamaz
Tüm bu sorunlar aşılıp, Suriye’de göstermelik bir ulus tanımında ve bir federasyonda anlaşılsa bile ortada daha büyük bir sorun vardır. Zira yeni bir anayasa yapmak, yeni bir rejim kurmak için bir kurucu meclis gereklidir. Bu kurucu meclisin kurucu meclis otoritesine sahip olabilmesi içinse ülkedeki silahlara hâkim olması gereklidir. Gelgelelim Suriye’de hâlihazırda üç büyük silahlı otorite vardır. Bunlardan birisi HTŞ’dir, diğeri HTŞ’ye teslim olmuş ama kurumsal varlığını koruyan Suriye silahlı kuvvetleridir. Kendisini tasfiye ederek Suriye silahlı kuvvetlerine ve polis teşkilatına entegre etmeyi hedefleyen HTŞ’nin bu ordu içinde, bugüne kadar yürütmediği kapsamlı bir temizlik harekatını yürütmeden bu orduyu nasıl yöneteceği belli değildir. Üçüncüsü ise Kürdistan’ın batısındaki merkezinde PYD’nin durduğu Demokratik Suriye Güçleridir. Türkiye’nin dizayn ettiği Suriye Milli Ordusu’nun, düne kadar Esad’ı savunan İran güdümünde birliklerin ve İdlib’de HTŞ’ye birlikte bulunan irili ufaklı islamcı grupların varlıkları da cabasıdır. Bunların dışında İsrail Suriye’deki işgalini derinleştirmekte, askerî operasyonlarının şiddetini arttırmaktadır.

Kısacası 2003’teki Saddam sonrası Irak’a kıyasla çok başlı bir tablo söz konusudur. Kaldı ki Irak’ta bu kadar fazla sayıda silahlı odağın bulunmadığı koşullarda dahi kurucu meclis işlevini üstlenen Irak temsilciler meclisinin otoritesini işgalci Amerikan ordusu sağlıyordu. 2003’te Irak’ta 130 bin Amerikan askeri vardı. 2007’de bu sayı 170 bine çıktı. Bugün Suriye sınırları içindeyse çoğu Batı Kürdistan’da mukim 2000 asker bulunuyor. İşgalin üzerinden yirmi yıl geçmiş olsa da Irak’ta hâlâ 2500 Amerikan askerinin bulunduğunu akılda tutarsak, ABD’nin Suriye’deki varlığının herhangi bir sorunu çözmeye yetmeyeceğini görmek zor olmaz. Dahası 2003’te Irak’ta tek başına karar alan bir merci durumdaydı. Fransa ve Almanya’nın muhalefeti çok daha dolaylıydı. Bugün ise Rusya Esad’ı savunmamış olsa da Suriye’den tümüyle çekilmiş değildir. Dolayısıyla kendisi çaptan düşmüş ABD Suriye’de Irak’ta olduğundan daha fazla rakiple çevrilidir. Bu rolü ABD’nin yerine oynayabilecek herhangi bir emperyalist bulunmamaktadır. O hâlde Irak’ta olduğu gibi yeni bir rejimin kurulmasının, kurulduktan sonra yaşamasının koşulları ortada yoktur.
Suriye’de Kürtlerin Düşmanları Zayıf ve Bölünmüş Durumdadır
Tüm bunlar bir yönüyle Kürdistan’ın batısına yönelik saldırıların artacağı koşullara işaret eder. Zira Suriye’de ulusal birlik girişimleri duvara tosladıkça emperyalistler ve işbirlikçileri bu projenin aslında imkânsız bir proje olduğu sonucuna varmayacak başarısızlıklarını Kürtlerin bağımsız silahlı varlığı ve özerklik ısrarıyla açıklayacaklardır. Emperyalistlerin, ilhakçı bölge devletlerinin ve onların uzantılarının Kürtlere yönelik saldırganlığı yeni değildir. Yeni ve daha önemli olan meselenin diğer yönüdür. Emperyalistlerin birbiriyle çatıştığı, Suriye’de en ufak bir ortaklığı dahi açıktan kuramadığı, Suriye’de tüm işlerini perde arkasından yürütmeye mecbur kaldığı koşullarda, Kürtlerin düşmanları zayıf ve bölünmüş durumdadır. Kısacası Kürtlerin birleşik bir saldırıyla sindirilmesinin koşulları hiç olmadığı kadar zayıftır.
