Deniz Poyraz’ın katledilmesinin üzerinden bir ay geçmeden 30 Temmuz tarihinde Konya’da Dedeoğulları ailesi katledildi. Tepki gösteren kesimlerin neredeyse hepsi saldırının Kürt bir aileye yönelik ırkçı bir saldırı olduğu konusunda hemfikirdi. Dedeoğulları ailesi Kürt olduğu için saldırganın hedefi hâline gelmişti.
Geleneksel kınama kampanyaları da yine aynı şekilde “ırkçı saldırı” söylemine odaklandı. HDP Eş Genel Başkanları ve Merkez Yürütme Kurulu’nu acil olarak toplandı. “Kürt halkına yönelen bu saldırıları göğüslemek için mücadeleye kararlılıkla devam edeceklerini” belirterek tüm muhalefet partilerine ve demokrasi güçlerine destek çağrısında bulundu. Konya’da bir toplanmaya davet için yapılan çağrının ardından “HDP’liyiz her yerdeyiz” başlıklı bir kampanyanın etkinlikleri duyuruldu. Saldırının ırkçı saiklerle yapıldığını söyleyen ise sadece HDP değildi, Türkiye’de son yıllarda yaşanan kritik meselelerin çoğunda olduğu gibi bu sefer de solun büyük bir kesimi “ırkçı saldırı” ifadelerinde birleşti. Hatta bu tespit sol ile sınırlı kalmadı, CHP milletvekillerinden gazetecilere geniş bir kesim bu “ırkçı saldırı”yı lanetleyenler arasındaydı.
Bu saptamaları yapanların çoğu ırkçılığın sorumluluğunun basitçe tek bir saldırgana yükelenemeyeceğini anlattı; asıl suçluyu hükümet, zanlıyı ise hükümetin politikalarının bir ürünü ilan etti. Yaptıkları acil toplantının ardından konuşan HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar, saldırının sorumlusunun iktidarın nefret ve tahrik dili olduğunu söyledi. EMEP “katliamın sorumlusu günlerdir nefret söylemini körükleyen iktidar sahipleri ve şovenizmin değirmenine su taşıyan burjuva muhalefet anlayışıdır.”; SMF “Erdoğan/AKP iktidarı, tüm ortakları ve kurumlarıyla HDP’ye saldırarak Kürt ulusuna karşı ırkçılığı da örgütlüyor.”; SYKP “AKP-MHP iktidarının nefret, düşmanlık ve şiddeti körükleyerek işlediği insanlığa karşı suçlar artıyor”; ESP “Faşist AKP-MHP iktidarı krizini yine Kürt’ü öldürerek aşmaya çalışıyor.” ve Sol Parti “Etnik ayrım ve kutuplaştırma siyaseti faşist saldırı ve katliamlara zemin oluşturuyor.” açıklamalarında bulundu. Partisinden bir açıklama gelmeyen Kemal Okuyan ise bu saldırının hükümetin ayrıştırıcı politikasının bir parçası olduğunun altını çizdi.
Böylelikle ırkçı saldırı saptamasına “siyasi” bir boyut kazandırmanın ve Erdoğan’ı ırkçılıktan sorumlu tutmanın da gönül rahatlığıyla siyasi analizler tamamlanmış oldu.
Irkçı Saldırı Kavramı Sorunların Çözümünü Devlete Havale Eder
Elbette ırkçılık diye bir kavram hem sosyal hem de siyasi sonuçlarıyla beraber vardır. Ancak kavramlar kullanıldığı bağlamlara göre anlamını kazanırlar.
Irkçılık, sömürgecilik ve kölelik ile beraber literatüre girmiş; pek çok farklı yerde özellikle köleler ile köle sahipleri veya sömürgeciler ve ezilen ulus arasındaki farkları netleştirmek adına uygulanan politikaların bir sonucudur. Ancak Amerika’daki kölelik de sömürgeler sorunu da proleter devrimci bir şekilde değil devletin reformlarıyla bir nevi “çözüme ulaşmıştır”. Bunun bir sonucu olarak ortaya çıkmış olan ırkçılık, ırk ayrımı gibi kavramlar ise ortadan kaldırılamadığı için devletin düzenlemesi gereken sosyal bir sorun hâline gelmiştir.
