17 Ağustos 1999’da yaşanan yıkıcı Marmara Depremi’nin üzerinden bir yıl geçmişken KöZ’ün 2000 yılı Temmuz sayısında şu belirlemeler yer alıyordu:
“Bu felaket, hakim sınıflar için başka; “proletaryanın çıkarlarından başka çıkarları olmayan” bizim içinse başka şeyler ifade eder. Dolayısıyla sorunun çözümü noktasında atılacak adımlar bu farklılığı ortaya koymalı, çare, çözüm niyetine ortaya konulanlar arasındaki mesafe, aramızdaki ayrımın da ölçüsü olabilmelidir. Birimiz için felaket olan, diğeri için fırsattır; bizim zaferimiz onların felaketi demektir.”
O günlerde TÜSİAD’ın hükümetleri yıpratma ve şekillendirme aracı olan burjuva medya tarafından “Asrın Felaketi” olarak takdim edilen ’99 Depremi’nden 24 yıl sonra yaşanan Maraş merkezli depreme bugünse iyiden iyiye mevcut iktidarın oyuncağı ve borazanı haline gelen burjuva medya yine “Asrın Felaketi” etiketini yapıştırmakta gecikmedi. İlk depremde gazetelere televizyonlara “Asrın Felaketi” dedirtenler depremi devlet içerisindeki yeniden yapılanmanın kaldıracı olarak kullanıyordu. Emekçiler açısından felaket olan Amerikancı burjuvazi için bu bakımdan fırsattı. Bugün ise “Asrın Felaketi” ifadesi rejim krizi içinde çırpınan bir hükümetin, mazeret arayışlarını ifade ediyor. Çıkışsız bir hükümetin önünde bir fırsat ışığı görünmüyor. Hükümet kendi açmazlarını bir felaket olarak yansıtarak, emekçilerin, ezilenleri siyasetsizliğe mahkûm ederek onların önündeki fırsatların üstünü örtmek istiyor.
Buna karşılık 6 Şubat’ta yaşanan ezilenleri-emekçileri temsil etme iddiasında olan örgütlenme ve akımlar da çeyrek yüzyıl sonra bir felaket anında gösterdikleri reflekslerin neredeyse aynısını verdiler.
Bir burjuva diktatörlüğü olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin enkaz altında kalan binlerce kişiye neden zamanında müdahale edemediği ve devletin nerede olduğu soruldu. Haklı biçimde depremin bir felakete dönüşmesinin sorumlusunun kapitalizm ve sermaye düzeni olduğu söylendi. Fakat bu sözüm ona köktenci tutumla tezat biçimde sermaye düzeninin koruyucusu devlete alması gereken tedbirler sıralandı. İktidardaki yetkililer istifaya davet edildi. Eldeki kısıtlı imkanlar seferber edilerek enkaz altında kalsa da kalmasa da bir enkazla karşı karşıya kalan yüz binlerce emekçiye yardım edildi.
İşçi sınıfının, emekçilerin, ezilenlerin en örgütsüz, en dağınık olduğu iddia edilen bir dönemde gerek deprem bölgesinde gerek dışında kalan kentlerde milyonlarca insanın harekete geçtiği adeta bir seferberlik yaşandı. Bu anlamıyla ortaya konan pratiğin ‘99 öncesini aştığını söylemek pekala mümkündür.
Hatta, uzun zamandır “tek adam diktatörlüğü”, “kurumsallaşan faşizm”, “saray rejimi” tespitleri ile birlikte resmedilen kadiri mutlak ve güçlü bir iktidarın sultası altında kafasını kaldıramayan, bir türlü harekete geçmeyen emekçi kitleler tablosunun ne denli gerçekdışı olduğu da tekrar açığa çıktı. Dayanışma için nerdeyse devletin ve iktidarın tüm engellemelerine, tehditlerine, kayyumlarına karşı, hükümetle hiçbir zaman çatışmasa ve onun tarif ettiği yasal çerçevenin dışına çıkmasa da, ısrarla ve özveriyle kendisi gibi ezilenlerle buluşmaya çalışan on binlerin, yüz binlerin, milyonların varlığı görüldü.