Bugüne kadar Kürtlerin bölünmüşlüğü onların düşmanları karşısındaki yenilgilerinin temel nedeniydi. Bu sorun sürmektedir. Ama bugün Kürtlerin düşmanları Kürtlerden daha fazla bölünmüş durumdadır. Başka bir deyişle Kürdistan’ın bağımsızlığı ve birliği için koşullar her zamankinden elverişlidir. Ancak bu koşullar kendi başına devrimci sonuçlar üretmediği gibi, bağımsız Kürdistan “şimdi tam zamanı”, “ne duruyorsunuz” diye çağrılarda bulunanların sandığı gibi herhangi bir uzlaşmaya girmeden, sürekli hücum naraları atarak kurulmayacak inişli, çıkışlı ve dolambaçlı yollardan geçen, incelikli taktik bir mücadeleyle kurulabilir. Bu mücadelenin önkoşulu ise bayrağına bağımsız ve birleşik Kürdistan hedefini yazmış, bu hedefine ulaşmanın koşulunun devrim olduğunu programında ifade eden, Kürdistan’ın tüm parçalarındaki mücadeleyi tek bir merkezden yöneten devrimci bir partinin varlığıdır. PYD de dahil olmak üzere Kürdistan’daki mevcut partilerden hiçbirinin bu nitelik ve yönelimde olmadığı, onların kendi karar ve beyanlarından bellidir. Koşulların devrimci bir sonuç üretmesi için önce bu partiyi yaratmak gerekir.
Türkiye’nin Suriye Savaşındaki Rolü
Türkiye’nin Esad Hükümeti’nin düşürülmesinde belirleyici bir rolü olmadı. Karşımızda tanımlı bir dış politikası olan bir devlet olmadığı için Türkiye’den çok Erdoğan hükümetinden söz etmek daha doğru olacaktır. Bu süreç içinde Erdoğan bir inisiyatif göstermek şöyle dursun gafil avlanmıştır. Oyun kurandan çok kendisine oyun kurulandır. Hakan Fidan’lı, İbrahim Kalın’lı böbürlenmeler de aslında bu gerçeğin üstünü örtmek amaçlıdır.

Birincisi, Erdoğan ile HTŞ’nin doğrudan bir bağı yoktur. Dolaylı olarak kurulan ilişki ise yer yer düşmanlığa varan bir rekabet ilişkisidir. Hükümetin güdümündeki basında, strateji merkezlerinde Suriye’ye ilişkin 27 Kasım öncesinde çıkan yayınlarda HTŞ’ye dair herhangi olumlu bir değerlendirme yoktur ama tersi bol miktarda mevcuttur, özellikle Temmuz ayında İdlib’den Efrin’e uzanan eylem dalgasında bu rahatsızlık doruk noktasına ulaşmıştır. Hükümet cephesinden HTŞ’ye yönelik tüm değerlendirmeler HTŞ’nin Astana çözüm sürecine engel olan provokatif eylemlerde bulunan bir odak olduğu yönündedir. Tam da bu nedenle Kasım ayının ortalarına kadar HTŞ’ye yönelik polis operasyonları, HTŞ’yi IŞİD’den ayırt etmeden devam ediyordu. HTŞ’nin Şam’a yönelik harekat başlatmasının üzerinden bir hafta geçmişken dahi, 5 Aralık’ta resmi gazetede HTŞ yöneticilerinin mal varlıklarına el konduğu ilan ediliyordu. Colani’nin Hakan Fidan’la içtiği kahvenin Hükümet ve HTŞ arasındaki yakın bağlara işaret ettiğine inanların kanıtları HTŞ’nin Noel’i resmi bayram ilan etmesine, Colani’nin kıyafetlerine ve başı açık kadınlarla çektirdiği fotoğraflara bakarak Suriye’de laik bir rejimin kurulduğu sonucuna varanların kanıtları kadar kuvvetlidir.
İkincisi, Aksa Tufanı Erdoğan’ın İsrail’le, İsrail’in de bölgedeki Arap devletleriyle olan ilişkilerini normalleştirme sürecine darbe vurmuştu. HTŞ’nin Kasım harekatı ise Erdoğan’ın Suriye’de Esad’lı bir çözüm arayışına nihai darbeyi vurmuştur. İki senedir Suriye ile barışa hazırlanan, bu doğrultuda adım üstüne adım atan hükümetin bütün hazırlıklarını boşa çıkarmıştır. Suriye’de Esad’la barışıp birlikte Kürdistan’ın üzerine yürümeyi planlarken kendisini birdenbire nasıl biteceği çok daha belirsiz bir içsavaşın içinde bulmuştur. Dahası böyle bir içsavaşın içinde artık Erdoğan’ın güdümündeki Suriye Milli Ordusu da gereksiz hâle gelmiştir. Colani’nin “Artık tek bir orduya ihtiyacımız var!” çağrısının öncelikli muhatabı SDG’den çok SMO’dur.
Rejim Krizi ve İçsavaş
Ancak Erdoğan’ın canını en çok sıkan sorunlardan üçüncüsüdür. Bu sorun, Türkiye’de gittikçe derinleşen ve nihayetinde bir içsavaşa dönüşen rejim kriziyle ilişkilidir ve aynı zamanda neden onun HTŞ’nin Esad’ı düşüren hamlesinde bir özne olamayacağını da anlatır.
