‘Emperyalizm, proleter devrimler ve ulusal kurtuluş mücadeleleri çağı’ saptaması, içinde bulunduğumuz çağdaki hiçbir siyasi gelişmenin bu üç temel kategorinin üçünden de bağımsız ele alınamayacağını anlatır. Revizyonizmin ve tasfiyeciliğin bileşik etkisiyle proleter devrimden söz edenler hayalcilikle, şablonculukla yahut iflah olmaz bir anakronizmle suçlanırken, küçük devletlerin büyük devletlere karşı mücadelesi ulusal kurtuluş mücadelesi olarak pazarlanırken, emperyalizm Kautskyci bir yorumla Amerikan İmparatorluğu yahut “hegemonyası”yla eş anlamlı kullanılırken bu temel gerçeği ısrarla hatırlatmakta fayda var.
7 Ekim Aksa Tufanı da ancak bu üç temel kategori temelinde anlaşılabilir, 7 Ekim sonrasındaki İsrail Katliamları karşısında devrimci bir yanıt ancak bu temelde verilebilir, birinci emperyalist paylaşım savaşından beri kendini dayatan Filistin Devrimi’nin şart koştuğu görevler ancak bu temele bağlı kalarak yerine getirilebilir.
7 Ekim’in Öncesinde Paylaşım Kavgası
7 Ekim’den önce emperyalist paylaşım kavgası en açık biçimiyle Ukrayna Savaşı’nda seyrediyordu. Dahası, ABD’nin yönettiği kuvvetlerin büyük bir hücûmla Rusya’yı söküp atacağı ve bir barışa zorlayacağı düşünülüyordu. Yaz boyu devam eden çarpışmalar ise sürecin umulduğu gibi seyretmediğini gösterdi. Bilakis, Rus birlikleri pozisyonlarını tâhkim ettiler. Ve Vietnam’dan Afganistan’a düzensiz kuvvetlere karşı yürütülen “asimetrik” savaşlarda başarısız olmuş ABD’nin, bu sefer ilk kez düzenli ordular arasındaki “simetrik” bir savaşı kaybetme ihtimali kuvvetli bir olasılık olarak masada belirdi. Emperyalistler uzunca bir süredir Ukrayna’nın uğradığı haksızlığın büyüklüğünü ve kabul edilemezliğini değil savaşın maliyetini ve sürdürülemezliğini tartıştırıyorlar.
Ukrayna savaşının seyri, savaşın peşi sıra yapılan “Ukrayna’da emperyalistler bir savaşı kışkırtarak Rusya’yı tuzağa düşürdüler” türünden mazeretçi açıklamaların temelsizliğini sergiliyor. Rusya ABD’nin zayıflığının farkında olup bu zayıflığı istismar eden planlı bir işgal girişiminde bulundu ama Moskova’ya yürüyen Pirogjin’in gösterdiği gibi, Putin’in hakimiyetinin dayanakları son derece kırılgan. Rus emperyalizminin manzarası ise hiç de sütliman değil. Rusya’nın yükselen bir güç olmadığı kendi güdümündeki iki devletin, Ermenistan ve Azerbaycan’ın, birbiriyle savaşmasını engelleyememesinden belli oluyor. Daha da önemlisi Ermenistan savaşı kaybetse de Paşinyan’ın yerinde kalması, Ermenistan’ın ABD’ye yaklaşmaya devam etmesidir.
Tekil bir olay olarak irdelendiğinde Ermenistan-Azerbaycan savaşını Ukrayna savaşı ile aksi istikamette, hatta bir anlamda savaşlar dönemini kapatan bir savaş olarak görmek mümkündür. Ne de olsa Rusya, Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki çatışmada her iki devlete eşit mesafede durmamış, Azerbaycan Ermenistan’ı ezerek Paşinyan’ı hizaya getirmeye çalışmıştır. Dahası Paşinyan savaşı sürdürmemiş, yenilgiyi hızla kabul etmiş, zamanında ilhak ettiği Dağlık Karabağ’ı Azerbaycan’a teslim etmiştir. Böylelikle Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki gerilimi körükleyen sorun ortadan kalkmış, daha barışçıl bir ilişkinin maddi zemini savaş yoluyla da olsa sağlanmış gibidir.
