KöZ’ün arkasında duran komünistler olarak Ekim Devrimi’ni politik bir pusula niteliğinde tartışmak amacıyla 2009 yılından beri Ekim Devrimi Tartışmaları’nı düzenliyoruz. Bu sene de 8 Kasım tarihinde Ekim Devrimi tartışmalarını iki panel olarak gerçekleştirdik. “Korona Sonrası Dünyada Devrimci Durum” başlıklı panele HDP İstanbul milletvekili Musa Piroğlu konuşmacı olarak katılırken, “Türk Devletinin Kuruluşunun Yüzüncü Yılında Kurtuluş Savaşı” başlıklı panelde ise Sosyalist Meclisler Federasyonu’ndan Mahir Gürz konuşmacı olarak yer aldı.
Ekim Devrimi panelleri Enternasyonal marşının söylenmesiyle başladı. “Korona Sonrasında Dünyada Devrimci Durum” başlıklı panel öncesinde İlk Buhar Makinası belgeseli izlendi.
Korona Sonrası Dünyada Devrimci Durum
İlk panelde KöZ adına konuşan Engin Gürbüz şunları belirtti:
Merhabalar, Köz adına hepinizi selamlıyorum. Tek muzaffer proleter devrim olan Ekim Devrimi’nin 103. Yılında güncel siyasal gelişmelerle Ekim Devrimi’nin bağlarını kuran bir panelde bir araya geldik. Ekim Devrimi ile ilgili filmi izlediğimiz için o dönemki gelişmelere ve tarihe dair konuşmayacağım. Panelin konusu olan Korona salgını ve dünyadaki devrimci durum ve bulunduğumuz topraklardaki siyasal atmosfer hakkında daha çok konuşmaya gayret edeceğim.
Dünyanın dört bir yanına hızla yayılan bu salgının tetiklediği kriz elbette emperyalizmin nasıl bir gericilik rejimi olduğunu bir kez daha gösterdi. Kapitalizmin en gelişmiş olduğu coğrafyalarda burjuva toplumunun kendi kölelerini beslemekten bile aciz olduğu açığa çıktı. Başta emperyalist metropoller olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki burjuva diktatörlüklerinin açmazlarını, bu açmazlar nedeniyle ilan ettikleri olağanüstü hâl rejimlerini en görmek istemeyen gözlere bile gösterdi. Devrimci bir durumun dünya çapında yayıldığı gizlenemez hale geldi. Ama Korona salgını sadece bunları göstermedi. Aynı zamanda dünya çapında sol hareketlerin, işçi hareketlerinin tümüyle reformizmin etkisi altında olduğunu da bütün çıplaklığıyla ortaya koydu.
Burjuva sosyalizmi, bugün bir bütün olarak dünyadaki sol akımları kapsamaktadır. İşçi ve ezilen hareketi tümüyle burjuva sosyalizminin çizdiği çerçeve içinde hareket etmektedir. Günümüzde dünyanın şu ya da bu bölgesinde bir devrimci hareketten söz etmek mümkün değildir. Kürdistan’dakiler de dahil olmak üzere tüm hareketler burjuvazinin güdümündedir, onun ideolojisini üretmektedir. Tüm hareketler reformizme teslim olmuştur. Üstelik bu durum dünya çapında devrimci dinamikler şiddetlenirken yaşanmaktadır.