Irkçılık, ırkçı saldırı veya mültecilerle beraber yeniden gündeme girmiş yabancı düşmanlığı gibi kavramların devrim ve karşı devrim ile ilişkisini değerlendirmek komünistler için önemlidir. Irkçılık da aslında kadın düşmanlığı, işçi hakları vb konularda olduğu gibi ezme-ezilme ilişkisinden kaynaklanan oldukça temel bir sorundur ve çözümü için ilk adım olarak devrimi gerektirir. Dolayısıyla ezilen ulus ve HDP’ye yönelik siyasi saldırılar yerine ırkçı saldırı kavramını kullanmak, doğrudan iktidarla alakalı olması gereken bir sorunu sosyal bir probleme indirger, dahası şu anki hâkim düzen içerisinde sosyal ilişkileri düzenlemekle sorumlu olan burjuva kurumlarına bu sorunun çözümü için inisiyatif yükler. Irkçı kavramsallaştırması herşeyden önce çeşitli mekanizmalarla saldırıyı gerçekleştirebilecek olanların caydırılmasını, caydırılamadıkları takdirde saldırıyı yapanların hukuk sistemi tarafından eksiksiz şekilde cezalandırılmasını öngörür. Irkçı saldırıların arttığını ifade etmek burjuva devlet mekanizmalarının yeterince iyi çalışmadığını söyler ve iyileştirilerek bu tarz saldırılara gerek caydırıcılık gerek cezalandırma yöntemleriyle karşı durması çağrısını da beraberinde getirir.
Yine ırkçılık kavramının belki de en çok kullanıldığı ABD’den örnek verecek olursak ilk defa 1950’de segregasyonun kaldırılması ırk üzerinden yapılan ayrımları yasal olmaktan çıkarmıştır. Asıl düzenleme, 1968 yılında yürürlüğe konulan Yurttaş Hakları Kanunu ile getirilmiştir. Bu kanuna göre “ırkı, rengi, dini veya ulusal kökeni nedeniyle herhangi bir kişiyi zorla veya zor tehdidi ile yaralamak, korkutmak veya müdahale etmek” federal suç olarak tanımlanmıştır. Nefret suçları farklı eyaletlerin yasalarında yavaş yavaş tanımlanmaya başlanmış; önce ırk, renk, din veya ulusal kökenli şiddet eylemleri nefret suçları tanımına girmiş; daha sonra bu eylemler her türlü sözlü saldırı, aşağılama, bezdirme vb. eylemleri de kapsayacak şekilde genişletilmiştir.
Günümüzde de siyahların sokak ortasında polisler tarafından katledilmesi, yasaların polisleri cezalandırılacak şekilde uygulanması veya nefret suçu yasalarının çıkarılması için çalışmalar yürütme çağrılarıyla sonuçlanmaktadır. Yüz yıla yakın zamandır bu sorun, bu yöntemlerle çözülememiş olsa dahi kimsenin aklına farklı bir çözüm gelmemektedir.
Türkiye’de tüm toplumsal esaret ilişkileri artık böyle bir dar bakış açısıyla değerlendirilir oldu. Nasıl ki Türkiye’de bir kadın öldürüldüğünde ilk talep edilen kadınları emperyalist sözleşmelerin getirdiği düzenlemelerle korumaksa veya korona salgınının en çok işçi sınıfını etkileyeceği görüldüğünde akla gelen ilk çözüm hükümeti göreve çağırmaksa, ırkçı bir saldırıda da önlem alması gereken adres bellidir: bu konuda daha kapsamlı yasalar çıkaracak parlamento ve yasaları uygulamakla görevli devlet aygıtları. Bu bağlamda ırkçılık-ırkçı saldırı gibi tanımların burjuva siyaseti ve karşı devrim ile ilişkisi de ortaya çıkar. HDP’ye yapılan saldırıları ırkçı saldırı kavramını kullanarak anlamaya çalışmak burjuva siyasetinin bir örneğidir.