Ama işin aslı tam aksidir. Zira savaş süreci, Ermenistan’ı Amerika’ya bağlamanın yanı sıra, Zengezur Koridoru’nun açılmasıyla ilgili gerilimi tırmandırdı. İran’ın Rusya ve Türkiye ile olan ihtilafları büyürken İsrail’in Türkiye ve Azerbaycan ile yakınlaşması daha da can sıkıcı bir soruna dönüştü. Böylelikle emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasını başka bir cepheye sıçratacak Hamas’ın 7 Ekim saldırısının maddi zemini oluştu.
7 Ekim Saldırısı
7 Ekim’deki Aksa Tufanı saldırısını ve sonrasında yaşananları İsrail-Hamas savaşı olarak tanımlamak yanlıştır. Aksa Tufanı ile Hamas, tıpkı 11 Eylül 2001’de El Kaide’nin ABD’ye karşı düzenlediği türden profesyonelce bir saldırı ve rehin alma operasyonu düzenledi, İsrail’e savaş açmadı. Hamas’ın saldırısı İsrail’e karşı yeni bir İntifada değil, onun resmi açıklamasından da anlaşılacağı üzerine, mesaj verme ve pazarlık yapma amaçlı bir operasyondur. Somut hedef olarak da esir değiş tokuşunu amaçlamaktadır. 7 Ekim’den sonra artık iki güç arasında bir savaş değil İsrail’in yıllardır sürdürdüğü, imha ve yıkım operasyonlarından biri, belki de bunlardan en kapsamlı ve vahşicesi, vardır. Hamas vur-kaç saldırılarını, bugünkü savaş durumunu derinleştirmek için değil, İsrail’in Gazze operasyonuna son vermek amacıyla düzenlemektedir. Nitekim Hamas da savaşın bitmesini rehine takası koşuluna bağlamamış tersine rehine takasını kalıcı bir ateşkes koşuluna bağlamıştır.
7 Ekim ancak emperyalistler arasındaki paylaşım kavgası bağlamında yani, Filistin’de bir devrim gerçekleşmediğine göre, bu kavganın taraflarının çıkarlarına tabi olarak ve onların izin verdiği hareket sınırları çerçevesinde anlaşılabilir. Ancak Hamas, emperyalizme olan göbekten bağı ve onun kuruluşunu şekillendirip önünü açan siyonizmle olan ilişkisi ne olursa olsun, güdümlü bir robot, bir piyon değil kendine göre politik hedefleri ve bir toplumsal temeli olan köklü bir örgüttür. Saldırıyı ve sonuçlarını emperyalist paylaşım kavgası ışığında ele almak için önce Hamas’ın politik maksadını değerlendirmek gerekir. Bu değerlendirme elbette Hamas’ın Filistin’deki ulusal kurtuluş mücadelesinde nerede durduğunu tespit etmeyi de şart koşar.
Hamas ve Ulusal Kurtuluş Mücadelesi
Hamas’ın Filistin ulusunun kendi kaderini tayin hakkı için, yani bağımsız ve birleşik tek bir Filistin için, mücadele etmediğini görmek için Aksa Tufanı’nı değerlendirmeye gerek yoktur. Müslüman Kardeşler’in bir uzantısı olan bu hareket zaten Filistin Sorunu’nu, kuruluş bildirgesine de yansıdığı üzere, Filistin’in ulusal birliği ve egemenliği sorunu olarak değil Müslümanların, siyonizme de değil, yahudilere karşı mücadelesi olarak tanımlamaktadır. Bu nedenle İngiliz emperyalizmi tarafından Filistin topraklarına monte edilmiş Ürdün Krallığı’na kurulduğu günden beri karşı çıkmadı, Ürdün müslüman bir ülke olduğu için onun egemenliğine karşı mücadele etmeyi aklından dahi geçirmedi. Filistin’in parçalanmışlığını baki varsayarak yola çıkan Hamas, bir yandan Filistin Kurtuluş Örgütü’nün iki devletli çözüme yanaşmasını kınarken, FKÖ ile olan çekişmesinde güç kazanmak ve yerel iktidarını koruma kaygısıyla Filistin Yönetimi’nin topraklarını ikiye bölmekten çekinmedi, Gazze’de kendisine bir iktidar alanı yaratarak Filistin’i ve Filistin’deki mücadeleyi daha da parçaladı.
