20 Şubat’ta Rusya’nın Ukrayna’yı işgale girişmesinin ardından İzmir’de 5 Mart’ta “Yayılan ve Şiddetlenen Devrimci Durumun Işığında Emperyalist Savaş ve Ukrayna’nın İşgali” başlıklı bir KöZ söyleşisi gerçekleştirdik.
Söyleşide Köz adına sunum gerçekleştiren yoldaş şunları ifade etti:
“Ukrayna’da patlak veren savaş bulutsuz gökte aniden çakan bir şimşek miydi? Elbette öyle değildir. 2014 yılından beri Ukrayna devletinin üzerinde egemenlik kurduğu toprakların bir kısmında egemenliğini sekiz yıldır kaybetmesine neden olan gelişmeler ne yenidir, ne de bu savaş Rusya ve Ukrayna arasındaki bir gerilimin sonucudur. Bu savaş Rusya ile Ukrayna arasındaki bir sürtüşmenin değil, Rusya ile Ukrayna’nın arkasında duran ABD arasındaki paylaşım kavgasının ürünündür. Sadece Kırım’ın Rusya tarafından ilhak edilmesi kendi başına jeopolitik bir kriz öğesiydi. Bugün yeni olan söz konusu gerilimin açık bir savaşa dönüşmüş olması ve Ukrayna’ya askeri birlik yollamıyor olsa da, gerilimin çok daha dolaysız bir biçimde ABD ve Rus Emperyalizmleri arasında yaşanıyor olmasıdır.
‘Ukrayna Krizi’ en çok ‘Trump faşizmi’nin seçimde devrilmesini selamlayanları hayal kırıklığına uğrattı. Obama-Trump politikaları arasındaki sürekliliği göremeyip ‘küresel savaş makinası ABD’ ezberini tekrarlayanlar Ukrayna Krizi’nin neden Trump döneminde değil de Biden döneminde alevlendiğini, Trump NATO’nun gereksizleştiğini ileri sürerken, Biden’ın neden NATO’yu genişletme hevesine kapıldığını da izah edemiyorlar.
Bu işgal girişiminin ABD’nin Afganistan’da yaşadığı ve fiyaskoya dönüşen geri çekilmeden altı ay sonrasına denk düşmesi de tesadüf değildir. Afganistan fiyaskosu 1991’deki Birinci Körfez Savaşı’ndan beri ABD’nin Ortadoğu’da izlediği politikaların iflası anlamına geliyordu. Irak’ta İran yanlısı bir rejim oluştu ve her iki ülke sadece Rusya ile değil Alman ve Fransız emperyalizmleriyle de bağını güçlendirdi. Afganistan’da ise ABD sahayı Çin’e terk etmek zorunda kaldı. ABD Suriye’de de istediğini alamadı.
2003’te II. Körfez Savaşı sırasında ABD peşine iyi kötü uluslararası bir koalisyonu takabiliyordu ve Irak’a uygulanan ambargoyu delmeye cüret eden çıkmıyordu. Bugün tablo böyle değildir. ABD’nin gündeminde savunma vardır.
Kautskyci ezbere uygun biçimde ‘tek kutuplu dünyada’ meydanı boş bulan ABD emperyalizminin dünyada imparatorluk kurma girişiminden bahsedildiğini sıkça duyduk. Oysa son yıllardaki gelişmeler ABD’nin geçelim bir imparatorluk kurmayı, halihazırdaki dayanaklarını korumayı dahi başaramayacağını gösteriyor.
Buna karşılık ABD’nin gerilemesi, emperyalistler arasındaki güç dengesinin belirsizleşmesi, onun karşısındaki güçlerin de giderek eski savunmacı pozisyonlarından çıkmasına yol açmaktadır. Rusya 2014’te Kırım’ı ilhak edip Donbass’la Ukrayna’nın denetiminden çıkan bölgeler yaratırken esas olarak Ukrayna’da hükümet değişikliğine yol açan renkli devrime yanıt veriyordu. Başka bir deyişle tepkisel bir pozisyonu vardı. Bugünse statükoyu korumak isteyen ABD, 2014’teki fiilen oluşan dengeleri bozmak için harekete geçen Rusya’dır.