İşin daha vahim yanı bu yaklaşım sadece kitleler tarafından değil pek çok sol akım tarafından benimsenmesi, açıkça dile getirilmesidir. Örneğin TİP bu katliamın sorumlusunu “daha önce saldırıya uğrayan aileyi korumayan iktidar ve saldırganları kollayan cezasızlık politikası” olarak görmektedir. Mithat Sancar da iktidarın bu saldırıların önüne geçecek tedbirleri almadığını söylemiştir. Bu ve benzeri açıklamaların hepsi bu ülkenin vatandaşlarının burjuva devletinin yarattığı baskıdan kurtulması gerektiğini değil; daha kapsamlı, daha merkezi, suçluyu ve cezayı daha iyi tespit edebilen, mekanizmaları iyi çalışan bir devleti hak ettiğini öngörür.
Türkiye’de Irkçılık Kisvesindeki Saldırılar Proletaryanın Bölünmesinin Sonucudur
Irkçılık/ırkçı saldırılar kavramlarının bugünkü kullanım şekliyle tek sorunu devrimci çözümlerin üzerini örtmesi değildir. Aynı zamanda Türkiye’deki sosyal ve siyasal dinamiklerin de yanlış değerlendirildiğinin kanıtıdır. Irkçılık hâkim olan ırk veya sömüren millet tarafından sistemli şekilde dışlanmayı gerektirir. Sömürgelerdeki katı kast ayrımı; kölelik sistemi; köleliğin kaldırılmasının ardından ABD ve Güney Afrika gibi ülkelerdeki segregasyon; Britanya kolonisi olan Hindistan’da şehirlerin İngilizleri ayıracak şekilde dizayn edilmesi bunlara örnek olarak gösterilebilir. Bu yaklaşımın temel prensibi beyaz olmayanları fiilen yok sayma değil; onları sınırları net olarak çizilmiş dışsal bir kategori olarak tanımlamak, bu sayede onları sosyal ve siyasi alandan dışlayabilmektir. Örneğin kamusal alanların kullanımını sınırlandırmak; sokak, cadde, okul, otobüs gibi alanlarda beyazlar ve beyaz olmayanlar için ayrı alanlar belirlemek; ırklar arası evlilik, ortaklık gibi hakları engellemek; oy hakkı gibi vatandaşlık haklarını kısıtlamak veya sınırlandırmak gibi uygulamalar bunun bir parçası olarak kabul edilebilir.
“Sivil toplum” adıyla güzellenen burjuva toplumu eliyle şekillenmiş ırkçı hareketlerin de dünya çapında en bilinen örneği de yine ABD’de ortaya çıkmış Ku Klux Klan hareketidir. Bu hareket siyasi görüş ve pozisyonlarından bağımsız olarak siyahlara saldırılar düzenlemiş komplolar kurmuştur.
Türkiye’de de Kürtlere yönelik ırkçı bir saldırıdan bahsetmek için benzer saldırıların gerçekleşmesi gerekir. Oy oranlarının demografik dağılımla doğrudan alakalı olmadığının farkında olmayan solun geniş kesimi, AKP’nin kalesi olarak kabul edilen illerden biri olan Konya’da böyle bir saldırının yaşanmasını şüphesiz manidar bulmuştur. Oysa Konya, Kürt nüfusun uzunca süredir yaşamakta olduğu, Kürt göçlerinin varış noktalarından biridir. Bu bakımdan bir ırkçı saldırı dalgasının şoven fikirlerin kuvvetli olduğu, Kürtlerin çok tanınmadığı ve mevsimlik işçilik dışında bir sosyal hayatının olmadığı Ege illerinde de saldırıları tetiklemesi beklenirdi. Muğla çevresindeki linç girişimleri ise Konya’daki saldırıdan alınan bir cesaretten ziyade orman yangınlarını PKK’nin sorumlu olduğuna dair yayılan inancın sonucunda gerçekleşmiş ve daha çok sosyal medya şovu hâlinde şekillenmiştir. Üstelik pek çok farklı il, ilçe ve köyde yangınlar çıkmasına rağmen linç girişimleri münferit olaylar olarak kalmış, topyekûn Kürt karşıtı bir linç kampanyası başlatılmasına da neden olmamıştır.