Reformizme teslimiyet bir dizi sebepten ötürü Türkiye’de çok daha çarpıcı bir biçimde gerçekleşmektedir. Her şeyden önce, dünya çapında yayılan devrimci durum, en yoğun biçimde Kürdistan’da ve Türkiye’de yaşanıyor. Devrimin güncelliğinden söz ediyorsak bu devrimin merkezi ayağımızı bastığımız topraklardır. İkincisi sadece HDP’nin durumunu ele aldığımız zaman dahi Türkiye solu tarihinin en güçlü döneminde ve bu durumun kendisi Türkiye’de rejimin krizini derinleştiren bir rol oynuyor. Üçüncüsü Türkiye’de sol tarihinin en güçlü döneminde iken devrimci hareketler son elli yılın en zayıf döneminde bulunuyor. Dünün devrimci örgüt ve partileri bugün tümüyle tasfiyeci reformizmin etkisi altında. Sonuncusu ve belki de en önemlisi; devrimci örgütler böylesine felç olmuşken, dünyada gerek sayı gerekse devlet karşısında mücadele birikimi en fazla olan militanlar, yaşadığımız coğrafyada bu tasfiyeci örgütlerin disiplinleri altında ya da çevresinde bulunuyor. Bu çelişkili durum nedeniyle devrimci militanları solda hüküm süren reformist tasfiyeciliğin boyunduruğundan kurtarmak en acil görevdir. Tam da bu nedenle reformist siyasetle komünist siyaset arasındaki karşıtlıkları bir kez daha göstermek yaşamsal önem taşıyor.
Özellikle 2015 yılından bugüne Türkiye’de eylem değil eylemsizlik çizgisi hakimdir. Korona salgını sürecinde bu çok daha fazla kendisini göstermiştir. Bugünkü durum esas olarak Türkiye’de sol akımların siyasi çizgisine şekil veren reformizmin ürünüdür. Sol akımların çizgisini tayin eden reformistler ve bu reformistlerin kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirdikleri örgütlenmeler, devrimcileri eylemsizliğe mahkûm etmektedir.
Dünyanın dört bir yanı ayaklanmalarla, kitlesel eylemlerle kasılıp kavrulurken, hâkim olan reformizm ve tasfiyeci anlayış bu eylem dalgalarını düzen içine hapsetmeyi başarmaktadır. Bu tasfiyeci yapılara karşı mücadele etmeden, emekçilere ve devrimcilere sokağı yasaklayan oportünistleri alt edecek devrimci partiyi yaratmadan, Türkiye devrimine önderlik etmek mümkün değildir. Ekim Devrimi’nin izinden gitmek demek tam da böylesi bir sorumluluğu yüklenmektir. Komünistler olarak çağrımız da bu sorumluluğu yüklenecek militanlaradır.
HDP adına konuşan Musa Piroğlu şunları vurguladı:
Reformizm kavramsallaştırmasının kendisiyle de tartışarak yürüyeceğim. İlk olarak dünyadaki durum ile başlayacağım. Emperyalizm ağır bir krizin içinden geçiyor. Bu krizin ik boyutu 1970’lerde başlayan ekonomik krizdir. Bu kriz kar marjlarının düşme eğilimi olarak adlandırılabilir. Bu kriz neoliberal önlemlerle çözülmeye çalışılsa da çözülememektedir. Bu krize eşlik eden emperyalistler arası paylaşım süreci bir siyasal krizdir. Dünya halkları için varlık yokları krizi ile örtüşür bu krizler. Üretimin yapılışı, savaşlar, neoliberal politikalarla ortaya çıkan doğa krizi var. Salgın da buradan besleniyor. Ama salgını da aşan dünyanın yok oluşu krizi var. Buna paralel olarak 50 milyon insanın mülteci konumuna düştüğü savaşlar, iç savaşlar ve krizler döneminden geçiyoruz. Emperyalizm tüm dünya halklarına barbarlık ya da sosyalizm dışında bir çıkış bırakmamaktadır. Dönemsel olarak 20. Yüzyılın başını andıran bir süreçten geçiyoruz. Çin ekonomisinin devreye girmesi, bölgenin dünya ekonomisinde yerini alması, burada yaşanan teknolojik atılımlar ile klasik metropol emperyalist ülkelerin bunlarla başa çıkamadığı bir süreçteyiz.
