(Aşağıdaki yazı Aralık 2022’de yayımlanan Köz’ün Sözü: Lozan, Kürdistan Devrimi ve Devrimci Parti başlıklı yazının üçüncü bölümüdür. Yazının tamamına buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.)
Lozan Antlaşması’nın yüzüncü yıl dönümüne yaklaşırken, Ukrayna Savaşı’ndan Çin-Tayvan krizine tüm gelişmeler emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasının keskinleştiğini gösteriyor. Üstelik, yaklaşan paylaşım kavgasının temel etmenlerinden biri Çin’de hızla biriken finans kapitalin emperyalistler arasındaki ilişkide yarattığı sarsıcı etki olsa da, genel olarak Ortadoğu, özel olarak da Kürdistan, hâlâ bu paylaşım kavgasının odak noktalarından biridir. Sadece Ukrayna savaşı ile patlak veren enerji krizi bile yeni gelişen teknolojilerin petrolü önemsizleştirdiği, bu bakımdan da Ortadoğu’nun ABD’nin ve diğer emperyalistlerin gündeminde alt sıralara indiği iddiasını çürütmek için yeterlidir.
Dünya kapitalizminin içinden geçtiği ekonomik darboğazın, emperyalistler arasında artan rekabetin yanı sıra, bir anlamda bu gelişmelerin de bir sonucu olarak, Kürdistan’ı esir eden devletler de siyasi krizlerin pençesinde debeleniyorlar. Suriye on bir yıldır bir iç savaşın içinde. Baas rejiminin otoritesi tümüyle Rus askeri varlığına bağlıdır üstelik kimi bölgelerde hâlâ hâkimiyetini kuramamıştır. ÖSO’cuları tümüyle temizleyemediği gibi Türk işgaline de son verememiştir. Rojava’daki kantonal yapıları fiilen de resmen de bünyesine katamadığı gibi, YPG’nin silahlı kuvvetini dağıtmayı, yahut kendine eklemlendirmeyi de başarabilmiş değildir.
Türkiye ise Lozan’dan bu yana tarihinin en büyük siyasi krizinin pençesindedir. Lozan’la tescillenen, ama temelleri tümüyle çürük olan, üniter ulus devletin payandaları on yıllardır zaten aşınmaktaydı. Güney ve Batı Kürdistan’daki gelişmelerin ardından, Kürt sorununda egemenlerin kendilerini rahatlatmak için sorunu öteleyecek bir adım atmaları için bile üniter yapıyı gevşetmeleri gereklidir. Ancak bu yolda atılan beledi adımlar dahi Türkiye’deki siyasi krizin derinleşmesine ve nihayetinde çok daha üniter ve merkeziyetçi düzenlemelerin yürürlüğe konmasına yol açtı. Özerkliği ima eden tüm kapılar kapandı; Ankara, Kuzey Kürdistan’ı tümüyle kayyım valilerine dayanarak yönetmeye başladı.
Erdoğan hükümetinin 2015 sonrasında hendek ayaklanmasını bastırmak için izlediği yol Türk devletinin Kürdistan’daki varlığını sürdürmesi için tümüyle askeri önlemlere yaslanmasına yol açmıştır. Bu tercihin bir sonucu olarak devletin bölgedeki işgalci varlığının tüm maddi temellerinin altı oyulmaktadır. Kürdistan’ın batısındaki işgali, Güney’de PKK’ye karşı yürüttüğü savaş Türkiye’nin bölgedeki dayanaklarını daha da zayıflatıyor. 12 Eylül rejiminin krizi, Erdoğan’ın ayakta kalmak için bütün muhalif güçlere karşı bir iç savaş başlatması, bu iç savaşın hedef tahtasına da HDP’nin tabanını oluşturan Kürtleri koyması, süreci son Türk devleti açısından tümüyle yönetilmez kılıyor, onu daha da kırılganlaştırıyor.