ABD’nin inayetiyle 2003’te hükümet koltuğuna oturan ve yine ABD’nin kol kanat germesiyle Fransız ve Alman emperyalizminin kemalist generaller aracılığıyla yürüttüğü saldırıları savuşturan Erdoğan, süreç içinde hem gerilemeye başladı hem de ABD’nin beklentilerini yerine getiremediği için gözden düştü. 2010 sonrası sürece ABD’nin Erdoğan’dan Gülen ve CHP eliyle kurtulma gayreti ama kendi zayıflayışı ve Türkiye rejiminin dayanaklarının ortadan kalkması nedeniyle bunu başaramayışı damgasını vurdu. Gerileyen Erdoğan’ın çırpınışları bu temel etmen nedeniyle onun hükümette kalmasını mümkün kıldı.
Erdoğan 2015 seçiminden itibaren tek başına hükümet olma imkânını yitirdi. Önünde duran tek çözüm bir başka isme, ABD’nin dizayn etmek istediği MHP’nin başındaki Devlet Bahçeli’nin ideolojik ve politik çizgisine teslim olmaktı. Tüm trajedilerde olduğu gibi, henüz son perdesi oynanmamış kendi trajedisinde de Erdoğan kaderine boyun eğip bir kenara çekilmeyi değil, tanrılarına meydan okuyarak ayakta kalmaya devam edeceğinin sinyallerini Gezi Ayaklanması’ndan beri veriyordu. 7 Haziran seçimleri ertesinde Kürdistan’da bir ayaklanmayı kışkırtarak bu yolu geri dönülmez bir şekilde seçti. Bu noktadan sonra inisiyatif Erdoğan’dan Bahçeli’ye geçti. Bahçeli devletin âlî çıkarlarını değil, tıpkı Erdoğan gibi kendi dar siyasi çıkarlarını düşünerek, Erdoğan’ı içsavaşın kapsamını genişletip tüm Türkiye’ye yaymaya zorladı, anayasayı Erdoğan’ı çıkmaza sokacak şekilde değiştirtti ve nihayetinde içsavaşı Türkiye içinde şiddetlendirmek mümkün olmayınca, Erdoğan’ı iyice sıkıştırmak için onu Efrin’e itti.

İçsavaşın ilerlemesi ve Suriye’deki işgal hareketiyle birleşmesi elbette Erdoğan’ın işine yaramadı. Şovenizm yükselmedi, Erdoğan’ın oyları artmak şöyle dursun daha da azaldı. Böylelikle MHP’ye olan bağımlılığı artarken hem partisi hem de devlet üzerindeki denetimi daha da zayıfladı. Sorunları 7 Haziran 2015’e kıyasla daha da büyüdü. Zira MHP’nin hazırlattığı anayasa nedeniyle seçimleri artık ancak bir koalisyonla kazanabilmektedir. Üstelik anayasa gereği cumhurbaşkanı koltuğuna bir kez daha oturması için ya bir erken seçime ya da anayasa değişikliğine ihtiyacı vardır. Her iki adımı atabilmesinin yolu ise CHP ile savaşa son vermesi, bunu güvence altına almak içinse ABD ile barışması gereklidir. Başka bir deyişle savaş politikasının sınırlarına ulaştığı 2019’dan beri Erdoğan’ın barışa ihtiyacı vardır. ABD ile barışmak için DEM Partiyi hedef tahtası olmaktan çıkararak içerideki savaşı bitirmesi, Kürtlerin imhasını Astana görüşmelerinde Esad’ın omuzlarına yükleyerek, barışı imkânsız kılan dışarıdaki tutumundan vazgeçmesi gerekiyordu. Tüm bunlar için de 2015’te teslim olduğu MHP’den kurtulması gerekiyordu.
2019 – 2023 arasını yalpalayarak bir tür kararsız şiddet uygulayarak geçiren Erdoğan 2023’ten beri bu doğrultuda daha aktif bir girişimde bulunmaktadır. Gelgelelim Erdoğan’ın ABD’ye mecbur kaldığı ve ABD’yle barışmak için attığı adımlar da tam tersi sonuçları üretmektedir. Her şeyden önce Erdoğan’a faiz ve enflasyon konusunda tüm tükürdüklerini yalatan Mehmet Şimşek’in önlemleri enflasyon sorununu ortadan kaldırmadığı gibi, Erdoğan’ın kendi seçmen tabanına aktardığı kaynakların daralmasına yol açmıştır. Ancak işin ekonomi politikalarıyla ilgili kısmı meselenin en kolay tespit edilebilen, en yüzeysel ve siyasi bakımdan sonuçları en önemsiz olan kısmıdır.
