“Yüzlerce yıllık esaretinizden, her türlü haktan yoksun bırakılışınızdan ve eşitsizlikten kurtuluşunuz yalnızca komünizmin zaferiyle mümkündür ve burjuva kadın hareketi, size komünizmin vereceği bu güvenceyi sağlamaktan tamamen acizdir… Kadınlar, kendi köleliklerinin burjuva sistem içerisinde kök saldığını ve bu köleliği sonlandırmak için yeni bir komünist toplumun kurulmasının zorunlu olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdırlar.”
Komünist Enternasyonal’in dünya kadınlarına yukarıdaki sözlerle seslendiği 1921 yılındaki Üçüncü Kongresi’nden 90 yıl sonra, 11 Mayıs 2011 tarihinde “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesine ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi”, nam-ı diğer “İstanbul Sözleşmesi” Avrupa Konseyi üyesi kimi ülkelerin katılımıyla imzalandı. İmzalandığı ve yürürlüğe girdiği süreçte bu sözleşme, ezilenlerin ve onlar adına mücadele ettiğini iddia eden sol akımların gündemine neredeyse hiç girmedi. Buna karşılık sözleşmenin imzalandığı yıllarda Avrupa Konseyi dönem başkanı olan Türkiye imzacılar arasında en hevesli ülke olarak göze çarpıyordu. Öyle ki sözleşme görüşmelerinin sonunda herhangi bir çekince konmaksızın imzalanan İstanbul Sözleşmesi, yalnızca 8 ay içinde hazırlanan bir kanun taslağıyla meclis gündemine geldiğinde de hazirunun tamamının (yalnızca bir vekil çekimser kalmıştır) kabulüyle yürürlüğe girdi. Böylece Türkiye, imzacı ülkeler arasında sözleşmeyi parlamentosunda ilk onaylatan ülke olarak da tarihe geçiyordu.
AKP İstanbul Sözleşmesi’ni Savunurken İlerici Miydi?
O yıllarda hükümet bu sözleşmeyi o denli önemsiyordu ki Turuncu Dergisi’nin Mart 2015 sayısında yayımlanan 8 Mart mesajında Cumhurbaşkanı Erdoğan, “kadınlar lehine” gerçekleştirdiği pek çok icraatı sıralarken İstanbul Sözleşmesi’ni de şöyle selamlamıştı:
“Türkiye kadına yönelik şiddet ile mücadele konusunda, İstanbul Sözleşmesi’ne çekincesiz imza koyan ve parlamentosundan geçiren ilk ülke oldu.
Uluslararası sözleşmenin uyum yasası, pek çok Avrupa ülkesinde ‘ekonomik krizler’ bahane edilerek çıkarılamazken, 6284 sayılı ‘Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi’ yasası 2012 yılında Meclisimizde kabul edildi.
Şiddeti önlemeye, kadınlarımızı korumaya yönelik yasal düzenlemeler yapılması elbette önemlidir.
Ancak daha da önemlisi, bu hususta köklü bir kültür oluşturabilmektir.”
Görüldüğü gibi şimdilerde tüm solun kadınları yaşattığını ileri sürdüğü, hatta bu yüzden tescilli kadın düşmanı AKP iktidarı tarafından çöpe atıldığını iddia ettiği İstanbul Sözleşmesi, yürürlüğe girdiği yıllarda en çok Erdoğan ve ekibince sahiplenilmekteydi.
Neden sonra bu sözleşme Dünya’nın pek çok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de kimi “dinci çevreleri” rahatsız etmesi görüntüsüyle ancak esas olarak Saadet Partisi’ni Millet İttifakı’ndan uzaklaştırmak amacıyla geçtiğimiz yıldan itibaren AKP ve Erdoğan önce sözleşmeden çekilme seçeneğini gündeme getirdi, sonra da sözleşmeden çekildi. Buna mukabil Türkiye’de “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” şiarıyla yeni bir muhalefet hareketi ve eylem dalgası gelişti. Solun tamamı da bu eylemlere aynı şiarla, yani kadını yaşatacak olanın tüm ezilenlere olduğu kadar kadınlara da düşman olan devletler arasında imzalan bu sözleşme olacağını savunan tezle katıldılar. Komintern’in 100 yıl önce yükselttiği çağrıyı ise hatırlayan olmadı.