Ukrayna Savaşı’nın Erdoğan’ın elini güçlendirdiği, hükümetin bu fırsattan istifade ederek Kürtlerin üzerine daha pervasız bir şekilde yürüyeceği beklentisi de karşılıksız çıkmıştır. ABD ile Rusya arasında gerçekleşen savaşın derinleşmesi Rusya ve ABD’nin, iki efendiye aynı anda uşaklık etmeye çalışan hükümete daha fazla basınç yapmasına yol açacaktır. Tam da bu bilinçle Türk Dışişleri savaşın uzaması için değil bitmesi için var gücüyle çalışmaktadır. Nitekim Erdoğan’ın sürekli “bir gece ansızın gelebilirim” türküleri söylemesine rağmen, Kürdistan’a yönelik bir operasyona dair ne ABD’den ne de Rusya’dan izin çıkmıştır.
Irak devletinin durumu ise daha iyi değildir. Güney Kürdistan’daki referandumu ancak İran silahlı kuvvetlerinin desteği ile bastırabilen merkezî idare, bugün de bu kuvvetler olmaksızın ayakta duramayacak durumdadır. Ülkeyi son dört yıldır sarsan kitlesel isyanların sonucunda gerçekleşen seçimler İran’a karşı Amerika’yla anlaşmaya meyilli Sadr’ı güçlendirmiş, İran yanlısı hükümetleri krize sokarak ülkeyi tekrardan bir erken seçim sarmalına sokmuştur.
2023’e doğru, henüz bir paylaşım savaşı patlak vermemiş olmasına karşın Kürdistan’ın düşmanları yüz yıl öncesinden daha zayıf, daha kırılgan bir konumdadır. Dört parçadaki Kürtler ise yüz yıl öncesine kıyasla daha örgütlüdür; daha güçlü ordulara sahiptir; daha etkin bir diplomatik ağ örmüştür; daha geniş, daha militan, daha politik ve daha bilinçli bir kitle tabanına yaslanmaktadır.
Kürtlere Önderlik Etmek İsteyenler Lozancıların Yolunda
Bu iklimde her 24 Temmuz’da, sayıları giderek artan Kürt partileri ve oluşumları, Lozan’a karşı seslerini her sene daha fazla yükseltiyor. Gelgelelim Kürdistan’daki siyasi tabloya baktığımızda, bu tabloya renk ve yön veren temel güçlerin, tüm parçalarda bu protestolarla tam aksi istikamette, tam da Lozan’ın mantığıyla uyumlu bir şekilde hareket ettiğini gözlüyoruz.
Suriye’nin ilhak ettiği bölgelerdeki hareket uzunca bir süredir kendini Kürdistan’ın batısı olarak değil Suriye’nin kuzeydoğusu olarak tanımlıyor. Demokratik Suriye’nin yaratılması sürecinin bir parçası olmak için Baas Rejimi’yle masaya oturmanın yolunu arıyor. Elbette, Baas Rejimi’nin demokratikleşme ihtimali, rejimin Rojava’daki kantonal yapıyı ve YPG’nin özsavunmasını meşru görme ihtimalinden fazla değildir.
Türkiye’nin ilhak ettiği topraklarda, ne anlama geldiği büyük oranda bilinçli bir şekilde belirsiz kılınan, demokratik özerklik projesi uzun bir süre önce iflas etmiştir. İflasın temel sebebi ya da göstergesi devletin hendek başkaldırısını katliamlarla bastırması, özyönetim ilanlarına Kürdistan’daki tüm yerel yönetimlere kayyım atayarak misilleme yapması değildir. İflasın asıl kanıtı, özellikle Kuzey Kürdistan’da, özyönetimle, belediyecilikle, kooperatifçilikle, yerel ekonomi ve başta Kürtçe eğitim olmak üzere yerel, bölgesel kültürel sorunlarla ilgilenmesi gereken tüm örgütlü güçlerin bu görevlerin hepsini rafa kaldırması tümüyle 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kilitlenmesi, demokratik özerklik yolunda adım atmak için önce Türkiye’deki merkezi idarenin başındaki kişinin değişmesi gerektiğini savunmasıdır. Kuzey Kürdistan’da yürütülen temel siyasi faaliyet Amerikancı muhalefetin seçim çalışmasına, kendi kimliğini adeta görünmez kılarak, bir destek verme faaliyetidir. Kürt hareketini bu çizgide tutmaya çalışanların, Demirtaş gibi düzenli olarak Çanakkale Savaşı’ndan dem vurmaları şaşırtıcı değildir.