Bahçeli’nin Tasfiye Olmamak Adına Yaptığı Sonuçsuz Kalmaya Yazgılı Öcalan Hamlesi
Meselenin daha önemli, hem hükûmetin Suriye politikalarıyla hem de gökten zembille inen Öcalan hamlesiyle ilişkili olan kısmı Cumhur İttifakı’nda ipleri elinde tutan Bahçeli’nin tasfiye planına direncidir. 2019 – 2023 sürecinde Cumhur İttifakı’ndan kurtulmanın yollarını kararsız bir şekilde arayan Erdoğan karşısında Bahçeli’nin biri daha çok dikkat çeken iki temel silahı vardı. Bunlardan hem devlet içindeki imkânlarını kadrolarını kullanarak, hem de kürsüden politik basınç yaparak Erdoğan’ı savaşı derinleştirmeye zorlamaktı. Kayyım ısrarından Can Atalay kararına, Filistin hamasetinden Suriye’de savaş kışkırtıcısı pozisyonuna Bahçeli bu silaha sık sık sarıldı. Ama Bahçeli’nin tam tersi istikamette gibi görünen bir ikinci silahı vardı. Erdoğan Türkiye demokrasisinin sorunların bahsettiği süreçlerde Bahçeli “demokrasi gerekiyorsa onu da biz getiririz!” edasıyla hareket etti. Erdoğan 2021’de yeni bir anayasa ihtiyacından söz edip “Gazi Meclis”in önemini hatırlatınca Bahçeli hemen yeni bir anayasa taslağı hazırlayıp bunun mecliste tartışılmasını önermiş, böylelikle kabul edilmeyeceğini bildiği bir anayasa taslağıyla Erdoğan’ın önerisini boşa düşürmüştür. Bahçeli’nin bugünkü DEM Parti-Öcalan hamlesini de bu çerçevede değerlendirmek gereklidir.

Türkiye siyasetinde inisiyatifi elinde tutanın Erdoğan değil de Bahçeli olduğunu söylemek elbette otoriterleşme feryatlarında bulunanların çizdiği tabloyla taban tabana zıttır. Ancak olgular burnunun ucunu görmekten aciz liberallerin “komploculuk”la eleştirdiği bu tespiti desteklemektedir. 2015’ten bugüne tüm kritik süreçlerde inisiyatif önce Devlet Bahçeli’den gelmiştir sonrasında Erdoğan bu tespite ayak uydurmuştur. 7 Haziran sonrasında açıklamasıyla bir erken seçimi dayatan Bahçeli’ydi, dokunulmazlıkların kaldırılması kampanyasını büyüten yine o oldu. Anayasa değişikliği adımını Bahçeli attı, Batı Kürdistan’ın işgal edilmesi yönündeki pozisyonu ilk o savundu. Aksa Tufanı’nda, teğmenler gösterisi karşısında, Can Atalay davasında hükümetin pozisyonunu Bahçeli belirledi. Bugün Öcalan’la görüşme sürecindeki adımı da yine o atmıştır. Bahçeli’nin bu etkisi onun siyasi dehasını değil Türkiye’deki burjuva siyasetinin perişanlığını ve rejim krizinin derinliğini yansıtır.
Konu Öcalan’ın açıklamaları olunca sapla samanı karıştırmak, hükümetin açmazlarını ve devrimci politikanın imkânlarını görmeyi engellemektedir. Ezilen ulus cephesinde savaşanların elbette her zaman barış talep etmeye de hakları vardır. Dahası onların mücadele ederken de barış girişiminde bulunurken de yaptıkları ittifak önerilerini eleştirmek ezen ulus komünistlerinin işi değildir. Güney Kürdistan’daki 2017 referandum girişimini, Batı Kürdistan’da YPG’nin IŞİD karşıtı mücadele adına Deyr-e Zor’a ve Arap coğrafyasının kendisiyle ilişkisiz alanlarına sürüklenmesini, Kuzey Kürdistan’da 2015’te ölü doğmuş Eşme Ruhu’nu bugün tekrar hortlatmaya çalışanları eleştirmek Kürdistan’da, Kürdistan emekçilerinin bağımsızlığı ve özgürlüğü için mücadele eden komünist örgütlerin görevidir. Aksi bir tutum hangi niyetle yapılırsa yapılsın şovenizme ve burjuvazinin kanatlarından birine yedeklenmeye hizmet eder.
DEM Parti, İçsavaş ve Bakur’da Durum
Bununla birlikte DEM tıpkı HDP ve diğer öncelleri gibi, onu Kürt hareketi olarak sunup eleştiriden muaf kılmak isteyenlerin aksine, Türkiye partisi olduğunu iddia etmektedir, bu iddiasını da ciddiye almak gerekir. Gelgelelim Türkiye’de demokrasinin, barış ve insan haklarının ancak bir toplumsal uzlaşmayla, içbarışla sağlanacağını savunan bir reform partisi olan DEM’in Bahçeli’nin tutumuna dair yaptığı açıklamaların özel ilgi uyandırıcı yeni bir yönü yoktur.