Lenin’in devrimci durumu tanımlarken sıraladığı üçüncü koşul yani “ ‘barış zamanında şikayet etmeden yağmalanan kitlelerin kriz durumları ve bizzat ‘üst sınıflar’ tarafından bağımsız tarihsel eyleme çekilmesi” diye tarif ettiği koşul tam da bu seferberlik halidir. Krizin kendisi kitleleri seferber etmektedir. Kitleler devrimci bir temelde değil burjuva toplumunun sınırlarını çizdiği çerçevede seferber olsa da, kriz tarafından bağımsız tarihsel eyleme, yani devrime, davet etmektedir. Aslına bakılırsa bu son on yılın karakteristik bir özelliğidir. Burjuva sınırları aşmayan bu seferberlik hali her zaman Gezi ve Kobane başkaldırısında olduğu gibi devlet kuvvetleri ile bir çatışma içermedi. Kimi zaman da, devrimci durumdan bahsederken Lenin’in akılda tuttuğu birinci paylaşım savaşı örneği daha denk düşecek şekilde, 15 Temmuz’da yahut Korona salgının da olduğu gibi doğrudan hükümetin sevk ve idaresi altında gerçekleşti. Bugünkü seferberlik ise hükümetin genel dayanışma çağrılarıyla uyumlu, ona meydan okumayan, onun açıklarını kapatmaya talip bir seferberliktir.
1999’da ve 2023’te, ve aslında tüm bu süre zarfı içerisinde yaşanan depremler, afetler, salgın süreci ve ardından takınılan tutumlar arasında farklardan ziyade benzerlikler olması elbette tuhaf değildir. Tasfiyeci bir anaforun içine çektiği Türkiye’deki sol akımlar pratik olarak burjuva muhalefete uyumlu bir hatta ilerlerken ideolojik olarak da çoktan burjuva sosyalizminin, hayırsever sosyalizminin sınırları ötesine iltica etmiştir. Öyle ki mevcut sol akımların bağlı olduklarını iddia ettikleri devrimci siyasal geleneklerin kırk yahut elli yıl önce sergiledikleri bilinen pratik tutumlar hafızalardan silinmiş, hatırlanıyor olsa bile çoktan müzeye kaldırılmıştır.
Örneğin deprem bölgesinde yaşanan ilk “yağma” olayları sonrasında sol akımlar ağırlıklı olarak bunların olağan ve meşru olduğunu ifade etmekle birlikte, yoksul halkın ihtiyaçlarını karşılamak adına orada bulunan akımlardan hiçbiri, soldaki yaygın kullanılan ifade ile bu kamulaştırma eylemlerini muhatabı yoksul emekçilerle birlikte bizzat organize etmeye girişmedi. Deprem sonrasında kurulan örgütlenmeleri ve koordinasyonları, yoksul emekçilerin temel ihtiyaçlarını sağlaması için dev gibi zincir mağazaların raflarında çürüyen ürünlere el koyma ve dağıtma işine sevk eden, böylesi bir işin organizasyonuna koşan da çıkmadı.
Oysa Türkiye’deki genç yaşlı pek çok devrimci ‘80 öncesinde MLSPB yahut Devrimci Sol militanlarının kamulaştırdıkları Migros kamyonları emekçi semtlerine çekip ürünleri yoksul emekçilere dağıttığı eylemleri gururla anlatır ve dinler. Yine ‘80 öncesinde Devrimci Yol’un Örneğin Fatsa’da kurulmasına ön ayak olduğu Halk Komiteleri’nin karaborsacıların, stokçuların ambarlarına depolarına yaptığı baskınlar da bilinir. Ama övünülerek anlatılan bu pratikler bugün meşru ve uygulanabilir görülmediğinden olsa gerek kimse bu yollara tevessül etmedi.
Birbirinden çirkef milliyetçi, şoven siyasal parti ve gruplar yağmacı avı adı altında yoksul emekçileri hedef gösterip, özellikle Suriyeli ve Afgan göçmen işçilerin peşine düştüğünde bu saldırıları fiilen engellemenin, faşist çeteleri deprem bölgesinde teşhir etmenin hatta fiilen engellemenin de dayanışmanın, hele ki sınıf dayanışmasının en önemli başlıklarından biri olduğu da öne çıkmadı.
Burjuvazi, iktidarı muhalefetiyle, sermaye partileri ve basınıyla “Hatay’da güvenlik sorunu yaşanıyor” diye sızlanmaya başladığında “halkın güvenlik sorununu halkın kendisi çözer” diyerek kendi örgütlenmelerini adres gösteren de çıkmadı. Enkazların başında vurguncuları engellemek için silahlanarak nöbet tutmak ya da yağmacıların hası Cumhur İttifakı’nın kurmaylarına turistik deprem bölgesi gezilerini dar etmek gibi hedefleri olanlar yoktu. Nitekim kamu otoritesinin sağlanması adı altında burjuva devleti kendi güvenlik aygıtıyla ve personeliyle kendi güvenliğini sağlama almak adına enkazların arasında salınmaya başladığı zaman bu kesimlerin hareketini engellemeye, kısıtlamaya, geçelim bunları bu kesimlere yönelik hükümet karşıtı bir ajitasyona dahi girişen olmadı. Depremin vurduğu illerin dışındaki kentlerde de Gezi Parkı’na yönelik saldırıdan sonra Haziran günlerinde yaşanan, yahut Soma gerçekleştiği zaman kabaran ya da Kobane kuşatma altında iken ayağa kalkan emekçilerin kitle eylemlerini hatırlayıp Cumhur İttifakı’nın en büyük suçuna karşı sokakta aynı türde yanıt verilmesi için sorumluluk alan da çıkmadı.