Paylaşım mücadelesi verili statükoyu dağıtırken uluslararası hukuku dağıttı. Bu boşluk alanında bölgesel güçler kendi egemenliklerini arttırmak adına hareket ediyorlar. Bundan dolayı gelişmeler ABD ve Çin kutuplaşması ve bunların etrafındaki bölgesel güçler perspektifinden ele alınmalıdır. Salgına doğru ilerlerken dünya küresel çatışmanın içindeydi. Kapitalist emperyalizm kar marjlarının düşme eğilimiyle mücadele etmeye çalışıyor. Bütün çabaları daha büyük yıkımla sonuçlanıyor. Salgın başlamadan bütün dünyada halk hareketleri ortaya çıktı. Hemen hemen hepsi benzer sloganlarla hareket etti. Değişik coğrafyalarda çelişkiler benzeşmeye ve keskinleşmeye başlamıştır.
Salgın bu dönemde ortaya çıktı. Halk hareketlerinin geri çekilmesinin sebeplerinden biri oldu. Salgın neoliberal yıkımları ortaya çıkardı. Salgının faturasını ödeyenler göçmenler, mülteciler ve ezilen halklar oldu. Çünkü üretim devam etti ve işçiler arasında yayıldı. Kamıu hizmetlerinin sermayeye peşkeş çekilmesi, sağlık sisteminin çökmüş olduğunu ve burjuva devletlerin ne kadar savunmasız olduğunu gösterdi. Burjuva devletler işçi sınıfı ve yoksullar için çözümsüzlük yaratmıştır. Bu ülkede de benzer şeyler yaşanmaktadır. Salgına karşı koruma politikaları üst sınıfları korumaya yöneliktir. Devlet hastanelerinin bütün servisleri kapatılmış durumda. Normal hastalar özel hastanelere yönlendirilmektedir. İnsanlar bu yüzden hayatını kaybetmektedir. Kitlelerin sağlık hizmetleri askıya alınmış durumdadır.
Bütün bunlar bir devrimci durum kavramıyla tariflenemez. Biz kapitalist emperyalizmin krizi olarak tarifliyoruz. Ayaklanmalardan çok savaşlar döneminden geçiyoruz. Ama şöyle bir durum vardır. Her kriz devrimin ebesidir. Ama aynı zamanda karşı devrimin bütün koşullarını da bağrında taşır. Türkiye giderek kendi kalıcılaştırmaya çalışan baskı düzeninden geçiyor. AKP-MHP iktidar bloğu bu ülkeyi faşizan bir dönemden geçirmekte. İktidar kendini kalıcılaştırmaya çalışıyor. Bu süreç baskı aygıtları ile el ele gidiyor. Toplumun bütün kesimleri iktidarın zor aygıtıyla ters yüz edilmeye çalışılmaktadır. Toplumsal muhalefetin var olan dağınıklığı bu sürecin önünü açıyor. HDP çıkış yolu olarak bu baskı mekanizmalarına yok etmek üzere hareket etmektedir. Faşizm yıkılmadan demokrasi mücadelesinin önü açılmaz. Bütün güçleri buraya davet etmektedir. Devrimci durumdan öte baskı süreci vardır. Buradan çıkışın yegâne yolu işçi sınıfının örgütlenmesinden geçiyor. Türkiye devriminin yolu Kürt özgürlük hareketi ile Türkiye işçi sınıfının stratejik ortaklığı ile olacaktır.
Panel soru ve cevapların ardından tamamlandı.
Türk Devletinin Kuruluşunun Yüzüncü Yılında Kurtuluş Savaşı
KöZ adına konuşan Orhan Dilber şunları vurguladı:
Kurtuluş savaşı ve kurulan yeni devlet hakkında efsaneler vardır. Bu efsaneleri çözmek için iki tane anahtara ihtiyaç vardır. Bunlardan ilki 1.emperyalist savaş tespitidir; ikincisi de bu savaşa beklenenden erken son veren Ekim Devrimi’dir. Bu iki anahtar olmadan Osmanlı kalıntıları üzerinden kurulan devleti anlamak mümkün değildir. Savaş başlamadan önce bütün dünyada şovenizm hakimdir. Bu çizgiye karşı çıkan Bolşeviklerin önderliğinde küçük bir grup vardır. Fakat yaygın ve hâkim olan anlayış vatan savunmasının meşru ve hatta görev olduğu anlayışıdır. Bu savaş başlarken Osmanlı topraklarında bırakalım Bolşeviklere yakın bir çizgide duranları sosyalist sıfatını benimseyip hareket edenler dahi yoktur. Osmanlı topraklarından sosyal şovenlerden bahsedemeyiz, düpedüz şovenler vardır.