Dahası Türkiye’de yükselen ve ırkçılığa asıl benzeyen linç ve saldırılar Konya’daki saldırıdan ziyade bugün Afgan ve Suriyeli göçmen ve sığınmacıları hedef almaktadır. Ankara Altındağ’da çıkan kavgada bir gencin Suriyeliler tarafından öldürülmesinin ardından mahallede art arda saldırı girişimleri yaşanmış, önce küçük gruplar hâlinde düzenlenen gösteri ve saldırılar daha sonraki günlerde ise yerini daha geniş protestolara bırakmıştır. Protestolar göçmenlere dönük saldırıya dönüşmüş, Suriyeli göçmenlerin dükkan ve arabaları yağmalanmış, evleri taşlanmıştı. Evleri taşlanan göçmenlerin bir kısmı evlerini ve mahalleyi terk etmek zorunda kalırken mahallede kalanlar da çeşitli kanallar aracılığıyla korktuklarını ifade etmişti.
Kaldı ki göçmenlere yönelik bu saldırılar da yine yabancı düşmanlığı, ırkçılık gibi kavramlarla açıklanmaya çalışılsa da kendini ırkçılık olarak belli eden şey aslında proletaryanın bölünmesi sonucunda ortaya çıkan bir işçi sınıfı rekabetinden başka bir şey değildir. İşçi sınıfının çeşitli kesimleri emek piyasasında kendilerine rakip olacağına inandıkları yabancı işçilere yönelik saldırılar düzenlemektedir. Üstelik bu işçi sınıfının yeni veya orijinal bir tutumu değil, hem günümüzde hem de tarih içerisinde çokça görülen bir yaklaşımdır. Bugün ABD’de özellikle Trump seçmeninin sık sık dillendirdiği “Meksikalılar işlerimizi çalıyor” yaklaşımı da uzun yıllardır Avrupa’da yükselen “devlet göçmenlere vatandaşlardan daha çok kaynak ayırıyor” gibi söylemler de emek piyasasında ortaya çıkan rekabetin yarattığı öfke ve dolayısıyla işçi sınıfının bölünmesiyle alakalıdır. Gerek sol akımlar gerek akademik kesimler tarafından ırkçılık, aşırı sağ, yükselen sağ, yükselen faşizm, sağ populizm gibi kavramlarla tanımlanan bu tutumun kendisi aslında gerici bir işçi sınıfı tutumudur. Kendinden menkul bir sosyal dinamik olarak konumlandırılan ırkçılık da bu koşullarda işçi sınıfının bölünmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Daha önce belirttiğimiz gibi ırkçılık kavramının belli kesimleri bağlamdan veya istisnalardan bağımsız topyekûn hedef alması beklenirdi. Afgan mültecilerin “tipleri”nin veya “koyu tenli” olmalarının bir hoşnutsuzluk yarattığı açıktır. Durum buysa TC vatandaşlarının benzer bir “tip” tanımı üzerinden zaman zaman aşağıladıkları zengin Arap turistlerini neden linç etmedikleri, paralarını ve tatil yapmak için kiraladıkları lüks evlerini yağmalamadıkları sorusu yanıtsız kalmaktadır. Anlaşılan söz konusu zengin turistler olduğunda Taksim’den veya alışveriş merkezlerinden uzak durmanın linç etmekten daha etkili olduğu düşünülüyor. Veya Türkiye’deki popüler kültürün “yecüc mecüc” diye anmakta beis görmediği Asyalıların kalabalık turist kafileleri de bir saldırı hedefi hâline gelmemektedir. Üstelik Afganların Türkiye’deki varlığını ırkçı olmayan en temiz duygularla dert ettiklerini söyleyenler de kendileri için asıl