Sol akımların güçsüzlükten yakınıyor olsaydı bu durum “teoride doğru ve devrimci olan adımları pratikte atmaya gücümüz yok” diyerek açıklamak mümkün olurdu. Ancak deprem bölgesinde faaliyet gösteren sol akımların çizdiği tablo tam tersidir. Tüm akımlar deprem bölgesinde ne denli etkin bir yardım faaliyeti yürüttüklerini sergileme konusunda yarış halindedir. Bugünkü yarışmacı ruh halinden ve dar grupçuluk illetinden kaynaklı abartma payını çıkardığımız zaman bile ortada kamyonları hareket ettiren, çadırları kurup, kolileri dağıtan örgütsel bir beceri ve kalabalık bir militan topluluğu vardır. Üstelik Antakya, öteden beri solun kadro olarak beslendiği, sol akımların yerel yönetimlerde belirleyici bir güce ve etkiye sahip olduğu, devletle barışık olmayan bir bölgedir. Besbelli ki sol güçsüz olduğu için değil, gücünü farklı şekilde kullanmak istediği için bu yönde sorumluluk almamaktadır.
Siyasetin pedagojik yöntemlerle yapılabileceğine kanaat getirenler devrimler tarihini derslerinin kuşanılması gereken bir olaylar dizgesi olarak değil daha çok edebiyatın ve sanatın diğer türlerinin konusu olarak görmeye alıştıkları için olsa gerek; Komün’den Şubat Devrimi’ne, Ekim Devrimi’nden İspanya İç Savaşı’na kritik bir yer tutan kışkırtıcı bir propaganda faaliyeti ve devrimci ajitasyon lafazanlık olarak görülüp, daha elverişli bir tarihe ötelendi. Nitekim burjuva devlet ve organları da karşısında bırakalım devrimci ve kışkırtıcı bir ajitasyonu bulmayı, kendisi ile centilmence ve dostane ilişkiler kurmakla ve onlara dahi çorba vermekle övünen bir dayanışma çabasının en azından şimdilik kamu güvenliği için esaslı bir tehdit oluşturmadığını teslim ettiler. Bu dayanışma çabaları sekteye uğratılmaya çalışılsa ve yürütenler yer yer Terörle Mücadele Polisleri’nin tehditlerle karşılaşsa bile devletin beklenen topyekün saldırısı henüz gerçekleşmedi. Buna rağmen devlet, söz konusu HDP olduğunda insani yardım faaliyeti olmasına bakmadan Pazarcık’ta yardım koordinasyon merkezine kayyum atamaktan, söz konusu Devlet Bahçeli’nin memleketi olduğunda TKP yapıyor demeden gözaltı saldırısına girişmekten geri durmadı.
Devletin zaaflarını kullanıp onu daha da zora düşürerek değil, yaptığı yardımlarla eksikliğini ve eksiklerini göstererek ve bir sonraki seçimde seçmen davranışlarının değişmesini umarak hareket edenler oluşturdukları muazzam dayanışma ağına rağmen bunu devrimci emeller için kullanmadılar. Bilakis tüm bu çaba burjuva siyasetinin meşruiyet ölçüleri ve sınırları içerisinde burjuva muhalefetin dümen suyunda kaldı. Devrimci kaygılar taşıdığını iddia eden akımlarsa sınırlı güçleriyle aynı pratiği sergiledikleri için burjuva sosyalizminin sınırlarının dışına çıkmadıkları gibi legal zemine tünemiş reklâmcı seçim partilerinin daha da parlamasına hizmet ettiler.
Deprem sonrasında kurulan yardım merkezlerine, dayanışma noktalarına sosyal medyada yapılan “sovyet”, “komün” anıştırmaları bir coşku yaratsa da gerçeği yansıtmaktan fazlasıyla uzaktır. Bir yanılsama yaratmaktan başka bir şeye yaramayan bu benzetmeler gerek Komün’ün, gerek sovyetlerin silahlı işçi milislerinin varlığına dayanan bir siyasal egemenlik iddiası olduğu gerçeğini gizlemektedir.