Gazze’deki hakimiyetinin kök salması Hamas’ın İsrail karşısındaki mücadelesini büyütmedi. Tersine Gazze’de egemenliğini iyice sağlamlaştırdığı 2008’den itibaren “iki devletli çözüme ve İsrail ile uzun zamanlı bir ateşkese hazırız” mesajı vermeye başladı. Nihayetinde 2017’de kuruluş bildirgesini değiştirdi, böylece 1967 sınırlarını “geçici süreliğine” de olsa kabul ederek attığı geri adımı tescilledi, Oslo teslimiyetine imza atan FKÖ ile arasındaki siyasi farkları sildi. Emperyalizmin güdümünde kurulan Hamas ulusal kurtuluşçu bir hareket değil kendi yerel iktidarını her türlü ulusal çıkarın üstünde tutan, ılımlı islamın sesi olan bir akımdır. Bulunduğu alandaki artan siyasi gücü Hamas’ın hem uzlaşmacı hem karşı devrimci özelliklerini ortadan kaldırmıyor bilakis daha da çarpıcı bir biçimde sergiliyor.
Hamas Karşı Devrimcidir Ama Siyasi Zekâdan Mahrûm Değildir
Hamas’ın Aksa Tufanı’yla amaçladığı şeyi onun resmi açıklamasına bakarak tarif etmek her şeyden önce ciddi bir örgüt olan Hamas’ın siyasi zekasıyla alay etmek anlamına gelir. 220 rehineyi kurtarmak için onbinlerce Filistinlinin öldürüldüğü, Gazze nüfusunun üçte birinin yerinden edildiği ve İsrail’in Gazze’deki askeri varlığının daha da genişlediği bir operasyon düzenlemek, geçelim 1987 İntifadası sırasında risk almamak için kendini sosyal yardım faaliyetlerine veren Hamas’ın, asgari bir öngörü yeteneğine sahip amatör bir hareketin bile atılmayacağı bir macera olsa gerek.
“Aksa Tufanı’yla birlikte İsrail’in yenilmezlik imajı sarsıldı.” türünden psikolojik tesellilere de “Savaş nihayet Filistin’den İsrail sınırlarının içine taşındı.” türünden sahte askeri analizlere de kulak asmamalı. Savaşın İsrail’in içine değil Gazze’nin göbeğine taşındığı iki aydır gözler önündedir. İtibar kaybı ise egemenliğe dayalı siyasi mücadelenin en önemsiz kısmıdır. 11 Eylül saldırısı, ABD’ye sadece psikolojik bir darbe vurmadı, onu önce askeri sonra da siyasi olarak da rezil etti ama ABD saldırganlığının azaltmak şöyle dursun yirmi yıl boyunca en kanlı ve kapsamlı işgal girişimlerinin zeminini döşedi. Dahası, itibar kaybı ve yenilmezlik imajının sarsılması gündeme geldiğinde, Hamas’ın 2017’de kuruluş bildirgesini İsrail’in varlığına meşruiyet katacak şekilde değiştirmesinin İsrail’in uğradığı itibar kaybından çok daha büyük ve kalıcı bir itibar kaybına yol açtığı söylenmelidir.