sorunu “çok sayıda Afgan’ın bu ülkeye kontrolsüz şekilde girmesi ve yaşamaya başlaması” olarak tanımlamaktadır. Altındağ’daki mahalle sakinlerinin Suriyelilere ilişkin sorunlarını dinlemek de Afganların “kontrolsüz şekilde yaşamasının” ne anlama geldiğini de açıkça ortaya serecektir. Altındağ’daki mahalleliler Suriyelilerle aslen bir sorunları olmadığını, hatta mahalleye ilk geldikleri dönemde onlara yardım ve destek sağladıklarını anlatmakta, ancak zamanla mahalledeki Suriyelilerle Türkler arasındaki maddi dengeler değiştiği için huzursuz olduklarını dile getirmektedir. Suriyelilerin dükkan açması, Suriyeli esnaf sayısının gittikçe artması, Suriyeli nüfusun ekseriyetle buralardan alışveriş yapmasının Türkler aleyhine bir sosyal adaletsizlik ve eşitsizliğe yol açtığını düşünmekte ve kendi gerici fikirleriyle adaleti Türkler lehine tesis etme girişimlerinde bulunmaktadırlar. Suriyeliler kimliklerinden dolayı değil, “vergisiz, denetimsiz Türklere karşı haksız kazanç elde ettiklerine” dair hâkim görüş nedeniyle bugün artık mahalleden gönderilmesi gereken kesimler hâline gelmiştir. Afganlar için de kaygı benzerdir. Gelen Afgan göçmenlerin bir kısmı Avrupa’ya gitme gayesi taşısa da önemli bir kısmı Türkiye’de proletaryanın bir parçası olacaktır. Bu gerçek Türkiye’deki proleterlere kendilerinin her an daha ucuz işgücüyle ikame edilebileceklerini hatırlatmaktadır. Kendi evlerinde ucuza yaşayan Türk kiracıları çıkarıp fahiş fiyatlara Suriyelilere kiralamaya başlayanların işyerlerinde de gerekirse Türkleri/Kürtleri kovup Afganları daha ucuza çalıştıracağı sonucuna varmak kimse için zor değildir.
Suriyelilerin ve Afganların yaşadıkları, Erdoğan’ın ırkçılığı cesaretlendirdiği veya teşvik ettiği veya varsayımlarının da anlamını yitirmesine neden olur. Başka bir açıdan Kürtleri linç etmek için Erdoğan’ın açıklama yapmasını adeta hazır olda bekleyen kesimler nasıl olup da Erdoğan’ın hiçbir sorun yaşamadığı Afgan ve Suriyeli mültecilere saldırmaktadır? Veya tersinden Erdoğan’ın sık sık diklenmeye çalıştığı ABD’nin vatandaşları Türkiye’de neden böyle bir sorunla karşılaşmamaktadırlar? “Irkçılığın kışkırtıcısı Erdoğan” anlayışı bu soruları da yanıtsız bırakır.
Buna da yine ithal edilmiş birtakım kavramlarla açıklama getirenler türemiştir. Türkiye’de Ümit Özdağ ve türevi siyasetçilerin Avrupa’daki göçmen karşıtı muadilleri gibi hareket ettikleri ve “aşırı sağ” koltuğunu doldurarak kitleleri galeyana getirdiğini ifade edenler de türemiştir. Erdoğan’ın kışkırtma kabiliyeti hakkında abartıyı sevenler anlaşılan Türkiye siyasetinde HDP’nin yarısı kadar bile etkisi olmayan Ümit Özdağ gibi figürlere de paye vermeye karar verdiler.
Kısacası dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de ırkçılık düpedüz sınıfsal bir konu, proletaryanı bölünmesi sorunudur. Bu durumu sınıfsal dinamiklerle açıkladığımızda resimdeki tüm tutarsızlıklar da anlaşılır hâle gelir.