Hatta geçtiğimiz günlerde kimi akımlar işi sözleşmenin imzalanışının 10. yıldönümünü özel etkinliklerle kutlamaya kadar vardırdı. Buna göre İstanbul Sözleşmesi, uluslarası kadın hareketinin bir kazanımıydı. Bunlara kadınların öldürülmesinin nihayet önüne geçecek bu sözleşmeyi henüz 2011’de bütün Avrupalı devletlerden önce yürürlüğe sokup savunan Erdoğan ve ekibini niçin alkışlamadıklarını ise kimse sormadı. Almanya ve Norveç’in sözleşmeyi Türkiye’den beş yıl sonra onaylayıp, İngiltere ve Çekya’nın henüz onaylamamış olmasının bu ülkelerdeki kadın hareketinin sözleşmeyi en hızlı onaylayan iki olan Türkiye ve Arnavutluk’tan daha mı zayıf olduğunu da soran çıkmadı. Brüksel’de yürütülen lobicilik faaliyetlerini uluslarası kadın hareketi olarak takdis etmede bir tuhaflık olup olmadığı sorgulanmıyordu bile.
Emperyalist Sözleşme Ve Anlaşmalar Ezilenlerin Kazanımı Değildir
Türkiye’nin imzaladığı yığınla insan hakları, işçi hakları, çevrenin korunmasıyla ilgili uluslararası sözleşme vardır. Örneğin Türkiye’nin imzaladığı işçi hakları sözleşmelerinin dünyadaki sendikal hareketin sonucu olarak görmek yahut işkenceye sıfır tolerans sözleşmelerini dünyadaki demokratik güçlerin kazanımı olarak görmek ne kadar abes ise İstanbul Sözleşmesi’ni kadın hareketinin kazanımı olarak görmek o kadar akla ziyandır. Bu sözleşmeler devletler arasında şu ya da bu sorunu çözmek için üretilir, gerektiğinde de rafa kaldırılır. 2009 yılındaki Nahide Topuz davası sonrasında AİHM’in Türkiye’yi mahkûm etmesinin ardından Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’ni imzalaması, sonrasında da Sözleşme’den çekilmesi bu duruma örnek olmuştur. İstanbul Sözleşmesi de Türkiye’nin kendisini temize çıkarma, imaj tazeleme yönünde diplomatik manevrasından başka bir şey değildir.
Benzer şekilde Türkiye’nin sözleşmeden çekilmesi de kadın düşmanlığıyla ilişkilendirilemez. Zira Erdoğan siyasi yaşama adımını attığından itibaren kadın düşmanıdır. Sözleşme’yi benimsemesi ya da reddetmesi kadın düşmanlığından çok daha farklı siyasi hesaplarla ilişkilidir. Millet İttifakı’na dâhil edilmek istenen Saadet Partisi ise açıkça bu sözleşmeye taraftar olmayanların başında gelmekteydi. Erdoğan’ın bir gecede Anayasa’ya ve teamüllere uygun olmayan bir şekilde Türkiye’nin bu sözleşmeden çıktığını ilan etmesinin ardında kendisinin ve Cumhur İttifakı tabanının eğilimlerinin yanısıra Saadet Partisi’ni Millet İttifakı’ndan uzaklaştırma arzusu olduğu ise kimse için sır değildir. Bununla birlikte Millet İttifakı’nın HDP’ye yönelik kapatma davası, HDP’ye yönelik saldırılar karşısındaki tutumsuzluğu HDP’yi ne kadar Millet İttifakı’ndan uzaklaştırıyorsa, Millet İttifakı’nın İstanbul Sözleşmesi’ni desteklemesi de Saadet Partisi’ni o kadar Millet İttifakı’ndan uzak tutacaktır.
İstanbul Sözleşmesi yaşatır kampanyası kadın hakları ve genel olarak insan hakları savunucuları, feministler ve düzen muhalefetinin muhtelif bileşenleri tarafından hızlıca sahiplenildi. Ancak İstanbul Sözleşmesi’nin yaşatacağını savunanlar yalnızca bu kesimler değildi. Örneğin İyi Parti lideri Meral Akşener de sözleşmeyi savunanlar arasındaydı. Netameli politik gündemlerin hiçbirinde tek bir fikir etrafında buluşamamış bulunan Millet İttifakı da yıllardır politik içeriğinden arındırılmış bulunan kadın mücadelesi söz konusu olduğunda hiçbir sorun yaşamadan birlik gösterebilmiş oldu. Böylece İstanbul Sözleşmesi, CHP ve İP’in HDP’yle yan yana gelebileceği bir zemin yaratmış oldu.