Kürdistan emekçi ve ezilenlerinin, ezen ulus hâkim sınıfı içindeki kavgalara yedeklenmesi sadece Kuzey’e özgü bir durum değildir. Görünürde herkesten fazla bağımsızlıkçı olan, güneydeki bölgesel yönetime hâkim PDK’nın kendisi de tümüyle Irak’taki seçim aritmetiğinin, Türkiye’ye kıyasla çok daha etkin bir parçasıdır. Güney’deki cendereyi hafifletmek için Barzani’nin seçtiği yol Sadr’a koltuk değneği olmaktır.
Kuzey’de, Güney’de, Batı’da ve Doğu’da Kürtlerin bağımsızlığı, özgürlüğü adına siyaset yaptığını söyleyenlerin bugün takip ettiği çizgi yerel ve bölgesel özerklikleri arttırmak için ezen ulus devletlerini demokratikleştirme, merkeziyetçi yapıyı gevşetme amacıyla ezen ulus devletlerinin hâkim sınıflarından bir kesimiyle işbirliği yapma çizgisidir. Lozan’da Kürdistan’ı yoksayıp, parçalayıp, zincirlerini ezen ulus devletine veren emperyalistler Kürtleri tam da bu çizgiye mahkûm etmek istiyorlardı.
Evrimci Beklentilerin Aksine Farklı Parçalardaki Hareketlerin Birbirleriyle İşbirliği Değil Rekabeti Artıyor
Kürdistan’ın parçalarındaki hareketlerin, yerel kazanımları koruma, güçlendirme adına ezen ulus burjuvazisinin farklı kanatlarıyla işbirliği arayışına girmesi Kürdistan’ın farklı kanatlarındaki hareketlerin birbirleriyle olan ilişkilerini ise tam tersi yönde etkiliyor. Bugün özellikle PKK ve PDK arasındaki rekabet ve çatışma, “Birakujî”ye varan süreçte olduğu gibi artmakta ve giderek düşmanca bir hâl almaktadır. Bu durum da şaşırtıcı değildir, Kürdistan siyasetine devrimci olmayan ve parçacı bir şekilde yaklaşmanın kaçınılmaz bir sonucudur.
En azından bir temenni olarak tüm parçaları birleşmiş, bağımsız bir Kürdistan’dan söz etmeyen bir Kürt akımı yok gibidir. Konu bağımsız ve birleşik bir Kürdistan’ın nasıl kurulacağına gelince sembolleri, ideolojileri, meşrepleri birbirinden tümüyle farklı olan bu akımlar ortak bir paydada buluşurlar. Bu ortak anlayışa göre, parçalanmışlığından ötürü Kürdistan’ın her parçasında ayrı bir yönteme ve tempoya sahip ulusal hareketler ortaya çıkmıştır. Bu hareketler kendi mücadele yöntemlerine bağlı olarak Kürdistan’ın her parçasında birbirinden farklı kazanımlar elde etmiştir ya da edeceklerdir. Kürdistan’ın birliği sorunu ise öncelikle Kürdistan’ın parçalarındaki hareketlerin bir yandan elde ettikleri kazanımları büyütüp, ezen uluslarla olan bağlarını zayıflatmasıyla, diğer yandan da birbirleriyle olan işbirliği ve dayanışmayı arttırıp, süreç içinde kaynaşmasıyla çözülecektir. Bu parçacı, evrimci çerçeve içinde ulusal devrimcilikle ayrılıkçılığın eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanması kimseyi yadırgatmamaktadır. Ne de olsa ulusal bağımsızlık, Kürdistan’ın ayrılan parçalarının süreç içinde evrimci işbirliği ile gerçekleşecektir. Farklı parçaların ulusal birliği için de bir devrime ihtiyaç duyulduğu tümüyle unutulmuştur.