Kürtler Türkiye’de Bir Azınlık Olarak Dahi Kabul Edilmez
Ancak daha önemlisi Türkiye’deki Kürtlerin bir ulus olarak ezilmesinin taşıdığı farklı niteliktir. Kürtlerin maruz kaldığı baskının siyasi ve tarihi kökenleri birbirinden tamamen farklıdır. Herşeyden önce ırkçılığın hüküm sürdüğü coğrafyalardan Kürdistan ezen ulus devleti tarafından bir sömürge olarak tanımlanmamıştır. Bu nedenle Kürtlerin resmî bir varlığı da olmamıştır. Yoksayılan Kürtleri günün moda tabiriyle ötekileştirmek de mümkün olmamıştır.
Kürtler, toprakları TC ile beraber dört gerici diktatörlük tarafından ilhak edilmiş ezilen bir ulustur. TC’nin Kürtlere yönelik politikası ırkçı diye kabul edilen politikalarda olduğu gibi Kürtlerle Türklere karşıt bir kategori olarak tanımlayıp onları dışlamak değil, onların Türk olmanın dışında varlıklarını inkar etmektir. Kürtleri Türk gibi göstermeye çalışma, Kürt köylerine Türkçe isimler verme, Türkçe soyadları ekleme gibi uygulamalar da aslında Kürtleri karşıt bir kimlik olarak göstermek değil Kürtleri asimile ederek etnik kimliklerini de gizlemeye yöneliktir. Bu elbette tesadüfi bir yaklaşım değildir, Türk milleti tanımının Müslüman üst kimliğiyle temelinde yapılmasının bir sonucudur. Başka bir deyişle kuruluşundan bu yana Türk olmak ümmet olmakla alakalıdır dolayısıyla Kürtleri de kapsamasında bir problem yoktur. Problem Kürtlerin barındırdıkları devrimci dinamikle nedeniyle teslim alınamamış olmasıdır.
Kürtlerin ezilmesi nasıl AKP ile başlamadıysa Türk milletini ümmet üzerinden tanımlamak da AKP tarafından icat edilmemiştir. Bu tutuma TC’nin ilk kurucu belgelerinden biri olan Lozan’da da rastlamak mümkündür. Lozan’da Türk olmayanlarla gayrimüslimler eş tutulmuştur. Lozan’a göre Kürtler millet sınırları içerisinde değerlendirilirken Ermeni ve Rumlar Türk olmayan azınlıklar olarak değerlendirilmiştir. Benzer şekilde solda pek sevilen 1920 Meclisi’nin bayrağına yazdığı “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” şiarı üzerinde pek az düşünülür. 1921 Anayasası’nın muhipleri bu sloganın tekçi karakterinden nedense hiç rahatsız olmazlar. Hâlbuki söz konusu beyan “işçi köylü halk yığınlarının egemenliğini” anlatmaz, Rousseaucu anlamda bile bir ulusal egemenlik fikrine uzaktır. Asıl olarak bir imha çağrısıdır. “Millet”ten kast edilen millet sonradan Türk diye tanımlanacak “islam milletidir”. “Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal” diyenler gayri-müslimlere egemenliğin zerresini vermeyeceklerini beyan etmek için bu şiarı benimsemişlerdir. “Kurtuluş Savaşı” adıyla anılan sürecin karşı devrimci karakterinin örneklerinden biridir bu şiar.
Erdoğan’ın “Kutuplaştırıcı Dili” Kimi Hedef Alıyor
Burjuva diktatörlüğü ifadesinin Türkiye’deki siyasi gericiliği anlatmakta kifayetsiz kaldığını düşenen, dolayısıyla rejimi tanımlamak için daha farklı kavramlara ihtiyaç duyan sol akımlar nicedir Erdoğan’ın gerici-şeriatçı veya faşist olduğuna dair tespitlerini birbiriyle yarıştırmakta. HDP’li vekilleri tutsak ederken faşist olan AKP, sonraki gün içki yasağıyla dinci, şeriatçı oluveriyor. Kürdistan’ı bombalanması haberleriyle yine faşist niteliğe bürünüp ‘’kadınların toplumdaki yeri’’ hakkında yaptığı yorumlarla şeriatçılığını yeniden ortaya koyuyor.