7 Ekim İsrail İç Politikasına Yönelik Bir Hamledir
Hamas’ın politik amacı onun dar kafalı, ulusal değil ihvancı olan, zihniyetine uygundur ve bir anlamda kendi durduğu yerden rasyoneldir. Yerel iktidarını pekiştirmek için İsrail içindeki politik dengeleri değiştirmeye yönelik bir hamledir. 2007’de Gazze’yi Batı Şeria’dan ayıran Hamas, Filistin içinde yürüttüğü rekabette FKÖ’yü etkisizleştirmek için, İsrail ile görüşen taraf olmak zorundadır. Bu nedenle Gazze’de egemen olur olmaz iki devletli çözüme razı olduğunun sinyallerini verdi, 2017’de de bildirgesini değiştirdi. Ancak, FKÖ’yü Hamas’a ve teröre karşı mücadele adına köşeye sıkıştırdığını düşünen, diğer yandan da sadece Türkiye ve Azerbaycan ile değil tüm Arap devletleri ile arasını düzelten, bölgede Çin temelli bir enerji projesinin ana köprüsü olmaya soyunan ve böylelikle İsrail’in iğreti varlığını daha sağlam temellere bağlamaya çalışan Netanyahu’nun böyle bir görüşmeye niyeti ve ihtiyacı yoktu. Bu durum, İhvan parasıyla kurulmuş yardım ağlarının bile güç kaybını engelleyemediği, Gazze’deki siyasi etkisini adım adım yitiren Hamas’ı zorluyordu. Aksa Tufanı bu dengeleri değiştirmeye yönelik bir hamledir. Rastgele bir zamanda değil İsrail Netanyahu karşı gösterilerle sarsılırken gerçekleşmiştir. Netanyahu’nun devrilmesini, Hamas’ın FKÖ’nün yerine iki devletli çözüm masasına oturmasını, böylelikle zayıflayan yerel iktidarının sağlamlaştırılmasını amaçlamaktadır. Aksa Tufanı’nın politik bir halk seferberliği olarak değil konspiratif bir askeri operasyon olarak gerçekleşme biçimi, saldırının hemen ardından yükseltilen diyalog ve ateşkes talebi de bu bakımdan bir zayıflık işareti değil amaca uygun bir siyasi çizginin göstergeleridir.
Birinci Paylaşım Savaşı sırasında Lenin ile Kautsky arasındaki tartışmaların en can alıcı noktası savaş ve devrimci faaliyetin imkanlarına dairdi. Kautsky savaşla birlikte işçilerin milliyetçi duygularının kabardığını ve böylelikle burjuvazinin sınıf hakimiyetinin temellerinin sağlamlaştığını ileri sürüyordu. Bu nedenle savaş süresince devrimci bir faaliyet sürdürmek mümkün değildi. Yapılması gereken barış propagandası yapmak, barış çağrısında bulunmaktı. İkinci Enternasyonal çizgisinin solunda yer alan Troçki de daha edebi ve hamasi bir dille aynı sonuca varıyordu. Lenin ise savaşla birlikte burjuvazinin kendi emekçi nüfusuna daha da bağımlı hale geldiğini, bu durumun da onun siyasi iktidarını daha da kırılganlaştırdığını savunuyordu. Savaş burjuvazinin en zayıf olduğu, devrimci faaliyet yürütmenin imkânlarının en fazla olduğu dönemdi.
Kautsky’nin yolundan gidenlerin bugün Netanyahu’nun içinde bulunduğu durumu değerlendirebilmesi mümkün değildir. Onlar İsrail’de faşizmin konsolide olacağını, Netanyahu’nun iktidarını sağlamlaştırdığını düşünmektedirler. Çoğu benzer bir analizi Şehir Savaşları’ndan beri Türkiye ve Tayyip Erdoğan için de yapıyor zaten. Aksa Tufanı bağımsız ve birleşik bir Filistin yolunda bir mevzi yaratmamış olsa da İsrail’deki siyasi krizi derinleştirdiği kesindir.