Ukrayna’da sesi en fazla çıkan iki emperyalist ABD ile Rusya olsa da, diğer emperyalistler de paylaşım kavgasına bağımsız hesaplarla girmiştir. Almanya ve Fransa, Rusya ile köprüleri tümüyle atmamıştır. Emperyalistleşme yolunda ilerleyen Çin ise Rusya’ya topyekûn bir destek vermemiştir.
Amerikan emperyalizminin gerileyişinden ‘Amerikan Hegemonyasının Gerileyişi’ türü liberal değerlendirmelere solda varanlar dünya çapında emperyalistler arası paylaşım savaşının keskinleştiğini vurgulamaktan ısrarla kaçınıyorlar. Çin’in barışçıl bir şekilde dünya lideri olabileceği yahut ABD’nin barutunun bitmesi sonucunda diğer emperyalistler arasında barışçıl bir dengenin kurulacağı hayalini yayıyorlar. Dünya çapında yeni emperyalist bir savaş gündemlerinde bile değil.
Ukrayna Krizi’nden ulusların kendi kaderini tayin hakkına ve ulusal kurtuluş mücadelelerine dair de dersler çıkarmak gerekir. Emperyalistlerin ve burjuva diktatörlüklerinin kendi kaderini tayin hakkı sorununa yaklaşımı iki yüzlüdür. Suriye’nin toprak bütünlüğünü tartıştırmayan, Kürtlerin ayrılma hakkını tanımayan Rusya, Donbass’ta kendi kaderini tayin hakkını savunmaktadır. Zamanında Yugoslavya’nın parçalanmasında sorun görmeyen ABD, bugün Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü savunmaktadır. Türkiye için de benzer bir durum geçerlidir. Kuzey Kıbrıs halkının kendi kaderini tayin hakkını savunma bahanesiyle Kıbrıs’ta ‘Barış Harekat’larıyla kendi güdümünde ayrı bir devlet yaratıp Kıbrıs’ın kuzeyini büyük bir askeri üsse çeviren Türkiye, bugün ‘Ukrayna’nın parçalanmasına’ karşı çıkmaktadır. Bu durum UKKTH prensibinin ‘günümüzde geçerli olmadığı’ bahanesiyle reddedilmesi gerektiğini değil, ulusal kurtuluş mücadelelerinin ancak ulusal devrimci akımlar tarafından, en tutarlı biçimdeyse komünistlerin önderliği altında başarıya ulaştırılabileceğini gösterir. Ukrayna’da yaşananlar da, ulusal devrimci bir önderliğin olmadığı koşullar altında ulusların kendi kaderini tayin hakkının muhtelif emperyalistlerin yahut burjuva diktatörlüklerinin ilhakçı pratiklerinin bir kılıfı olarak kullanılacağını bir kez daha göstermiştir.
Emperyalistlerin ve gerici bölge devletlerinin bu konudaki ikiyüzlülüğünün en açık biçimde açığa çıktığı yer Kürdistan’dır. YPG’nin Rojava’da Kürdistan bayrağını sancağa çekmesi, kendisini Kürdistan’ın güney batısı olarak tanımlaması ya da 2017’de güneyde Kürtler’in bağımsızlık referandumu yapması hiçbir devletin desteğine mazhar olmamıştır. Bu durum Kürdistan’daki devrimci dinamiğe ve emperyalistlerin bu dinamik karşısında duyduğu ürküntüye işaret etmektedir. Platformumuz tam da bu nedenle ulusal kurtuluş mücadelelerinin anti-emperyalist bir nitelik taşıdığını ifade etmiştir. Anti-emperyalist olmanın yolu, bölücü olmaktan ve devrimci ulusal kurtuluş mücadelelerini desteklemekten geçer.