Kuşkusuz bu sözleşmeyi sahiplenmek için birbirleriyle yarışan soldaki kesimlerin emperyalist devletlerce imzalanan uluslararası sözleşmelerin ezilen yığınların kurtuluşunu sağlayacağı, en azından onların yaşam hakkını güvence altına alacağı yanılgısı yahut manipülasyonu içerisinde bulunmasında şaşılacak bir şey olmasa gerektir. Ancak devrimcilerin, bilhassa 71 devrimci kopuşunu gerçekleştirenlerin mirasçısı olduğunu iddia edenlerin emperyalist devletlerce imza edilen sözleşmeleri ezilenlerin kurtuluş reçetesi olarak pazarlamalarına hayretle bakmak icap eder.
Zira KöZ sayfalarında döne döne vurgulandığı gibi 71 kopuşunu gerçekleştirenler emekçi yığınların sorunlarının çözümü için önce iktidarı zor yoluyla ele geçirmeleri gerektiğini kavramışlar, bunu yaparken de burjuvazinin ulusal ve uluslararası alanda yarattığı kurumlara güvenip yaslanmamak gerektiğini savunmuşlardı. Kuşkusuz bu kopuş antiemperyalizme ve bu mücadelenin veriliş biçimine dair de bir kopuştu. Zira onlar koptukları geleneklerinden ve kendi geçmişlerinden farklı olarak antiemperyalist mücadeleyi NATO’dan çıkılmasını savunmak, hükümete uluslararası ilişkileri şu ya da bu yönde ilerletmesi için baskı uygulamak, yahut Amerikancı devlet kliklerine karşı sair uluslararası kamplara dâhil olan odakları desteklemek olarak algılamıyorlardı. Onlara göre kurtuluş için tek yol devrimdi ve bu devrim devrimcilerin, yani kendilerinin eseri olacaktı.
Ezilenlerin, Kazanımlarının Bekçiliğini Burjuva Devletlere Emanet Edecek Lüksü Yoktur
Oysa bugün kadını yaşatacak olanın İstanbul Sözleşmesi olduğunu savunanlar, 71 kopuşunun mirasçısı olmakla övünürken kadınların kurtuluşunu değilse bile güvencede olmalarını devletin yetkili makamlarınca alınacak şu ya da bu tedbirde ve daha da hazini bu tedbirlerin emperyalist devletlerce denetlenmesinde aramaktadırlar. Zira hükümet İstanbul Sözleşmesi’nden imzasını çekmiş olsa da bu sözleşme içeriğindeki maddelerin iç hukuka uyarlanmasını ifade eden 6284 sayılı yasa yürürlükten kaldırılmış değildir. Kadınların katledilmesi, onlara o veya bu biçimde şiddet uygulanması suç olmaktan çıkarılmamış, devletin koruyucu ve önleyici tedbirler alması gerektiğine, bakanlık bünyesinde kadına karşı şiddete karşı mücadele edecek birimler kurulması gerektiğine yönelik yükümlülükleri ortadan kalkmamıştır. Esasında asıl değişen sözleşmeye taraf olunmadığı için Avrupa Konseyi tarafından sözleşmeyle üstlenilen yükümlülüklerin yerine getirilip getirilmediğinin denetlenemeyecek olmasıdır. Velhasıl çoktandır kendilerinin ve adına siyaset yaptıkları kesimlerin can güvenliğini devlete emanet etmiş bulunanlar, aldıkları hizmetten memnun kalmayınca daha büyük devletlerin hakemliğini talep etmektedirler.