Hâlbuki bugün Güney ve Kuzey, Güney ve Batı arasındaki artan rekabet, gelişmelerin aslında söz konusu evrimci beklentiyle tam aksi istikamette ilerlediğini gösteriyor. Bugün Kürdistan’ın hiçbir parçasında Kürtlerin ne kazanımları ne de örgütsel, siyasi, askerî, diplomatik imkânları azalmaktadır. Bilakis Kürdistan’ın tüm parçalarında güçlenen, yaygınlaşan hareketlerden söz etmek gerekir. O hâlde bugünkü rekabet zayıflamanın, dağılmanın yarattığı bir maneviyat bozukluğunun sonucu değildir. Tam tersine çoğalan imkânların, beliren fırsatların ve artan özgüvenin bir ürünüdür. Kendisini Kürdistan’ın bir parçasıyla tanımlayan, ufukları esas olarak bu parçanın siyasi gelişmeleriyle sınırlı hareketler, güçlendikleri oranda elbette bu imkânları ortaklaştırmayı, ortak bir siyasi iradenin disiplini altına girmeyi reddedeceklerdir.
Kimyasal silahlarla katledilen Güney Kürtleri’nin bölgesel yönetimi, kimlik kartı bile olmayan Batı Kürtleri’nin kantonlarda kendi kendilerini yönetmeleri elbette birer kazanımdır. Benzer şekilde bugün kayyımlarca zaptedilmiş olsa da Kuzey Kürtlerinin belediyeleri, kooperatifleri kendi örgütlenmelerini geliştirmek, güçlendirmek için kullanabilmesi de bir kazanımdı. Bu kazanımları reddetmek Kürtlerin bedel ödeyerek verdikleri mücadeleden bihaber olmak ya da Kürtlerin dört parçada yüz yüze olduğu baskıları küçümsemek anlamına gelir. Gelgelelim bu kazanımlar, farklı siyasi stratejileri, ittifak politikaları olan, önceliği özerkliğini korumak olan hareketlerin önderlikleri altında, farklı parçalardaki Kürtleri birbirinden ayıran duvarlara, birleşik Kürdistan’ın önünde giderek yükselen engellere dönüşürler. Bu kazanımların ulusal birliği mümkün kılacak bir kaldıraca dönüşmesi, ufkunu Kürdistan’ın bir parçasıyla sınırlamamış, Lozan’ın sınırlarına sadece lafta değil pratik politikayı yürütürken “gerçekçilik” adına da teslim olmamış bir hareketin önderliğine bağlıdır.
Bu bakımdan Kürdistan’ın farklı parçalarında, farklı siyasi hareketlerin devletleşme, özyönetim yolunda attığı adımlar sonuç aldığı oranda Kürdistan’ın birleşmesinin önündeki engeller artar. Avrupa’da bağımsız ordulara, devlet personeline ve idari yapıya sahip bir dizi devlet Avrupa Birliği şemsiyesi altında neden birleşemiyorsa, kendi orduları, kendi belediyeleri, kendi bankaları ve kredi kurumları, kendi mahkemeleri olan Kürt bölgeleri de aynı nedenden ötürü evrim yoluyla birleşemez. Bilakis imkânları arttıkça birbirleriyle gergin, düşmanlığa varan rekabetçi bir ilişki geliştirirler. Bugün PKK ve PDK arasında artan gerilim bu yöndeki gelişmelerin bir habercisi olarak kabul edilmelidir.