Ulusal bağımsızlık ve egemenlik için değil, kendi dar egemenlik alanını genişletmek için, 1992’deki teslimiyet anlaşmasının koşullarının düzeltilmesi için, masaya oturmaya talip olan Hamas’ın İsrail’deki hükûmet değişikliğine ilişkin hamleleri elbette emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasındaki hesapları bozmayacak bilakis bu kavganın taraflarına uygun olarak ilerleyecekti. Aksa Tufanı Çin, İsrail, Türkiye, Azerbaycan işbirliğini bozmak, ABD’nin yörüngesinden çıkmış İsrail’i hizaya getirmek için bulunmaz bir fırsattı. ABD bu nedenle İsrail’in kontrollü bir şekilde Filistin’in üzerine yürümesine destek verdi, Obama döneminden beri ABD’nin kurtulmaya çalıştığı Netanyahu’yu daha da yıpratmak için onu kontrollü bir şekilde savaşmaya mecbur bırakarak Filistin’in üzerine sürdü. Netanyahu’nun barışa ve işbirliğine en fazla ihtiyacı duyduğu zamanda, onu savaşa mecbur bırakarak, ama aynı zamanda sonuç alıcı hamlelerden de men ederek, daha da yıprattı, Arap dünyasıyla kurduğu bütün ilişkileri kendi eliyle dinamitlemeye zorladı. Bölge devletlerinin İsrail ile köprüleri atması İran için de bulunmaz bir fırsattı. Hamas’ı İhvan İttifakı’ndan ayrı tuttu, yanına çekerek destekledi ama Hizbullah aracılığıyla İsrail’e darbe de vurmadı. Sözüm ona Filistin’de ikinci bir cephe açarak Ukrayna savaşında elini rahatlattığı iddia edilen Rusya ise, bu çatışmadan zarar gördüğünün bilinciyle, bir yandan Hamas’a sahip çıktı diğer yandan da acil ateşkes çağrısında bulundu.
Dünya çapında gerçekleşen, “Filistin Halkıyla Dayanışma” adıyla kodlanan eylemler, İsrail’in şiddetine haklı ve öncekileriyle kıyaslanamaz bir öfkeyi yansıtsa da politik bakımdan bu bağlamda değerlendirilmeli. Tüm bu eylemler Filistin halkıyla, Filistin ulusal davasıyla dayanışma eylemleri değil ateşkes ve barış eylemleridir. Esas olarak da Rus emperyalizminin ve savaş gemileriyle bölgede boy gösteren Çin’in bölgedeki statükoyu koruyarak iki devletli çözüm müzakerelerini yeniden başlatmaya yönelik hesap ve beklentilerini yansıtıyor.
Erdoğan’ın Açmazı
Aksa Tufan’ı Netanyahu kadar Erdoğan’a ve onun normalleşme girişimlerine de zarar verdi. Erdoğan’ın Netanyahu’ya “sen gidicisin” diyerek yüklenmesi, kendi hesaplarının da Netanyahu’nunkilere benzer şekilde bozulduğunun farkında olmasından ötürü. Başlangıçta kekeme ve ABD’yi ürkütmeyecek bir biçimde “barışı tesis etmeye yönelik” lider rolünü oynamaya soyunan “dünya lideri” Türkiye’nin esamesinin okunmadığını birkaç gün içinde kavradı. Daha da kötüsü Amerikancı muhalefetin riyâkar ve fırsatçı “Filistin’e sahip çık!” basıncıyla yüz yüze kaldı. Cumhur İttifakı’nın yeni bileşeni Yeniden Refah ve görünmez ortağı Hüda-Par’ın tepkisini çekmesi de işin cabası oldu.
Sur’da, Nusaybin’de yaptığı gibi, Erdoğan’ı iyice kendine bağlamak için onu Afrin’e sürmüş olan Bahçeli tam da bu fırtınalı iklimi sezdiği için “Gerekirse Gazze’ye gidip ben savaşırım.” diyerek Amerika’ya tekrardan yanaşmaya çalışırken İsrail ve Çin ile arasını bozmamaya çalışan Erdoğan’ı iyiden iyiye zor duruma soktu.