Sol bu kavramlar arasında yalpalanırken elbette anlamlarını da karıştırmaya devam ediyor. Aslen Türk milletinin ortaya çıkış şeklinden miras kalmış ümmet kavramının altını çizerken bunun Kürtleri de kapsadığının, “din kardeşlerim” söylemlerinin aslında Kürtlerin çoğunluğunu ifade eden Sunni Kürtleri de kardeşleştirdiği düşünülmüyor.
Öbür taraftan Türkiye’deki Kürt nüfusun HDP’den sonra en fazla oy verdiği partinin AKP olduğu, AKP’li Kürt bakan ve milletvekilleri sayısı da akıllara gelmiyor. Erdoğan müzakere masasını tekmeleyene dek Kürtlerin oyunu almak için pek çok yöntem deneyen AKP’nin farklı bir konjonktürde yine aynı şekilde hareket edeceğini de kestirmek zor değil.
Dolayısıyla AKP’nin kutuplaştırdığı kesim Kürtler değildir. Adını açık ve net koyabilmek gerekir: AKP’nin her fırsatta saldırdığı ve saldırmaya devam edeceği kesim HDP’lilerdir. Kürtlere karşı düşmanlık sadece bu siyasi şart yerine geldiği koşulda var olan bir kavramdır. Diğer taraftan Figen Yüksekdağ Kürt değildir ancak HDP ile olan bağı düşman olması ve yıllardır tutsak edilmesi için yeterli sebeplerdir. HDP ve öncüllerinin tarihinde buna benzer pek çok örnek vardır.
Ortak Yaşam Ve Türkiyelileşme Söylemleri HDP’yi Millet İttifakı’na Yedeklenmeye Ve Mağdur Rolünü Oynamaya Mecbur Bırakır
Elbette yapılan açıklamaların büyük çoğunluğunda Kürtlerin HDP ile ilişkilerinden dolayı hedef gösterildiği, hükümet kanadından HDP’yi hedef alan saldırılar nedeniyle Kürt düşmanlığının arttığına dair bir mantık söz konusudur. Bu akıl yürütme başta HDP’nin siyasi önemini kavramış gibi görünse de şu iki yanlış varsayıma dayanır: Birincisi HDP’nin bir etnik azınlık partisi olması, ikincisi HDP’ye saldırıların nedeninin HDP’nin sözcüsü olduğu varsayılan Kürt etnik azınlığıyla ilişkisi olması.
Oysa Türkiye’de Türkiyeli bir parti olarak faaliyet gösteren HDP’yi Kürt veya azınlık partisi olarak tanımlamak için sadece gelişmeleri yanlış okumak değil, HDP’nin kendi açıklamalarını da yok saymak gerekir. Mithat Sancar Konya’daki saldırının ardından yaptığı ilk açıklamada hükümetin zehirli politikalarının ortak geleceğimizi tehdit ettiğini ifade etmişti. Hemen ardından orman yangınlarını başlatma suçlamasıyla terbiye edilmeye çalışılan HDP yine Türkiye’nin ortak değerlerine herkesten önce sahip çıktı, yangınları söndüremediği için hükümeti sorumlu tuttu ve “yangına sebep olanlar hukuk önünde hesap vermeli” açıklamasını yaptı.
HDP ve Tabanına Yönelik Saldırılar HDP’nin Gücünden Kaynaklanmaktadır
HDP’ye yapılan saldırıların nedeni de daha çok HDP’nin mağduriyetinden, yalnız kalmasından kaynaklı olarak gösterilmektedir. Sadece orman yangını suçlamalarının değil şu an HDP’ye ve HDP tabanına yönelik tüm saldırılar HDP’yi mağdur pozisyonuna düşürüp tabanı kendi tarafına çekmeye çalışanların eseridir.