Türkiye’de sol akımların önemli bir kesiminin Ukrayna işgali özelinde sadece NATO provokasyonlarından ve saldırganlığından bahsetmesi, Rus saldırganlığı ve ilhakı karşısında ağzını açmaması ibretliktir. Rusya’nın uğradığı ‘tarihsel haksızlıkları’ ve kendi güvenlik kaygılarını bahane ederek başlattığı işgali sessiz kalarak dolaylı olarak desteklemek, bugün Kürdistan’ın muhtelif parçalarındaki askerî varlığını benzer kaygılarla gerekçelendiren ezen ulus devleti karşısında silahsız kalmak anlamına gelecektir. Günümüzde nispeten revaçta olan tez Ukrayna’nın ABD emperyalizminin ve Rusya’nın ‘yayılmacı politikalarının’ kurbanı olduğu yönündedir. ‘Ukrayna’dan Elinizi Çekin!’ talebini yükseltmenin pek enternasyonalist ve bağımsız bir tutum olduğu sanılmaktadır.
Halbuki Ukrayna ulusal baskı uygulayan bir burjuva diktatörlüğüdür, her burjuva diktatörlüğü gibi emekçi düşmanı ve karşı devrimci bir karakter taşımaktadır. Savaş karşısındaki devrimci tutum Ukrayna’yı emperyalist saldırılar karşısında savunmak yahut barış çağrılarında bulunarak Ukrayna’da emperyalist statükonun yeniden tahkim edilmesi talebinde bulunmak değildir. Leninist tutum devrimci dinamiklerden faydalanıp savaşı iç savaşa çevirmek, savaş ikliminden faydalanarak hükümeti devirmeyi hedefleyen bir çizginin takipçisi olmak olmalıdır. Bu anlamda “asıl düşman kendi yurdunda” şiarıyla siyaset yapmak güncel bir görevdir. Bu slogan her ülkenin proletaryasının emperyalist paylaşım savaşlarında ‘genel olarak savaşa karşı olmak’ yerine öncelikle kendi devletine ve burjuvazisine karşı savaşması gerektiğini anlatır. Aynı şiar komünistlerin ilhak ve işgallere karşı mücadelesinin yürütülüş biçimini de belirler. Bugün ilhak ve işgallere karşı mücadele etmek isteyen beyhude olarak başka devletlerin işgal ve ilhaklarını kınamak yerine, yıkmak için karşısında mücadele ettiği devletin işgalci, ilhakçı politikalarını teşhir etmelidir.
Bununla birlikte Amerikan ve Rus emperyalizmini yıkma, NATO’yu dağıtma çağrısında bulunmak, yahut Ukrayna’da savaşı iç savaşa çevirmek çağrısında bulunmak soyut bir savaş karşıtlığının alternatifi değildir. Bunlar elbette devrimcilerin görevidir fakat lafazanlığın revaçta olduğu günümüzde bu tür doğruları sloganlaştırmakla yetinmek, devrimci siyasetin ancak devrimci bir partiyle yürütülebileceği gerçeğini perdeler. Bugün Ukrayna krizi söz konusu olduğunda komünistlerin görevi Ukrayna’da savaşı iç savaşa çevirecek devrimci bir partinin yaratılmasıdır. Benzer bir görevin Rusya’da yahut savaşın dolaylı bir parçası olan tüm emperyalist ülkelerde de yerine getirilmesi gereklidir. Komünistler karşılığı olmayan devrim ve içsavaş naraları atmak yerine öncelikle bu somut görevi önlerine koymalıdırlar.
Ukrayna’da bir komünist partinin yaratılması esas olarak ve sadece Ukraynalıların sorunu ve görevi de değildir. Uluslararası bir merkez kendi seksiyonlarını yönetmekle kalmayıp dünyanın dört bir yanındaki mensuplarının, başta kadro olmak üzere, tüm imkanlarından faydalanarak farklı ülkelerde seksiyonlar kurmakla yükümlüdür. Böyle bir merkezin yaratılması ve dünyanın dört bir yanında seksiyonlar oluşturması görevini önüne koymaktan imtina edenler ‘bir şeyler yapmak’, ‘eylemsiz kalmamak’ adına barış çağrılarında bulunmayı yahut reformist, burjuva akımların peşinden sürüklenmeyi tercih eder.
