İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin barikatı yıkmasıyla beraber hızla kitlesel bir karaktere bürünen bu son süreç, bir sıçrama noktası yaratmış gözüktü. Bu sıçrama, öğrencilerin kendi öz örgütlenmelerini kurma, sınıfa ulaşma çabalarıyla birlikte hareketin yatay bir düzlemde yayılmasına vesile oldu. Bu yatay genişleme esasında büyük bir çelişkiyi de ortaya koydu: Öğrencilerin doğrudan eylem ve kendi örgütlenmelerini yaratma arayışı, öbür tarafta ise sürecin “tek adam rejimi”ni yıkmaya yönelik görece pasif bir siyasal hat oluşturulmasına dair bir arayış. Öğrenci yığınlarının perspektifinden ilerlediğimizde İzmir’deki ilk günlere bakmamız yeterlidir.
İzmir’deki ilk günler, bu çelişkinin kristalize olduğu anlardan biriydi. Birincisinde bahsedilen yatay düzlemde yayılan eylemler örgütsüzlüğün sınırlarında geziniyordu. Öfkeli öğrenci kitlelerinin polis baskısına karşı yıkıcı gücü, onları yönlendirebilecek, doğrudan karar mekanizmalarını içerisinde bulunduran bir örgüt olmadığında yalnızca vandallığa dönüştü. Bu noktada birçok öğrenci örgütü bu yığınların kontrolünü öngörülebilir bir biçimde konsolidasyonunda sıkıntı yaşadılar. Bu özellikle İzmir’de örgütlü öğrencilere yönelik bir tahakkümü de tetikledi. İzmir’de izlenen bu tahripkâr yürüyüşler sonucunda birçok örgütlü arkadaşımız polis baskılarıyla yıldırılmaya çalışıldı. Bu durum alanların devrimcilerden tasfiye edilmesine ve onların yerini doldurması için reformist siyasetlere bırakıldı.
Reformist kitle örgütleri, birbirlerinden bağımsız ve burjuva muhalefete yedeklenerek yürüttükleri çalışmalar, hareketin sınıf temelli bir zeminle ilişkisizleşmesine ve sınıfla taban tabana zıt bir hattın örülmesine neden oluyor. Örülen bu hat biçimsel olarak “direniş” izlemini verse de, içerik bakımından burjuva demokrasisin sınırlarıyla şekillendiriyor. Yani sınıf siyasetini bütünüyle reddederek burjuva siyaseti içerisinde kendisini hapsediyor. Kurulan bu hat, reformist siyasetten kopamamış birçok unsur kendi içerisinde parçalanmış bir şekilde; “boykot” şeklinde görünürde örgütlü ancak içerik bakımından örgütsüz bir hattır. Burjuva muhalefetin desteğiyle beraber sınıf siyasetini tasfiye etmeye çalıştıkları bu süreçte ise “genel grev” talebi, üzerine irade koyulacak bir unsur olmaktan çok sadece bir ajitasyon olarak kendisini bulabiliyor.
Kapitalist düzen içerisindeki bu tarz çelişkiler hep var olacak ve kendisini sermayenin kriz anlarında daha da belirginleştirecektir. Bu çelişkilere ilişkin tek çözüm ise sınıf siyasetinin taşıyıcısı, sınıfın hafızası ve örgütleyicisi olan partinin inşasıdır. Mevcut durumda reformist siyasetleri izlemek veya öfkeli bir kalabalığa dahil olup örgütsüz bir şekilde mücadele vermek sınıf temelli bir strateji ile taban tabana zıt durmaktadır. Bu tarz bir tutum mevcut hareketin sürekliliğini ve geleceğini de tehlikeye atmaktadır. Burjuva demokrasisinin dar çepherine hapsolmak bir yana, devrimci bir örgütlülüğün temelinin atılması bu çelişkilerin çözüme kavuşmasının yoludur. Öğrencilerin kendi başlarına sınıfla kuramayacakları bağları, parti devrimci siyasetiyle kurabilecek ve yalnızca kriz anlarında değil, devrimci dönüşüm fırsatlarını yakalamalarına olanak sağlayacaktır.
Dokuz Eylül Üniversitesinden Bir Köz Okuru