Öcalan barış için bir muhatap aradığını 1990’ların başından beri ısrarla ve tutarlılıkla söylüyor. PKK’yi Türkiye’li gazeteciler aracılığıyla takip edenler bile onun Türkiye’nin ulusal sınırlarını değiştirmeden, demokrasi mücadelesini büyütmeyi hedeflediğini biliyor. Mehmet Ali Birand’a 1992’de verdiği röportajda “Muhatap arayan benim çünkü asıl siz Türklerin önderlik sorunu var.” derken de 1993 Martı’nda Lübnan’da Talabani’yle katıldığı basın toplantısında tek taraflı ateşkesi duyururken de hep aynı içeriği vurgulamaktadır. Demokratik konfederalizm bu hedefin ideolojik temeli, Türkiyelileşme de siyasi parolasıdır. Nitekim PKK, bu yönelimiyle uyumlu olarak, çeyrek asır öncesinde silahlı gerilla mücadelesini Kürdistan’ın kuzeyinde yürüttüğü mücadelesinin asli aracı olmaktan çıkarmıştır.
Kürtlerin 2012-2015 arasında Erdoğan’ı zorla masaya oturttukları “çözüm süreci” adlı görüşme trafiğinde, Kürdistan sorunu şöyle dursun, Kürt sorunun çözümünde dahi bir arpa boyu yol kat edilememişti. Ama bu süreç ona öngelen ve kimi keskin fasılalarla süren 2002-2012 yumuşama süreci DTP/BDP/HDP’nin tabanının ana gövdesini oluşturan, Kürdistan ve Türkiye’de emekçi ve ezilenlerin en militan en politik kesimlerin Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin başını çekmesine yol açmıştı. 2012-2017 arasında Gezi’yi, Kobane ayaklanmasının ve şehir savaşlarının Erdoğan’ı ürküten şiddetinin arkasında bu tabanın kendisine açılan alandan beslenerek büyümesi ve serpilmesi vardı. Tüm bunlar elbette kendine demokrasi mücadelesinde bir baskı unsuru, taban muhalefeti olma rolü biçen DTP/BDP/HDP’nin tercih ettiği değil, önüne geçip kontrol altında tutmaya çalıştığı gelişmelerdi. Aynı zamanda dün HDP’nin bugün de DEM’in Türkiye siyasetine hangi yapısal nedenlerden ötürü hâkim sınıfların umduğu gibi eklemlenemeyeceğini de anlatıyordu.

İçsavaş HDP ve tabanının üzerinde yoğunlaştığı için, HDP yönetiminin de tercihleriyle, bu gelişme süreci bir anlamda dondurulmuştu. Erdoğan’ın normalleşme adımlarının ve Bahçeli’nin asıl üzerinde durulması gereken yönü tam da bu noktada çıkmaktadır. Zira Cumhur İttifakı DEM’in üzerindeki basıncı mecburen azaltmak zorundadırlar, ama aynı zamanda DEM’i kendilerine yedekleyebilecek imkân ve politikalardan yoksundurlar. Birinci sürecin başarısızlığı ve fiyaskosunun itibarsızlığıyla lekeli bu yeni çözüm süreci, asıl olarak DEM’in tabanının ve onunla ilişkili kesimlerin kendi eylemleriyle yeniden sahneye çıkmasının önünü açmaktadır.
Suriye’deki hükümet değişikliği bu noktada Erdoğan’a vurulmuş bir ikinci önemli darbe olmuştur. Zira içeride imkânsız barış ve çözüm görüşmelerini yürütürken DEM Parti’yi bir yandan hedef göstermek ama diğer yandan da onunla barışıyormuş gibi yapmak zorundadır. Bunun üstüne bir de Suriye sorunu eklenmiştir. Erdoğan Suriye’de bir yandan çözümün bayraktarlığını, diğer yandan da elinde giderek azalan enstrümanlarla Batı Kürdistan’a saldırı planları yapmaya mecburdur. Bu gelişmelerin onu ABD ve Rusya ile olan ilişkisinde daha problemli bir konuma sokacağı gibi, içerideki barışma girişimlerini sabote edeceğini görmek de zor değildir.