İkinci efsane Kurtuluş savaşıdır. Tutum olarak yabancıların işgali sırasında bu işgale karşı direniş meşrudur çizgisi benimseniyor. Bütün Avrupalı sosyal demokratlar savaş öncesinde bu çizgidedir. Bu efsane hakkında Türkiye solundan referans almamız güçtür. Kemalizmle hesaplaşmaya girişen Kaypakkaya da Kurtuluş savaşı sırasında milli burjuvazi ile ittifak yapılmasına kapı aralayan şeyler yazıyor. Bu konuda tek istisna vardır. O da Mustafa Suphi TKP’sidir. Onlar bir kurtuluş savaşı olmadığını belirtip Anadolu’daki işgale karşı komünistlerin mücadele etmesini söylüyorlar.
Öncelikle kurtuluş savaşı dedikleri savaş Sevr’i paçavra gibi yırtmamıştır. BMM’nin kurulmasından aylar sonradır Sevr anlaşması. BMM, Sevr’e muhatap olsun diye acelece kurulmuştur. Fakat Sevr’de İstanbul hükümeti temsilcileri yer almıştır. Sevr, Osmanlı’yı paramparça eder, fakat ne Sivas ne Erzurum Kongresi bunu karşısına alan kongreler değildir. Bu kongrelerde kurtuluş savaşı fikri yoktur. Esas olarak bu kongreler ve meclis Anadolu topraklarında Ermenilik ve Rumluk meselesini karşısına alır. İngiliz veyahut Fransız emperyalistler ile mücadelenin lafı geçmez. Devrimden sonra Rusya, Osmanlı topraklarından geri çekilir. Batı Ermenistan ve Kuzey Kürdistan’ı Rus orduları kendi boşaltır. Bir Batı Cephesi’nde Çerkez Ethem ile Yunan orduları arasında çarpışma vardır. Bu Yunan orduları da İngiliz ya da Fransız ordusu değildir. Kuvayı milliye ordusunun ilk harekâtı Koçgiri’yedir. İkincisi aylar sonra Yunan ordusunadır.
Emperyalist savaşta taraflardan birinin kurtuluş savaşı verip vermediği, savaşta geri alınan toprakların geri alınıp alınmamasının kurtuluş savaşı olup olmayacağı konuşulmaz. Osmanlı’nın dahil olduğu ittifaktaki bütün ülkeler parçalandı. Habsburg parça parça oldu. Nazi partisi de Versay anlaşmasına karşıdır. Komünist partisi orta yolcudur. Almanlar neden kurtuluş savaşı başlatmıyor da niçin aynı ittifakın diğer üyesi Osmanlı’da kurtuluş mücadelesi oluyor. Ortada kurtuluş savaşı yoktur. Osmanlı emperyalist savaşın tarafıdır. Yapılanlar savaşın kuralıdır. Bir kurtuluş savaşı olsaydı Mustafa Suphi önderliğindeki TKP emperyalizme karşı savaşmak kararıyla kuruldu. Ayaklarını bastıkları andan itibaren sözüm ona kurtuluş savaşı veren Kuvayı Milliyeciler tarafından katledildiler. TKP işçi köylü şuralarına dayalı bir cumhuriyet kurmak üzere yola çıktı. Onları katledenler Osmanlı devletinin devamını emperyalistlerle kirli bir barışa dayanarak kurdu.