Reformistler şu ya da bu reform tartışması söz konusu olduğunda devrimcileri emekçilerin kendi mücadeleleriyle bir kazanım elde etme ve onu koruma konusundaki kapasitesini küçümsemekle eleştirirler. Bu elbette haksız bir ithamdır, zira devrimcilerin karşı çıktığı şey işçilerin, emekçilerin lehine olan düzenlemeler değil, reform adı altında emekçileri bölen, onların içinde ayrıcalıklı/ayrıcalıksız kesimler yaratan düzenlemelerdir. Reformizmi karşı devrimci kılan asıl nokta ise reformları savunması değil, bu reformların ancak düzen içi güçlerle kol kola sağlanabileceğini savunmalarıdır. Bununla birlikte konu İstanbul Sözleşmesi olduğu zaman aslında emekçilerin, ezilenlerin mücadeleleriyle haklar kazanma, kazandıkları hakların takipçisi olma kapasitesine güvensizliği gösterenin reformistler olduğu açığa çıkar. Zira bugün “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” kampanyasını düzenleyenler, kadınların can güvenliği için yeni bir reform talebinde bulunmuyorlar. Kendilerinin devletin yasalara uyup uymadığını denetleyeceğini de ilan etmiyorlar. Tersine emperyalist devletleri sahaya davet ederek kendi güçsüzlüklerini daha baştan kabul ediyorlar, reform mücadelesinde havlu atıyorlar. Emperyalist devletlerin komuta kademesine geçmesine herkesten önce kadınların, hele hele uluslararası kadın hareketinin gücüne güvenenler karşı çıkar. Bu mücadelelerle bir yere varılamayacağını düşünenler de “hiçbir mücadele biçimini dışlamamak lazım” kılıfıyla kadın hareketini sponsorlu farkındalık kampanyalarına ve lobi faaliyetlerine mahkum eder. Bugün Türkiye’de yaşanan tam da budur.
Vahim olan Türkiye solunun bir bütün olarak bu çizgiyle uyumlu hâle gelmesidir. Geçmişte bu çizgi “aşkın ve devrimin partisi” olarak kurulan ÖDP’nin alameti farikasıydı. ÖDP Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini, Avrupa Birliği’nin emek dostu düzenlemeler içerdiğini, AB’nin üye ülkelere şart koştuğu koşulların Türkiye’nin demokratikleşmesini mümkün kılacağı kılıfıyla savunurdu. Bu kılıfı da Avrupa işçi sınıfının kan ve can pahasına elde ettiği kazanımlara enternasyonalist bir biçimde sahip çıkmak, “Emeğin Avrupasını” savunmak kalıplarıyla süslerdi. Bugün İstanbul Sözleşmesi aracılığıyla emperyalist devletleri göreve çağıranlar ve onlara sözümona devrimcilik adına alkış tutanlar bir bütün olarak Ufuk Uras ÖDP’si çizgisinde hizaya geçmişlerdir.
Uzun zamandır devrimciliği devletin saldırılarına karşı direnmek olarak algılayan Türkiye Solunu oluşturan akımların çoğunluğu, emperyalist sözleşmeleri can simidi olarak görmeye İstanbul Sözleşmesi ile başlamamıştır. Devletin saldırılarıyla karşılaşıldığında “susma hakkı”nı, “savunma hakkı”nı, “işkence yasağı”nı ve her kuşaktan sair insan haklarını İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde savunan ve temel misyonunu iktidara da muhalefete de muhalefet etmekle sınırlayan protestocu/aktivist solun, kadının kurtuluş yolunu emperyalist mihrakların hâkimliğinde aramasının şaşılacak bir tarafı da yoktur. Emekçilerin ve ezilenlerin burjuva diktatörlüğünü yıkıp iktidarı kendi şuraları vasıtasıyla kendi ellerine almasını, insanlığın kurtuluşu anlamına gelecek olan kadının kurtuluşunun da tek yolu olduğunu savunan komünistlerin kendilerini bu topluluktan ayrı tutmalarına da şaşmamak gerekir.
İnsanlar arasındaki tarihi, sınıfsal ve toplumsal eşitsizlikler ortadan kalkmadan, “evrensel insan hakları” hep egemen kesimlerin çıkarına yontan bir nalıncı keseri olarak kalacaktır. Bunun bilincinde olan komünistler, burjuva devletlerini hizaya getirip insan haklarına saygılı olmalarını sağlamak için değil, insan hakları belgeleri dâhil bütün kurumlarıyla burjuva devletlerini tarih sahnesinden süpürüp atmak için mücadele ediyorlar. Komünistler “Herkesin özgürlüğünün başkasının özgürlüğünün koşulu” hâline geleceği kerteye kadar, başka bir deyişle proletaryanın egemen sınıf olacağı geçiş dönemi boyunca da devrimci partinin öncü rolünü sürdürmesi gerektiğini savunurlar, kendilerini sosyalizmi nihai bir son olarak görenlerden böyle ayırt ederler. Ancak o zaman bugüne kadar kağıt üzerinde kalan bütün hak ve özgürlükler gerçekten insanlığın en değerli kazanımı hâline gelecektir.
Kadının Kurtuluşu İnsanlığın Kurtuluşudur
Kadınlar Katılmadan Devrim Olmaz,
Devrim Olmadan Kadınlar Kurtulmaz