Tüm rüzgârların ABD ve İngiltere lehine estiği, içsavaş dinamiklerinin bastırıldığı, bu iki emperyalistin Suriye konusunda kendi aralarında anlaşıp, Suriye’de çerçevesini kendilerinin çizdiği Irak tipi bir federasyon kurdurdukları koşullarda dahi süreç Erdoğan’ın lehine işlememektedir. Zira bu sefer de gelişmeler onu üstlenmeye hiç hazır olmadığı sorunlarla yüzleşmeye itecektir. Bu da bizi dördüncü sorun kümesine getirmektedir. Suriye’deki Kürtlerin Irak’takinin gerisinde bir çözüme razı olmadığı açığa çıkınca bu durumu Türkiye’nin ilhak ettiği topraklardaki Kürtler nasıl karşılayacaktır? Eğer sırada Türkiye varsa, en geri ve geçici çözümün dahi Suriye ve Irak’ın gerisine düşmemesi gerektiği açık değil midir?
1921 Anayasası Hayalleri de Kürtlere Boyun Eğdiremez
Daha 12 Eylül anayasasını değiştiremeyen Türk burjuvazisinin, Türk devletinin genetik kodlarına işlemiş üniter devlet yapısını değiştiremeyeceği açıktır. Koltuğunda oturabilmek için sürekli yeni anayasadan söz eden Erdoğan’ın hep lafı 1921 anayasasına getirmesi onun da bu gerçeğin farkında olduğunu, devleti kuranların ruhunu çağırarak bu sorunu çözmeye çalışma arayışlarını yansıtmaktadır. Ancak bu arayışları da karşılıksız kalmaya mahkumdur.
Birincisi 1921 Anayasası da üniter bir devlete işaret ediyordu. En az diğer anayasalar kadar inkarcıydı, islam vurgusuyla Kürtleri Türk ulusuna katmayı amaçlıyordu. Bu anlamıyla Irak’takinin dahi gerisindeki bir pozisyondu. İkincisi ve daha önemlisi Türkiye’nin yüz küsur yıllık tarihini geriye sarmak mümkün ve anlamlı değildir. Türkiye tarihi 1921 Anayasası’ndan 1924 Anayasası’na, oradan da bugünkü rejime Mustafa Kemal’in kaprisleri, ihtirasları ve dar görüşlülüğü nedeniyle değil başlangıçtaki proje yürümediği için aktı. Üçüncüsü Kürtlerin daha örgütsüz olduğu ve Kürdistan’da dinin daha hâkim olduğu koşullarda yürümemiş İslam paydasında asimilasyon projesinin Kürdistan’da dinin etkisinin kırıldığı, büyük bir proleterleşmenin yaşandığı ve Kürtlerin yüz yıl öncesine çok daha örgütlü olduğu koşullarda yürümesini bekleyenler daha çok bekleyeceklerdir.

Düşmanın Geleceksizdir Ona Güvenme
“Siyaset mümkün olanın öğretisidir.” Burjuva ideologları devrimci akımların ayaklarının yere basmadığını göstermek için, Almanya’nın kurucusu ve gerçekçi politikanın ustası olarak kabul edilen Bismarck’ın bu sözünü dillerine dolarlar. Boşu boşuna imkânsızın peşinde koşup ömrünü ve olanaklarını harcamak yerine, koşulların izin verdiği çerçevede maharetle değişiklikler yapmayı nasihat ederler. Bismarck’ın iki amacı vardı, birincisi işçi hareketini boyunduruk altında tutmak, ikincisi Almanya’nın Fransa ve Rus İmparatorlukları arasında barışın teminatı bir tampon olarak kalmasını sağlamak. 1867 yılında, karşı devrimin en istikrarlı yıllarında ve emperyalizm çağının arefesinde, bu sözleri sarf ederken Bismarck 1848 devrimini ezenlerle saf tutmanın ve daha bir yıl önce Avusturya’yı mağlup etmenin özgüvenini taşıyordu. Dört yıl sonra Almanya’ya savaş açan Fransa’nın mağlubiyetine ve ilk işçi devleti olan Paris Komünü’nün 70 günlük ömrüne bakanlar Bismarck’ın haklı çıktığını söyleyebilir. Hâlbuki asıl imkânsızın peşinde koşturan, tarihin gösterdiği gibi Bismarck’tı. 1890’da Bismarck Alman sermayesi tarafından hürmetsizce siyaset sahnesinin dışına atılırken aynı zamanda Bismarck’ın aralarında tampon olmayı hedeflediği Fransa ve Rusya’nın birlikte Almanya’ya saldıracağı emperyalistler arası bir savaşın, sosyal devlet uygulamaları ve baskı politikalarıyla büyümesi engellenemeyen Alman işçilerinin 1918 Kasım Devrimi’ne ilerlediği bir yolu döşeniyordu. Yeni Bismarck’ların ortaya çıkması, burjuva ideologlarının yeniden “mümkün olan”dan bahsedecek ve devrimcileri hayalcilikle suçlayacak özgüvene kavuşması için iki emperyalist paylaşım savaşının yaşanması Ekim Devrimi ve onun rüzgârıyla gerçekleşen devrimlerin tıkanıp yenilmesi gerekiyordu.