Bu durum karşısında Erdoğan’ın bulduğu çözüm hamasi bir İsrail karşıtlığı ve AKP’li patronların iş tutmadığı yahut rakip olarak gördüğü Starbucks benzeri şirketleri İsrail yanlısı bularak boykot kampanyaları düzenlemek, böylelikle kurtulmaya çalıştığı MHP çizgisine kös kös geri dönmek oldu. Erdoğan’ın İsrail karşıtı vurguları tabanını kendisine bağlamak şöyle dursun tam aksi sonuçlar üretiyor. Keskinleştiği oranda MHP, Hüda-Par ve Yeniden Refah’ın güçlenmesine hizmet ederken zayıfladığı oranda CHP’nin Saadet-Gelecek ikilisini koçbaşı olarak kullandığı İsrail karşıtı kampanyalara güç taşıyor.
Platonik Destekten Boykotçuluğa
Sol hareketlerin emperyalistler arası paylaşım kavgası konusundaki körlüğü, ulusal hareketler ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı konularını İkinci Enternasyonal çizgisinde ele alışı yeni değil. Geçmişte Irak’ta Baas Partisi’ni, Afganistan’da Taliban’ı anti-emperyalist müttefik olarak görüp destekleyenlerin bugün de Hamas’ı ulusal kurtuluş hareketi olarak ilan etmeleri, Filistin ulusunu niye FKÖ’nün değil de Hamas’ın temsil ettiğini sormamaları, masaya oturmasını ve ABD ile yakın ilişkiler geliştirmesini FKÖ’yü hain ilan etmek için yeterli görenlerin, FKÖ ile aynı politik çözümü savunan, ayrıca masaya oturmaya hazır olduğunu sık sık belirten ve Erdoğan’la son derece yakın ilişkiler kuran Hamas’ı niye işbirlikçi ilan etmediklerini düşünmemeleri, emperyalistler arası paylaşım kavgasını merkeze almamaları, soyut bir “dünya halkları ABD-İsrail zulmüne karşı” genellemesinin arkasına sığınmaları genel bir emperyalizm karşıtlığı yapmaları şaşırtıcı değil. Dün Baas Partisi’nin adını anmadan “biz emperyalizme karşı mücadele eden Irak halkının yanındayız” diyenlerin bugün de sanki bir halkın politik örgütlerden bağımsız mücadele vermesi, böylesine profesyonel bir savaşı yürütmesi mümkünmüş gibi, “biz Hamas’ın değil Filistin’in siyonizme karşı mücadelesinin yanındayız” demesi, Hamas’ın peşine takılmasını mazur göstermek için “Biz Hamas’ı değil onunla ortak cephede buluşan FHKC’yi destekliyoruz” kurnazlığına başvurması da yeni değil.
Ancak Irak ve Afganistan savaşları sırasında sunulan destekten farklı olarak bu sefer Hamas’a soldan verilen destek nispeten daha az platonik, daha fazla politiktir. Hükûmeti sıkıştırma adına “İsrail ile tüm ilişkiler iptal edilsin” türünden kampanyalar yürütülmekte, talepler yükseltilmektedir.
Kamuoyu baskısıyla, hükûmetlere baskı uygulayarak devletlerin dış politikasını değiştirtmeye çalışmak emekçilere siyasi gerçekleri değil masal anlatmak anlamına gelir. Kapitalist dünyada devletlerin dış politikaları, köklü, bürokratik temelleri olan, kamuoyu baskısıyla değişmesi imkansız politikalardır. Trump’ın yahut Erdoğan’ın ABD’nin yahut Türkiye’nin geleneksel dış politika çerçevesinin dışına çıkamadığı koşullarda, hükûmetlerin dahi değiştiremediği dış politikaları emekçilerin dışarıdan baskısının etkilemesi hiçbir koşulda mümkün değildir. Nitekim dünya üzerinde bu türden boykot ve baskı girişimleri her seferinde hüsrana uğramıştır.
Bu türden kampanyalar ses getirdiği oranda solun hükûmeti teşhir ederek güçlenmesine değil, Amerikancı muhalefetin çok daha etkili bir biçimde Saadet-Gelecek ikilisiyle yürüttüğü boykot kampanyasına hizmet ediyor. Dahası etkili olduğu oranda Gazze’deki emekçilere en ufak bir faydası dokunmayacak. İsrail ile Türkiye arasındaki ticaret hacminin azalması, ilişkilerin gerginleşmesi Türkiye ile İsrail’in arasını bozarken, İsrail’i ABD’ye daha da mahkûm edecektir.