Sosyalist Meclisler Federasyonu adına konuşan Mahir Gürz şunları belirtti:
Kurtuluş savaşı meselesi bu coğrafyada bir tarih okuması olduğu kadar bu coğrafyada komünist olup olmamanın niteliği belirler. Bu tartışmanın kendisi önemlidir. Yaşanan süreci kendi tarihsel sınırlılığı ve tarihsel nesnelliği içinde değerlendirmek gerekir. Ulus, uluslaşma ve ulusal kurtuluş dediğimizde serbest rekabetçi dönemde olan uluslaşma süreçleriyle emperyalizm döneminde olan uluslaşma süreçlerinin muhtevaları birbirinden farklıdır. O hareketlere kendi farklı özgünlükler kazandıran bir rol oynar. Kurtuluş savaşı ya da cumhuriyet meselesine dair uluslararası komünist hareketin tarihsel referansları vardır. Bu tek başına yetmez. Marks’a baktığımızda Hindistan, İrlanda ve Polonya’ya dair tutumları birbirinden farklı birbirini aşan tutumlardır. Tarihi olan ya da olmayan halklar ayrımı gibi kategorik ayrımlar sonrasında özellikle marksizm adı altında marksizmi iğdiş eden kavramsallaştırmalara dönüşmüştür. İkinci Enternasyonal’in sarıldığı zemin buralardan beslenir. Bu anlayış uluslararası komünist hareketin başına bela olmuştur. Üretici güçler teorisini merkeze koyan Avrupa merkezci anlayış bir siyaset yapış tarzına dönüştü. Bu komünistlerin kendine kambur yapacağımız mesele değil. Tarihsel nedenlerini anlayıp aşmamız gereken bir meseledir.
Kurtuluş savaşını da buradan okumak gerekir. Osmanlı emperyalist savaşın tarafıdır ve savaştan mağlup olarak çıkmıştır. Kurtuluş savaşı güdük de olsa verilen bir kurtuluş savaşı ve milli mücadele vardır. Kurtuluş savaşının muhtevası sürecin kendisini tartılırken o sürece önderlik edenlerle katılanlar arasındaki muhtevayı ayrı ayrı ele almak gerekir. Burada Kaypakkaya’nın metodolojisi önemlidir. Birincisi bir kurtuluş savaşının olmadığını iddia etmek zorlama ve öznelci bir yaklaşımdır. Bizim anladığımız anlamda bağımsızlığı merkeze alan bir çizgiden yoksundur. Kurtuluş savaşına sınıfsal olarak önderlik eden kesim emperyalizmle anlaşmıştır. Bu kurtuluş hareketinin bir yanıdır. Bununla birlikte Anadolu’da işgale karşı koyuşlar var, mücadeleler var. Güdük de olsa anti emperyalizm yan dediğimiz meseleyi buradan okuyoruz. Cumhuriyetin kurulması kaçınılmaz bir sürecin sonucudur. Nesnelliğe rağmen ya da koşullara rağmen girişilmiş bir eylem değildir. Çöküşe giden, dağılan ve yenilgiye uğramış Osmanlı var. Mustafa Kemal’in başını çektiği çizgi Osmanlı’yı kurtarıp, emperyalist kamplaşmada rol almasına çalışan süreci yaratmıştır. Kemalist devrim süreci yaşanıyor ama Osmanlı’ya karşı olan ya da onu aşan mücadeleden ziyade tarihsel olarak ilerici yanlarına sarılan, onlara sarılan zorunlu olarak yaşatması gereken uluslaşma sürecinde yeniden dizayn edilen bir süreçtir. Biz bu sürecin kendisini burjuva faşist diktatörlük süreci olarak değerlendiriyoruz. Osmanlı’ya göre biçimsel ilerlemelere rağmen kurulan devlet burjuva faşist diktatörlüğe tekabül eder. Ezilen inanç ve halkların tasfiyesi ve imhası üzerine kurulmuştur.
Soru ve cevapların ardından bu sene gerçekleştirdiğimiz Ekim Devrimi Panelleri sona erdi.
Ekim’in Işığı Taşınacak! Bolşevizm Kazanacak!
İstanbul’dan Komünistler