Bununla birlikte uluslararası bir devrimci merkezi yaratmayı önüne koymak için Ukrayna’da komünist bir partinin eksikliğini görmeye hacet yoktur. Topraklarımızda, Kürdistan’ın her parçasında devrimci dinamikler kendini döne döne belli ederken işe Ukrayna’dan başlamaya çalışmak tuhaf olur. Kürdistan’da komünist bir partinin yaratılması, bu partinin inşasını yönetecek uluslararası bir komünist merkezin kurulması yıllardır tüm dünya komünistlerinin önünde acil bir görev olarak duruyor. Bu bakımdan Ukrayna krizi vesilesiyle enternasyonalist görevlerini hatırlayanlar uzağa gitmemeli. İlk adımı Kürdistan’ın dört parçasında ve Kürdistan’ı esir eden ezen ulus devletlerinin sınırları içinde mücadele eden komünistlerle birlikte uluslararası komünist bir merkezi yaratarak atmak gereklidir.
Bugün devrimci ödev böyle bir devrimci merkezin yaratılması için politik pratik bir mücadele vermek, bu ihtiyacı hisseden komünistleri aynı düzlemde buluşturmaktır.”
Bu sunumun ardından soru ve görüşlerin alındığı kısma geçildi. Bu bölümde dinleyicilerden “Türkiye Cumhuriyeti emperyalist mi? Alt-emperyalist denilebilir mi?”, “Rusya Ukrayna’dakine benzer biçimde Türkiye’de bir işgale girişse izlenilecek tutum ne olurdu?”, “Komünistlerin birliği ulusal düzeyde bile sağlanamamışken uluslararası düzeyde nasıl sağlanacak?”, “Ulusal devrimci akımların desteklenmesi bahsinde Lenin’in 20. yüzyılın başında Afganistan Kralı’nı desteklemesi nasıl açıklanabilir?” gibi sorular geldi. Konuşmacı yoldaş Türkiye hakkındaki soruya yanıt verirken, Türkiye’nin bir burjuva diktatörlüğü olmakla birlikte emperyalist olarak nitelenemeyeceğini, Erdoğan’ın Libya veya Güney Kürdistan’daki ilhak girişimlerinin yeni bir nüfuz alanı yaratmaktan çok içerideki sıkışmışlığı rahatlatma amacı taşıdığını ve bu amacı sağlayamadıkça da güçsüzlüğünü açığa çıkardığını belirtti. Rusya’nın Ukrayna’ya benzer bir biçimde Türkiye’yi işgale girişmesi durumunda tıpkı Zimmerwald ve sonrasında Bolşeviklerin takındığı tutum benzeri bir tutum takınılması gerektiğini, her devrimcinin öncelikli düşmanının ezilenleri ve emekçileri boyunduruk altında tutan kendi ceberrut devleti olduğunu ifade etti. Komünistlerin birliği sorusuna ise, bunun zor bir ödev ve hedef olduğunun net bir şekilde görülmekle birlikte demokratik ve zulümsüz bir dünya için başka bir çıkar yol olmadığını belirtti. Afganistan kralı ile ilgili soruya yanıt veren yoldaş, söz konusu edimin referans aldığımız kongrelerce alınmış kararları yansıtmadığını, ve komünistlerin kişilerle değil örgütleri ile kaim olduğunu ifade ederek bu konuda (ulusların kendi kaderini tayin hakkı, bu hakkın hangi koşullarda destekleneceği ve kimlerin nasıl destekleneceği) artık bir belirsizlik bulunmadığını vurguladı.
Söz ve Eylem, İşçi Dayanışması gibi farklı yayınları çıkaran akımlardan sosyalistlerin de katıldığı verimli bulduğumuz etkinlikte sorulara verilen yanıtlar sonrasında canlı tartışmalar yapıldı.
İzmir’den Komünistler