Deniz Poyraz’ın katledilmesi ve Ankara’daki saldırıların ardından Konya’daki saldırının gerçekleşmesi elbette akıllara 7 Haziran 2015 seçimleri öncesinde başlayıp 7 Haziran-1 Kasım arasında iyice hız kazanan hükümet provokasyonlarını getirdi. Bugün yaşanan saldırıların da benzer şekilde hükümet tarafından desteklendiği veya organize edildiği varsayımları da ortaya atıldı. Oysa 7 Haziran’dan 1 Kasım’a giden süreçle şimdiki süreç arasında esaslı bir fark vardı. 7 Haziran’da sandıktan çıkan sonuçları beğenmeyen Erdoğan istediği sonucu elde etmek için seçimi tekrarlatma arsızlığına kapılmış, bu kez istediği sonucu almak için provokasyonların da önünü açmıştı. O dönem yapılan saldırıların amacı HDP’yi meclis dışında bırakmak, HDP’yi destekleyen emekçileri sindirmek, HDP tabanını korkutarak onları kendi taraflarına çekmek veya en azından HDP’den uzak tutmaktı. Elbette Erdoğan 7 Haziran seçimlerine de çok daha baskıcı bir ortamda girmek istiyordu. Ancak Mart ayındaki savaş ilanı ile 7 Haziran seçimleri arasında çok az zaman vardı. Ülke içindeki siyasi iklimi bu kadar kısa süre içinde değiştirmeyi başaramadı, Diyarbakır miting saldırısı bunun için yeterli olmadı.
Şimdi ise HDP kapatma davaları sürerken HDP’yi mağdur pozisyonuna düşürmek Erdoğan’ın işine yarayacak bir hamle değildir. Yarasaydı dahi Erdoğan’ın 7 Haziran sonrasındaki bir plan çerçevesinde süreci istediği yöne çevirebilecek gücü de kalmamıştır. Sistemli ve kontrollü şekilde provokasyonları yönetebilecek durumda değildir. Şimdiki saldırılar HDP tabanını sindirmek, onları mağdur olduklarına ikna etmek ve daha fazla saldırıyı engellemek adına sakin kalarak Millet İttifakı ile beraber seçimleri beklemeye itmek amacı taşımaktadır.
Bu saldırıların kökenindeki asıl neden ise HDP’yi mağdur göstererek haklı çıkarmaya çalışanların iddialarının aksine HDP’nin gücü ve potansiyelidir. Uzun zamandır KöZ sayfalarında HDP’nin bağımsız siyaset yürütmediği saptaması yapılıyor, ancak HDP’nin bağımsız siyaset yapma kapasitesi hâlen mevcuttur. Üstelik böyle bir siyaset yürütüldüğü koşullarda da hem Türk devletinin varlığı için tehdit oluşturabilecek hem de ülkedeki tüm siyasi süreç ve sonuçları etkileyebilecek yegâne taban HDP’nin tabanıdır. Dolayısıyla çeşitli aktörler bu tabanın kâh provokasyonlarla kâh saldırılarla sindirerek kendi tarafına çekmeye çalışacaklardır. Önemli olan bu saldırılar karşısında durabilmek, bu sindirme politikalarına çanak tutmamaktır. Bunun da tek yolu bağımsız siyasettir.
HDP’ye Yönelik Saldırıları Püskürtmek Demokrasi Mücadelesini Gerici İttifaklardan Bağımsız Yükselt
Bugün ne Cumhur İttifakı’nın yapmayı becerebileceği ne de Millet İttifakı’nın arkasında durabileceği yegâne önemli talep demokratik anayasa talebidir. Saldırılar karşısında HDP’yi savunacak tutum, HDP’yi daha da güçlendirecek olan mağdur olarak devleti suçlamak değildir. HDP’nin, Millet İttifakı bileşenlerine Türkiyeli olduklarını, orman yangınlarını ivedilikle lanetleyerek göstermeleri de değildir. HDP’yi daha da güçlendirecek yegâne yöntem demokratik anayasa talebini savunmak ve demokratik anayasa talebinde onlarla birleşecek diğer siyasi güçlerle beraber ortak ve bağımsız bir tutum almaktır. HDP’nin sık sık tekrarladığı ‘’demokratik yaşamı hep birlikte savunma’’ ancak bağımsız bir siyaset benimseyerek ve bu bağımsız siyasetin takipçisi olanlarla ortak hareket ederek olur. HDP için saldırıları engelleyecek ve bir gelecek vadedecek tek ortaklaşma budur.