Kendilerini yürüttükleri dayanışma faaliyetlerinin ne denli etkili olduğunu anlatmaya verenler yakında bu temel gerçekle yüzleşmek zorunda kalacaklar. Hükümet deprem sürecini kontrol altına aldığı oranda Pazarcık’ta yaptığını her yerde yapmaya başlayacaktır. Kendi güvenliğini alamayan kesimler de ya faaliyetlerine son vermek ya da inşaat-rüşvet batağının bir parçası olan CHP’li belediyelerin kanatları altına sığınmak zorunda kalacaktır. Bu ikinci yol seçim sürecinde CHP’lileri aklayan bir siyasi intihar anlamına gelse de İstanbul’da, İzmir’de Süleyman Soylu’nun talimatlarını yerine getiren CHP’li belediyelerin hükümete karşı direnemeyeceği de bellidir. Aynı inşaat-rüşvet batağında palazlanmış Altılı Masa’nın diğer üyelerinin hükümete direnmeyeceği ise zaten ortadadır.
Haziran Ayaklanması boyunca Gezi’de açığa çıkan forumlardan, muhtelif sol akımların kurulmasına ön ayak olduğu bir felaket karşısında dayanışmak isteyen emekçi kitlelerin birer dayanışma meclisi gibi çalışan örgütlenmelerine tüm bu girişimler bu tür ihtimallerin nüvelerini bağrında taşımaktadırlar. Ancak bu ihtimalin gerçeğe dönüşmesi için burjuva devletle ve tüm düzen güçleri ile bağını koparmış, iktidar hedefi olan devrimci bir siyasal örgütlenmenin siyasal müdahalesi gerekmektedir. Eksikliği hissedilen de böylesi bir ufka sahip, emekçilere önderlik etme kapasitesine ve hükümetin karşısına dikilecek siyasal cesarete sahip, Bolşevik tipte devrimci bir partidir.
Devrimci partinin eksikliği elbette taze, dinç devrimci güçlerin fışkırmasını engellememektedir. Ancak içinde bulunduğumuz tasfiyecilik ortamında önceden de el yordamıyla, kafaları taşlara vura vura edinilen deneyimler bu yeni kuşaklara aktarılamamaktadır, genç kuşaklardaki deneyim eksikliği sol hareketlerin merkezlerindeki tasfiyeci yönelimle birleşince karşımıza bugünkü tablo çıkmaktadır. 80 öncesindeki yahut Gazi Ayaklanması sırasındaki devrimci pratiklerin bugün sergilenemiyor olmasının sebebi de aynıdır.
Türkiye’de ve Orta Doğu’da, hatta dünyanın geri kalan muhtelif yerlerindeki tüm siyasal gelişmeler devrimci durumun genelleşen ve yaygınlaşan bir eğilim izlediğini göstermektedir. Savaşlar, iç savaşlar, felaketler, ekonomik krizler dünyanın pek çok yerinde herhangi bir hükümetin olağan yollarla bastırmayı başaramadığı türden depremler yaratmaktadır. Bu depremlerin dev bir tsunami ile sermaye egemenliğini ve onun aracı burjuva devletleri sular altına gömmesi için tarihi fırsatlar dünyanın her yerinde baş göstermektedir.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin üzerinde kurulduğu dört parçaya ayrılmış ve ilhak edilmiş Kürdistan’ın üzerinde durduğu bu coğrafya bu açıdan benzerlerinden çok daha fazla elverişli fırsata ve eşsiz tarihsel deneyime sahiptir. Emperyalist zincirin zayıf halkası bugün Türkiyeli ve Kürdistanlı devrimcilerin ayağının altındadır. Her siyasal gelişme devrimin bu coğrafya için bir zorunluluk olduğunu tekrar tekrar göstermektedir. Devrimcilere düşen savaşta da barışta da, olağan şartlarda da olağanüstü koşullarda da, felaket anında da sonrasında da bu gerçeğin altını kalınca çizmek ve bu gerçekler doğrultusunda ulusal ve uluslararası düzlemde gerçek bir “güvenlik tehdidi” oluşturacak böylesi devrimci bir girişimin mimarı olmaktır.
KöZ’ün sayfalarında 23 yıl önce yer alan şu belirlemeler bugün de geçerliliğini korumaktadır:
“17 Ağustos depremini ucuz atlattığını” düşünen ve bu depremi kendi hanesine kâr yazmaya yönelen hâkim sınıfın sevinçli ve ümitli yönelişine bakıp aldanmamalı; bu topraklar daha büyük nice depremlere yol açacak fay hatlarının üzerindedir. Üstelik bir proleter devriminden başka hiçbir sarsıntı, sınıfsal kutuplaşmalara ve dünya çapındaki bir emperyalist paylaşım kavgasının açtığı bu çatlakları kapatmaya “enerjinin boşalmasını” sağlamaya yetmeyecektir. Burjuva toplumunun en büyük açmazı burada yatmaktadır; ve devrimcilerin bir depremi beklemeksizin aksine en küçük toplumsal sarsıntıları bu hedefe yönelterek siyasal iktidarın asırlardır ona susamış olanların eline geçmesi için dikkat ve gayretlerini yoğunlaştırması gereken nokta da aynı yerdedir.”