Bugün Bismarck’a güven veren, yeni bir düzenin kurulduğu koşullarda değiliz, Bismarck’ların sahadan çekildiği emperyalist düzenin krizinin derinleştiği, yeni bir paylaşım savaşının kendini dayattığı koşullar mevcutken, burjuva siyasetinde Bismarck’ı andıran herhangi bir politikacı yok. Dünya ölçeğinde Trump’lar, Macron’lar, Meloni’ler Putin’ler, Xi’ler, Ortadoğu’da Netanyahu’lar, Colani’ler var. Türkiye’de ise tablo daha sefil, Erdoğan ve Bahçeli’den, İmamoğlu’dan Ufuk Uras’a uzanan bir yelpazeden söz ediyoruz. Dahası, kriz ve istikrarsızlık koşullarında tüm bu çapsız politikacılar “mümkün olan” diye diye imkânsızın peşinden koşturuyorlar, ya bir daha geri gelmeyecek olanın, geçmişin ruhunu çağırıyorlar, ya da çözülmesi mümkün olmayan çözümü döne döne denemeye devam ediyorlar.
Trump her alanda sapır sapır dökülen ABD’yi “yeniden büyük” yapmaya, ABD’nin 1945’te üstlendiği yükümlülüklerden kaçarak ama aynı zamanda 1945’te sahip olduğu ayrıcalıkları sürdürmeyi isteyerek çalışıyor. Savaştan kaçmak ama korkutmak ve haraç almak, üretici güçleri geliştirmemek ama dünyanın bütün kredilerini kendi havuzunda toplamak istiyor.
İngiltere, Fransa, 1918-1945 arasında Ortadoğu’da Amerikan gücüne dayalı oluşturulmuş düzen kalsın ama ABD bu bölgelere girmesin, giremesin, kendi ayrıcalıkları sürsün istiyor.
Rusya da kendisinin bir parçası olmadığı 1945 statükosunu savunuyor ve yine bu statükonun kurucusu ABD’yi Ortadoğu, Orta Asya ve Doğu Avrupa’dan uzak tutmaya çalışıyor. Dahası kendisiyle hiçbir ilişkisi olmayan SSCB’nin askeri aygıtını güdük bir finans kapitalle geliştirmeye çalışıp SSCB’nin etkili olduğu toprakları kendi nüfuz alanı olarak tescillemek istiyor.
Rakipleri emperyalist kavga ve çekişmelerle güç kaybederken, Çin bu çatışmalara dahil olmadan ekonomik olarak yükselmek istiyor. Emperyalist paylaşım kavgasına girmeden bu kavganın kurbanı olmaktan kaçmak, dahası bu kavganın nimetlerini elde etmek istiyor. Savaşlar her cephede adım adım yaygınlaşırken karşılıksız “barış içinde bir arada yaşama” çağrılarını yükseltmeye devam ediyor.
Emperyalistlerin 1948’de çizdirdiği sınırı 1967’de çiğneyen İsrail hem işgal ettiği bölgeler kendinde kalsın, hem de kendisine karşı bir ayaklanma olmasın ve Arap Devletleri kendisiyle barışsın istiyor. Bunları yaparken daha derin bir savaşın içine sürükleniyor. Filistin Bölgesel yönetimi ise emperyalistlerin himayesinde 1948 sınırlarına geri dönmenin yolunu arıyor. Irak ve Suriye’nin akıbetinden korkan Türkiye ve İran ise saatli bombayı durdurmak için reformlarla katı merkeziyetçilik arasında yalpalayan girişimlerde bulunuyorlar.

Emperyalist efendileri bakımdan farklılık taşısa da tüm kanatlarıyla Türk burjuvazisi imkânsızın peşinden koşturmaktadır. Otuz yedi senedir 12 Eylül Anayasası’nın sağını solunu değiştirerek, eski anayasanın içinden yeni bir anayasa çıkarmaya çalışmaktadır. Muhalefeti seçimle gitmeyeceği belli olan bir hükümeti seçimle değiştirmeye çalışmakta, işlemeyeceği belli olan seçim ittifaklarıyla döne döne seçimlere girmektedir. Hükümet ise ayakta kalabilmek için bitiremeyeceği bir içsavaşı bitirmek için her türlü cambazlığı yapmaktadır. Suriye’de yeni kurulan hükümeti tanıması ama aynı zamanda Suriye’den çekilmemesi gereklidir. Kürtlerle barışıyormuş gibi yapması ama aynı zamanda PYD’nin ezilmesi için bastırması gereklidir. Üstelik ortağı Bahçeli Erdoğan’ın ellerine 2012-2015’in ölü doğmuş çözüm sürecini bırakmıştır: Madem teröre karşı zafer kazandım, ezdim geçtim diyorsun. Hadi dirilt bakalım. Hâl böyleyken hükümete ve uşaklarına düşen, kurucularının dahi hızlıca terk ettiği, 1921 Anayasa’sının ruhunu çağırmak, Öcalan’ın 1992’den beri aynı içerikle tekrarladığı ve bugüne kadar hep aynı yapısal engelden ötürü karşılıksız kalmış çağrıları yepyeni bir açıklamaymış gibi sunmaktır. Türkiye burjuvazisi için durum acınacak bir hâl almıştır.