İlhakçıların Kovulması İçin Olduğu Kadar Kürdistan’ın Birliği İçin De Devrim Şart
Kürdistan’ın bağımsızlığının bir evrimle değil, devrimle gerçekleşeceğini savunanlar genellikle “sömürgeci”/”işgalci” olarak tanımladıkları devletlerin silahlı ve sivil bürokrasisini zor yoluyla söküp atmadan ulusal bağımsızlığı gerçekleştirmenin mümkün olmadığını örneklerle hatırlatırlar. Vietnam’ın bağımsızlaşması için Amerika’nın askerî olarak yenilmesi ve kovulması gerekmişti. Cezayir, Angola, Yemen barışçıl yollarla, ezen ulusun devlet aygıtını püskürtmeden, tedricen bağımsızlıklarına kavuşmadılar. Bu yaklaşım kuşkusuz doğrudur, özellikle “ilkel milliyetçiliğe”, “ulus devletçi anlayışa” savaş açan demokratik konfederalizm/özerklik tezlerinin temel açmazını göstermektedir. İnsanlığın kurtuluşunun ulus devletlerden geçmediği de “ulus devleti aşmak gerektiği” de doğrudur doğru olmasına ama ezen ulus devletini parçalamadan, en azından ezilen ulus coğrafyasındaki hâkimiyetine son vermeden “ulus devletten kurtulmak”, emekçi ve ezilenlerin ulus temelli olmayan bir çerçevede kendilerini yönetmelerini sağlamak da mümkün değildir. Bu yüzden ezen ulus devletini yıkacak/kovacak devrimci bir strateji içermeyen her türlü özyönetim girişimi ezen ulus devletin katliamlarıyla yanıtlanacaktır. Bu türden özyönetim hayallerinin ideolojik ve siyasi çerçevesini çizdiği hendek başkaldırısının yenilgisi bu konuda asla akıldan çıkarılmaması gereken bir örnektir. Hendek başkaldırısında ayaklanmak, silaha sarılmak yanlış değildi ama bir eksiklik söz konusuydu: bu ayaklanmaya devrimci bir ulusal kurtuluş stratejisini rehber edinerek önderlik edecek bir parti.
Dört parçaya bölünmüş Kürt ulusunun bir devrime duyduğu ihtiyacı sadece ezen ulus devletine karşı zor kullanılmasıyla açıklamak yanıltıcı olur ve bir dizi evrimci/reformist akımın kendisini devrimci olarak sunmasını mümkün kılar. Devrimcileri devrimci kılan siyasi amaçlarına sadece bir devleti yıkarak değil, aynı zamanda yeni bir devleti kurarak ulaşmalarıdır. O bakımdan konu Kürdistan’ın bağımsızlığı olunca, sadece Kürdistan’ın tüm parçalarını egemenliği altına alacak bir devlet yapısını kurmayı hedefleyen akımları ulusal devrimci olarak kabul etmek gerekir. Kürdistan’ın farklı akımlarının statü kazanmış yapılarının süreç içinde birbiriyle kaynaşacağını savunan akımlar mücadele yöntemleri ne olursa olsun ulusal sorun konusunda evrimci ve reformist akımlardır.
Bu durum Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesine önderlik etmeyi hedefleyenlerin kendilerini niye ayrılıkçı olarak tanımlayamayacağını da anlatır. Ulusal kurtuluşçulukla ayrılıkçılık arasındaki mesafe komünizm ile anti-kapitalizm arasındaki mesafeden az değildir. Ayrılıkçılık esas olarak ulusal bir siyasi hedeften yoksun, ezen ulus devletinin varlığını reddetmekle sınırlı, tepkisel bir harekettir. Ulusal kurtuluşçu bir hareketin ise esas olarak tüm hareketlerin tabi olacağı bir devletin propagandasını yapması, kendi başına buyrukluğunda/özerkliğinde ısrar eden tüm yapıları ortadan kaldıracak merkeziyetçi bir devleti bir devrimle kurmak için mücadele etmesi beklenir.
Kürdistan sathındaki muhtelif beledi, yerel, özerk, kantonal yapıların, bunların denetimindeki silahlı kuvvetlerin ve idari personelin süreç içinde birbiriyle kaynaşmasını öngören stratejiyle tüm Kürdistan üzerinde egemen olacak bir devlet yaratma stratejisi arasındaki fark, iki stratejiye bağlı olarak şekillenen taktik ve eylem çizgilerinin de taban tabana zıt olmasına yol açar. Görünüşte barışçıl olan, meselelerin çözümünü sürece yayan evrimci yaklaşım, ortak ve egemen bir siyasi iradeye ayak direyenleri meşrulaştırdığı için ezilen ulusun içindeki parçalanmayı ve rekabeti büyütür.
Bugün Kürdistan’da ulusal iddialara sahip akımların arasında artan rekabet, komünist yahut ulusal devrimci bir akımın mevcut olmamasıyla ilişkilidir. Hüküm süren rekabet, evrimci ve reformist akımların rekabetidir. Bu tabloyu tersine çevirmek için atılacak ilk adım elbette devrimci bir partinin inşa edilmesi olmalıdır.