Asıl Düşman Kendi Yurdunda
Halbuki dünyanın her yerindeki işçi hareketinin ödevi, kendi hükümetine dış politikadaki tutumunu değiştirmesi için baskı yapmak değil, dünyadaki dengeleri emekçi ve ezilenlerin lehine değiştirecek ilk adımı atmak için sınıf mücadelesini yükseltmek ve iktidarı almak olmalıdır. Bolşevikler birinci paylaşım savaşı sırasında, cephenin diğer tarafındaki devletlerin ilhaklarıyla ve döktükleri kanla oyalanıp sersemletilen işçilere, asıl görevin başka emperyalistlerin politikalarıyla savaşmak değil kendi devletini yıkmak olduğunu anlattılar. Bugünkü boykot kampanyaları ise dikkati konumu nedeniyle bugün İsrail’in Türkiye’deki bir numaralı destekçisi Erdoğan’dan İsrail ile iş yapan şirketlere kaydırmakta Erdoğan’ı rahatlatmaktadır.
“Asıl düşman kendi yurdunda!” ile ifade edilen perspektifin İsrail’in katliamlarına karşı Türkiye bağlamında ayrı ve daha önemli bir anlamı daha vardır. İsrail’in Filistin’deki ulusal baskı ve katliamlarını Türk devleti misliyle yaptı, yapmakta. Burjuva devriminin hemen ardından bir milyonun üzerinde Ermeni’yi katleden, kuruluşunun hemen ardından iki milyon hristiyanı sınır dışı eden bir devletten söz ediyoruz. Bu devletin sadece Ağrı Ayaklanması’nda katlettiği Kürt sayısı İsrail’in kurulduğu 1948’den beri katlettiği Filistinli sayısı kadardır. Sol hareketler Gazze’deki katliamı kınayıp, “İsrail ile ilişkiler kesilsin!” talebini yükseltirken, talebin muhatabı olan Türk devleti Zap’ta, Metina’da, Afrin’de ve Rojava’nın diğer bölgelerinde bir ölüm makinası olarak faaliyetini hız kesmeden sürdürüyordu. Kendi devletinin ilhakçı zulmüne ses çıkarmayanlar, dış politika alanında talepler üretmeye çalıştığında onları bekleyen kendi devletlerinin güdümünde hareket etmektir. Türkiye’deki manzara da bundan farklı değildir.Filistin sorunu Türk şovenizmini, Türkiye’nin Kürdistan’daki haksız varlığını ve katliamlarını teşhir etmek, terör edebiyatını boşa çıkarmak için önemli bir fırsat sunarken Türkiye solu tam tersi bir çizgide hareket ediyor. Filistin’deki zulüme isyan eden emekçilere Kürdistan’daki zulmü anlatmak, başta HEDEP’in tabanı olmak üzere emekçileri hükûmete karşı harekete geçirmek yerine Filistin sorununu Saadet Partisi seçmeninin hassasiyetlerine uygun bir şekilde ele alıp, İhvancı hareketleri ulusal kurtuluşçu olarak taltif ediyor, HDP’nin Hamas güzellemelerine prim vermeyen tabanına karşı sitemde bulunuyor.
Soldaki tablo ne olursa olsun komünist devrime önderlik edecek partiyi yaratmak isteyenlerin takip etmesi gereken siyasi çizgi bellidir: Türk şovenizmine açıktan karşı durmak, Kürdistan’ın ilhakını teşhir etmek, bağımsız birleşik Kürdistan’ın ve bağımsız birleşik laik Filistin’in Orta Doğu’da barışın koşulu olduğunu vurgulamak, Kürdistan’da ve elbette Filistin’de ulusal devrimine önderlik edecek partileri yaratmaya talip olanlarla uluslararası, merkeziyetçi bir parti çatısı altında buluşmanın yolunu döşemek.