O hâlde Türkiye’de ve dünyada, Seyit Rıza’nın sade yargısı Bismarck’ın kibirli fetvasından çok daha anlamlı olsa gerekir: Düşmanın geleceksizdir ona güvenme.
Mümkün Olan Ekim Devrimi’nin Yoludur
Emperyalizm çağında mümkünle mümkün olmayanın sınırını düşmanın çizdiği çerçevede belirleyenler, “elle tutulur sonuçlar”, “somut kazanımlar” elde etmek, “nefes almak” yahut “mücadeleyi adım adım büyütmek” adına girdikleri yolda kendilerini her zaman emperyalistlerden birinin ya da diğerinin peşinde, onların debelendiği çıkmaz yolların içinde bulacaklardır.
Proletarya ve tüm ezilenler için mümkün olan tek bir yol vardır.
Bu yol Amerikan emperyalizminin terbiye edilmesinin, müstakbel Çin emperyalizmiyle yenilenmesinin değil yıkılmasının yoludur. Ortadoğu’da Filistin’in topraklarının İsrail, Ürdün ve göstermelik Filistin devleti arasında pay edilmesinin değil, bağımsız, birleşik ve laik bir Filistin’in kurulmasının yoludur. Kürtlerin kendilerini ezen devletlere demokrasi gücü olarak bağlanmasının değil, dört parçada da ilhakçıların vurduğu zincirleri parçalayan bağımsız, birleşik bir Kürdistan’ın yoludur. Esad’ın Colani’nin değil işçi ve köylülerin Suriyesi’nin yoludur. Mecliste anayasa değişikliği, Anayasa Mahkemesi’nde adalet arayanların, Erdoğan’dan kurtulmak için Kılıçdaroğlu’na, İmamoğlu’na “eleştirel oy”larıyla seçmen yazılanların değil hükümetten işçi ve emekçilerin tarihsel eylemiyle kurtulmanın yoludur.
Bu yol proleter devrimin ve ezilen ulusların bağımsızlık mücadelesinin yoludur. Orak-Çekiç’in yoludur.
Mümkün olan Ekim Devrimi’nin yoludur.
Ekim Devrimi’nin yolunda yürümek isteyenler sadece “düşmanın geleceksizliğine” bel bağlayamaz, düşmandan uzak durmakla yetinemez. Çünkü düşman için “mutlak anlamda umutsuz” bir durum yoktur. Proletaryanın mümkün olan yolu açması için de, o yolda yürümesi için de komünist bir partiye ihtiyacı vardır. Bu parti olmadan işçiler ve emekçiler geçelim dünya devrimini zafere ulaştırmayı, rejim krizine proleter devrimle son vermeyi yahut ezilen ulusun bağımsızlık mücadelesine önderlik etmeyi, enternasyonalizm namına en mütevazı adımı dahi atamaz.
Yaşadığımız topraklar bunun iyi bir örneğidir. Rojava’ya yönelik saldırıların hız kazandığı bir iklimde Kürt sorununa çözüm hayalini satanlarla, Esad’ın arkasından gözyaşı dökenlerin peşinden gitmeden bölgedeki işgale ve saldırganlığa karşı durabilmek için de devrimci bir partiyi yaratmak gerekir. Devrimci partiyi kurma sorumluluğunun, görevinin üstünden atlayarak, devrimci bir parti olmaksızın işçi ve emekçilere önderlik etmeye soyunanlar ya her seferinde tecrit olan bir ideolojik akıma dönüşecek ya da sola hâkim eğilimlerden biriyle emperyalistlerden birine yedeklenecektir.
Suriye krizi vesilesiyle sol içinde kendini ifade eden menşevik eğilimlerin programatik ve siyasi açmazlarını sergilemek elbette ancak Türkiye’nin Ortadoğu’daki tüm gerici adımlarına eylemli bir şekilde karşı çıkıldığında anlam kazanır. Ancak oportünist eğilimlerin teşhirinin de devrimci eylem birliklerinin de işlevli olabilmesi, bu mücadelelerin sadece Türkiye’de değil dünya çapında komünistlerin birliğini sağlama hedefine tabi, bu amaca ulaşmaya hizmet edip esas olarak bu doğrultuda adımlar atma hedefiyle yürütülmesine bağlıdır.